Menu
NURETTİN TOPÇU - TEKNİK KÜLTÜR VE MEDENİYET
Haberler • NURETTİN TOPÇU - TEKNİK KÜLTÜR VE MEDENİYET

NURETTİN TOPÇU - TEKNİK KÜLTÜR VE MEDENİYET

Nurettin Topçu’da teknik meselesi, kültür ve sömürgecilik kavramları temelinde izah edilir. Kültür ve Medeniyet kitabının ilk makalesi Kültür ve Teknik başlığını taşır. İlk cümle de şudur: “Teknik, ilimlerin tatbikatı demektir” (TOPÇU, 1998: 15). Topçu’nun bu ilk cümlesi önemlidir. Çünkü Topçu’da teknik, ilmin gayesi değildir. İlmin gayesini de şöyle tanımlar: “İlmin gayesi hakikati tanıtmaktır” (TOPÇU, 1998: 15). Bir başka cümle de şöyle: “İlim hareketi, tanımak aşkının tatminidir” (TOPÇU, 1998: 15). Böylelikle anlarız ki, ilmi “Batı bilimi- Doğu Bilimi” şeklinde ayrıştırmaz. İlmi nötr bir değer olarak ele alarak onu hayata geçiren, tatbikata koyan “Batı kültürü”nü eleştirir. Bilim başka, kültür başkadır. Bilim insanlığın ortak bilgisidir. Topçu’nun “kötü bilgi” yaklaşımı olmaması eleştirilebilir. Kuhn, “olağan bilim” kavramından hareket eder: “Bilim adamları, (…) daha önce defalarca denenmiş işlemlerin büyük ölçüde tekrarlanmasından öteye gidemezler” (KUHN, 1991: 64). Kuhn’a göre “olağan bilimin” problemleri bir manada bulmacalar şeklinde değerlendirilebilir. Bilim adamları bilimsel çalışmaları başlangıçta yararlı olmak, yeni alanlar açmak, düzen kurmak, eskiden kurulu inançları yeniden sınamak işlevleri için yapmakta iseler de, “bir kez araştırmaya girildikten sonra kişiyi dürten amaç bambaşka bir nitelik kazanır, başka bir düzeye geçer. Onun artık tek düşüncesi, becerisini yeterince kullanabilmesi halinde, kendinden önce hiç kimsenin çözemediği çetin bir bulmacayı çözebileceği inancı ve iddiasıdır” (KUHN, 1991: 65). Ancak çözülmesi gereken bulmaca, paradigma ile sınırlıdır. Paradigmanın ayrıştırılmasını amaçlayan projeler dahi beklenmedik yenilikleri hedef almazlar. Yani Kuhn’a göre “paradigma geçerliliğini koruduğu sürece yanıtın olduğunu bildiğimiz tür soruları seçmeye yarayan bir ölçüttür (…) diğer sorunlar, ‘metafizik’ oldukları gerekçesiyle reddedilirler” (KUHN, 1991: 64). Paradigma kendi bilme biçimine indirgenebilecek olan sorunları bilgi dalının konusu kabul eder. Böylece bilgi topluluğunun “bilmece biçimine” indirgenemeyecek sorunlar paradigmaya yabancılaştırılabilir. Bu tür sorunlar bilim adamı için zaman kaybı sayılır. Kuhn’un bu aşamadan sonra söyledikleri Topçu’nun bilim’e dair fikirlerini sarsacak niteliktedir: “Herhangi bir bilimin gelişmesinde kullanılan ilk paradigmanın genellikle bu bilim dalında çalışanların rahatlıkla erişebildiği bütün gözlem ve deneyleri başarılı bir şekilde açıkladığına inanılır. Dolayısıyla ileriki gelişmeler daha etkili araçların yapılmasını, son derece uzmanlaşmış becerilerin ve terimlerin geliştirilmesini ve kavramların, başlangıçta türetildikleri günlük gerçeklere giderek daha az benzeyecek şekilde soyutlaşmasını gerektirir. Söz konusu bu profesyonelleşme bir yandan bilim adamının görüş açısında büyük bir daralma yaratır ve paradigma değişikliklerine karşı büyük bir direnişin oluşmasına yol açar. Yani bilim giderek katılaşır. Öte yandan, paradigmanın bilim topluluğunun dikkatlerini yönlendirdiği alanlarda olağan bilimin en ince ayrıntılara inebilmesi sağlanır ve gözlem ile kuram arasındaki uyum başka hiçbir yolla ulaşılamayacak kesinliğe ulaşır (…) Yani aykırılıklar, yalnızca paradigmanın sağladığı zeminde yeşerebilir (…) Olağan keşif tarzında, yeniliğe gösterilen (…) direniş paradigmanın çok kolay teslim olmamasını sağlamak suretiyle, bilim adamlarının her esintiye kulak asmamalarını garantiler ve böylece paradigma değişikliğine yol açan aykırılıklar var olan bilginin en derinlerine kadar işlemek fırsatını bulur. Önemli bilimsel yeniliklerin (…) birden ortaya çıkması olağan bilimin hem ne kadar güçlü bir geleneksel yapısı olduğunu, hem de aynı geleneksel çabanın ne kadar eksiksizce kendi değişimini hazırladığını iyi yansıtan bir göstergedir” (KUHN, 1991: 84).Kuhn’un bu söylediklerini sınıflarsak şu sonuçlarla karşılaşırız: a) Bilim adamları daha önce defalarca denenmiş işlemlerin meseleleri çözebileceğine dair bir inanç ile hareket ederler; b) Bilim adamları profesyonelleşerek paradigmal bir topluluğun görüş açısından (kuramdan) hareketle çalışma yaparlar; bilim kuramdır; c) Bilim adamları kendi kuramlarını mutlak izah edici sayarlar, bu kurama uymayan meseleleri mesele saymazlar; d) Bilim adamları kendi kuramlarına içten bağlılık yaşarlar (iman ederler), bu nedenle bilimsel gelişmeler paradigma değişmeleri ile vuku bulur.

Topçu’nun ilim hakkında söyledikleri ile Kuhn’un bilimsel paradigmalar hakkında söyledikleri çelişmektedir. Topçu- Kuhn farklılığı hakkında bir tercih yapma durumunda değiliz. Çünkü Kur’an ekseninde iki yaklaşımın da tartışılır yönü bulunmaktadır. Kuhn’un “terimlerin geliştirilmesi” dediği husustan hareket ederek düşünecek olursak ilim, teknik araştırmadan önce insana verili olandır hakikatine erişiriz. Dolayısıyla Topçu’nun “Teknik, ilimlerin tatbikatı demektir” sözü ile Kuhn’un ilim hakkında “terimlerin geliştirilmesi” telaffuzunu yeniden tanzim etmek gerekmektedir. Âdem (as)’e teknik beceriden önce ilim (isimler: esmae kulleha) öğretildi. Buna göre Topçu’nun alıntıladığımız ikinci cümlesi “İlmin gayesi hakikati tanıtmaktır” ve üçüncü cümlesi “İlim hareketi, tanımak aşkının tatminidir” boşlukta kalmıştır. Âdem (as) kendisine isimler öğretildiğinde “hakikati tanıtmak” ve “ilim ile (Allah’ı) tanımak aşkının tatmini” hal’inde değildi. Çünkü ilim ona Allah’ın meleklere iddiası üzre öğretilmişti. İnsan ilmi Allah’ın kainata iddiası olarak veriliydi. Topçu, bu meseleyi dikkate almadı. İlmi gelişen bir süreç gibi değerlendirdi. İlmi geriye çekerek “medeniyet” ile “tekniği” birbirine yakın kavramlar halinde algıladı. Medeniyet ve tekniği ilimin aleti kıldı. Kültürü ise ruhî zeminde kabul etti. Oysa Âdem’e isimlerin öğretilmesi Kur’an’ın beyanına göre ruhî olana daha yakındır. Topçu’nun “Allah’a dönüş” söylemi ile makinalaşmaktan kurtuluşa yönelik ifadeleri varsa bile ilmin başlangıçta insana külliyen verildiği hakkında bir yorumuna rastlamak zor görünüyor. Bu  noktada soru, ilim gelişen bir şey midir? şeklindedir. Peygamberlere indirilmiş vahiy nedeniyle ilim ve hatta teknik insan keşfinin ürünü sayılamaz. Daha önce pek çok yazımızda ifade ettiğimiz gibi ilim- teknik insana vahiyle indirilmiş bir bilgidir. Bu nedenle keşften değil hatırlamadan bahsedilebilir. Zülkarneyn’e dağların arasını kapatan çeliği, Davud’a zırhı, Nuh’a güneş ya da buhar enerjisi ile yüzen gemiyi, İsa’ya körlere şifayı ve ölüleri diriltmeyi, Musa’ya denizi yarmayı, Süleyman’a eşya naklini ve karıncaların dahi sesini duymayı… öğreten keşif değil vahiydi. Topçu’ya göre ilim Batı’ya ait değildir, hatta Asya’ya aittir: “Esasında ilim Batı’nın malı değildir. İnsanlığın çocukluk devresinde, Asya kavimlerinin kucağında hayata kavuşmuştur. Ancak onun bütün karakterlerini kazanarak kendi iradesinin bütün şuuruna sahip olması, Batı medeniyeti dediğimiz Rönesans’tan sonraki Avrupa medeniyeti içinde mümkün olmuştur” (TOPÇU, 1998: 30). Topçu’nun ilmi coğrafyaya hasrederek tanımlamaya çalışmasının ilmin temelinin Âdem’e dayandığı (ve vahye) hakikatinden kopmaya zemin hazırladığı söylenebilir. Aslında Batı ilminin temeli olan gözlem- deney metodunun Şeytan ve Kabil’e kadar gidebilecek bir geçmişi vardır. Çünkü Şeytan kendisinin ateşten ve Âdem’in çamurdan yaratıldığını “bilerek” hareket etmekte idi; Kabil ise Habil ile “yarışını” gözleme dayalı bir bilgiye dayandırdı. Nihayet onu öldürünce de yine gözlemle elde ettiği mezar bilgisi ile Habil’i toprağa gömdü. Topçu’nun ilim konusunda yaklaşımı mistiktir. “İlimde en başta gelen karakter, onun hakikat sevgisi oluşudur; şuurumuzla eşya arasında her türlü menfaatle âlakasız olan bir münasebetin kurulmasıdır. Bu menfaatsiz münasebete, bu arzusuz temaşaya ‘hakikat aşkı’ adı verilmektedir” (TOPÇU, 1998: 32). Topçu’ya göre ilim ilahi öze sahip değil, cemiyete aittir. “İlim gökten inmiyor. Aramızda hayat kazanıyor. Zemin bulursa var olacak. Âlim de bizim aramızdan çıkacak” (TOPÇU, 1998: 33).

Topçu’nun kültür, medeniyet ve teknik kavramları hakkında tarifleri Milliyetçiliğimizin Esasları kitabında verilir. Kültür ve medeniyet kavramlarının karıştırıldığından bahseder: “Garp büyük sanayii göklere çıkardı, biz hayranlıkla bu kervanın kuyruğuna yapıştık. Garbın kendi benliğinden fışkıran ve sırf kendi dehâsının mahsûlü olan bu değerleri öylesine taklit ettik ki, bu değerlerin her biri, gümrüklerden çıkarılan eşya gibi garpten memleketimize ithal edildiği devirde, bunları tenkit edici tek nefes duyulmadı. Bugün Rousseau gibi düşünen biri aramızdan çıkıp da büyük sanayi ve teknik medeniyetini tenkit etse, tabiat içindeki aşk ve samimiyeti bugünkü düzene üstün bulsa, devrin garp hayatını taklitten başka bir şey yapmayan zekâ adamları ona mutlaka deli diyeceklerdir. Bir buçuk asır süren bu facia sebebiyle, kendimizden tamamen uzaklaştık. Ruh sahasında sömürge cemiyetler arasında yer alabildik. Bunun sebebi nedir? Bunun olaylara akseden sebebi, medeniyetle kültürün karıştırılmasıdır. Medeniyet, insanlığın muayyen tarihi devirlerinde bir zümre cemiyetin benimsediği vasıtalarla çalışarak ortaya koyduğu ve yaşattığı teknik eserlerin ve yaşayış şekillerinin bütününe denir. Kültür ise, bir cemiyetin kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünüdür. Bu değerler, ilim, sanat, ahlâk ve dine ait değerlerdir. Kültür, ruhîdir ve her cemiyetin kendi malıdır; bizzat kendisinin meydana koyduğu eserdir. Millet, kültürü teşkil eden bu değerlerin üstünde yaşar” (TOPÇU, 1978: 66- 67).

Topçu’ya göre tekniğin gelişmesi, Avrupa’da hammaddelerin bolluğu sayesindedir. Hammaddelerin yoğunluğu ise Avrupa’nın Asya ve Afrika’nın bütün servetini yağmalamasıdır. “Avrupalı sömürgeciler, Asya ve Afrika’nın bütün servetini yağma edercesine Avrupa’ya taşıdılar ve kendi kıtalarında kurdukları muazzam fabrikalarda bunları işlettiler. Sonsuz bir teknik yaratıcılığı Avrupa’da yayıldı. Tekniğin gücü sanki dünyayı makineleştirmektir” (TOPÇU, 1998: 15). Topçu’ya göre teknik kültürün çocuğudur, kültürün hakimiyetini tanımalıdır (TOPÇU, 1998: 20). Aksi hal tehlikelidir. Kültürün işaretlerini takip edemeyen teknik, kör ve yıkıcı bir kuvvet olur.

Topçu’ya göre “ilim birdir, ama iradeler değişik, kabiliyetler başka” (TOPÇU, 1978: 72). Topçu yukarıda naklettiğimiz cümlelerinde ilmi cemiyetin ürünü olarak gördüğü halde (“Esasında ilim Batı’nın malı değildir. İnsanlığın çocukluk devresinde, Asya kavimlerinin kucağında hayata kavuşmuştur”) son cümlesinde ilmi, toplumlar üstü bir değer gibi tahayyül etmektedir. Her şeye rağmen Topçu’nun medeniyet- tekniği bir tarafa ve kültürü bir diğer tarafa koyduğu açıktır.Topçu’nun teknik- medeniyet kavramını birbirine çok yakın olarak kullanması ve kültür ile çatıştırması Ziya Gökalp’in kültür (hars) ile medeniyet ayrıştırmasına çok benzemektedir. Topçu Gökalp’in “medeniyet değiştirebiliriz” anlamına gelen sözlerini eleştirirken onunla aynı zemine kaydığının farkına varmaz gibidir: “Batı tekniği bize bir asırdan beri damla damla gelmektedir. Teknik; kültürden sızan  bir usare, kültür ağacının yetiştirdiği bir meyvedir. Halbuki, bizim kendi kültürümüz tekniği yaratmadı. Onu emanet bohçalar içinde Batı’dan aldık, yaratmanın zevkini biz yaşayamadık (TOPÇU,1998: 18). Topçu’ya göre teknik-uygarlık kültürün önüne geçemez. Bu yaklaşımı ile kültürün değişeceğini kabul eder; kültürün değişmesini önlemek gerekir, der ve üç zaruretten bahseder: “Bütün bunların sebebi, küttürlerini yaratmadan ve tarihlerinin onlara hazırladığı kültürü yıktıktan sonra, Batı’nın tekniğini kopya etmiş olmaları, benliklerindeki insanı eşyaya feda etmeleridir. Teknik kendi kültürümüzden doğmuş olacaktır: Bu, tabiatın zaruretidir. İkinci zaruret, kültürümüzün çocuğu olan tekniğin, kültürün önüne geçmesi, onun hakimiyetini tanımış olmasıdır: Bu bizzat ilmin zaruretidir (…) Nihayet, son olarak ahlâkın zarureti ile karşılaşıyoruz. Teknik kültürün biraz gerisinde, onun emirlerini bekler vaziyette olacak, zira aksi hal tehlikelidir. Kültürün işaretlerini dikkatle takip edemiyen teknikten kör ve yıkıcı bir kuvvet doğabilir” (TOPÇU,1998: 20- 21).  Topçu, kültürün büsbütün gözden kaybolduğu yerde sadece makineleşmek isteyen insanların ortaya çıktığını, oysa makinenin vatanının rûy-ı zemin olduğunu, insanların ise milletler halinde yaşadıklarını ifade eder. İnsanlar kendi ruh varlıklarını millet kültürleri halinde yoğururlar, der. Tekniğin milletleri ortadan kaldırınca insanlığın; milletlerin kültürlerini ortadan kaldırınca da kültür denilen hususiyetin kalmayacağını ifade eder. Gökalp’e göre “Medeniyet değiştirilebilir, aktarılabilir, hars değiştirilemez (GÖKALP, 1992: 30). Gökalp’e göre kültür değiştirilemez ama medeniyet değiştirilebilirdi: Evvela, (hars) milli olduğu halde, (medeniyet) beynelmileldir. Hars, yalnız bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî, muakelevî, bediî, iktisadî ve fennî hayatlarının ahenkdar bir mecmuasıdır. Medeniyetse, aynı (mamure)ye dahil birçok milletlerin içtimaî hayatlarının müşterek mecmuudur. Meselâ Avrupa ve Amerika mamuresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir (garp medeniyeti) vardır. Bu medeniyetin içinde biri birinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı ilh. mevcuttur (GÖKALP, 1990: 25); Medeniyet usul vasıtasıyla ve ferdî iradelerle vücuda gelen içtimaî hadiselerin mecmuudur (…) Harsa dahil olan şeylerse, usul ile, fertlerin iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, sun’i değillerdir. Nebatların, hayvanların uzvî hayatı nasıl kendiliğinden ve tabiî bir surette inkişaf ediyorsa, harsa dahil olan şeylerin teşekkül ve tekâmülü de tıpkı öyledir (GÖKALP, 1990: 26); Hars ile medeniyeti biri birinden ayıran, harsın bilhassa duygulardan, medeniyetin bilhassa bilgilerden mürekkep olmasıdır. İnsanda duygular usule ve iradeye tabi değildir (GÖKALP, 1990: 34); Bir millet diğer milletin dinî, ahlakî, bediî duygularını taklit edemez (GÖKALP, 1990: 34); Her kavmin ibtida yalnız bir harsı vardır. Bir kavim harsen yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Medeniyet, ibtida harstan doğduğu halde, komşu milletlerin medeniyetinden de birçok müesseseler alır (Yani milletlerin harsı kendine özgüdür ama medeniyeti değişebilir- LB). Milli harsı bozulmuş milletlere (dejenere milletler) namı verilir (GÖKALP, 1990: 37); İki zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar (…) O halde Şark medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti, behemahal ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk harsı, diğer taraftan da garp medeniyeti kaim olacaktır (…) Bir millet ya şarklı olur, ya garplı olur. İki dinli bir fert olmadığı gibi, iki medeniyetli bir millet olamaz (…) İşte Türkçülüğün vazifesi, bir taraftan (…) Türk harsını arayıp bulmak, diğer cihetten garp medeniyetini (…) milli harsa aşılamaktır (…) Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları teceddütte muvaffak olamadılar” (GÖKALP, 1990: 40). Topçu, Gökalp’i eleştirmesine rağmen onun kültür- medeniyet fikrinin etkisinden kurtulamamıştır. Tekniği medeniyetin bir parçası saymıştır. Dini de kültürü oluşturan bir saik gibi ele almıştır. Yılmaz Özakpınar’ın çalışmalarında ise medeniyetin teknikle bir ilintisi yoktur. Teknik ve Kültür toplumların faaliyetleridir. İnsan ürünü her oluşum bir kültürdür (ÖZAKPINAR, 1997: 50- 51). Kültürün içine maddi yapısı olan oluşumlar, örfler, âdetler, kanaatler, fikir ve tutumlar, ideolojiler, bilmsel teoriler, sanatlar, şiir ve destanlar, soyut oluşumlar girer. Bu çerçevede Süleymaniye Camii maddi yapısı olmakla beraber, insan zihninin ürünüdür, yani manevîdir. Kültür eseridir. Gerçek bir medeniyet ile aralarındaki fark zihin düzeyi farkıdır. Doğa karşısında duyulan korku, istek, ümit, biyolojik ihtiyaçları karşılama düzeyi ilkel kültür düzeyidir. Oysa doğaya reaksiyon yapma düzeyini aşarak, doğayı bilinçle ve rasyonel biçimde anlamaya çalışma medeniyet düzeyidir. Doğayı anlamanın medeniyet kaynağı olması için insanın doğa, hayat ve hayat ötesi ile ilişkilerini aydınlatması ve bir ahlâk nizamı getirmesi gerekir. Bu ahlâk nizamının içeriğinin ne olduğunun önemi yoktur (ÖZAKPINAR, 1997: 47). Medeniyet diyerek kavramlaştırılan ama içeriği inanç ve ahlâk nizamı olan bu kavram, toplumun güven ve istikrarını ve sosyal yapısını inşa eder. Fertler, benimsedikleri inanç ve ahlâk ilekeleri ile içgüdülerini ve bencil isteklerini dizginlerler. Bu kontrolün sağlanmadığı toplumlar/ topluluklar medeniyet kuramaz. Yazarın bu tasnifi Rousseau’nun insanların eşit olduklarını iddia ettiği “doğal hayatı” medeniyet dışı bırakacaktır. Özakpınar’ın kavramlaştırması esas alınırsa Rousseau’nun doğal toplumu, “ihtiyaçlar düzeyinde kalan ve inançlarını rasyonelleştiremediği için onu bilinçli kültür kaynağı haline getiremeyen… biyolojik ihtiyaçlardan bağımsız kendi başına ilgi odağı olan zihni alanlarda faaliyet” içinde olmayan ilkel bir toplumdur. Oysa dikkat edilirse Topçu, Rousseau’yu idealize etmişti. Topçu’nun başka aydınların yaklaşım tarzlarının aynısı kaynaklardan yola çıkıp başka sonuçlara varması ilginçtir.

Son olarak Topçu’nun Garp ile Şark’ı sentezlemesi ile ilgili fikrine gelmek isterim. Topçu, Garp ile Şark’ı harmanlamayı Şark içinde gerçekleştirmeye çalışır: “Kendi mazimizin, kendi kaynaklarımızın mahsulü olan kültürü, Garbın ve bütün insanlığın eseri olan metodlarla yuğuracağız (…) Biz Garbın değerini takdir ettiğimiz metodlarını kullanarak onunla kendi ilim zihniyetimizi meydana getireceğiz. Ancak şunu hiçbir zaman unutmamalıyız: düşünmeye başlarken Dekart’tan değil, kendi fikir tarihimizden faraza milli tarihimizin değilse de düşünce tarihimizin bir şahsiyeti olan Gazali’den işe başlamalıyız; sonra Dekart’a veya Bacon’a uzanmak yerinde olur. Kendi cevherimizi böylelikle muhafaza edebilir ve kendi dehâmızı da ancak bu sayede ortaya koyabiliriz” (TOPÇU, 1978: 72). Taklitçi batıcılığa karşı duran Topçu,Batı’dan kopmuş değildir. Batı’nın kültürel değerlerini beğenir. Batı’da “medeniyet” gördüğü söylenebilir; Batı’daki olumsuzluk, sömürgecilikle Batı dışı toplumların yağmalanması ve fakir bırakılmasıdır. Topçu’ya göre makinalaşmak, ruhtaki huzur ile varlıktaki duayı didik didik parçalayan vahşi, boğuk hırıltılı bedbaht bir varlığa neden olmakta ve sokaklarda birbirini şefkatle kucaklayan bakışları öldürmektedir.

-     GÖKALP Ziya, Türkçülüğün Esasları, Haz: Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990

-    GÖKALP Ziya, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Toker Yayınları, 1992

-    KUHN Thomas S., Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Alan Yayıncılık, 1991

-    ÖZAKPINAR Yılmaz, Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi, Ötüken Yayınları, 1997

-    TOPÇU Nurettin, Kültür Ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, 1998

-    TOPÇU Nurettin, Milliyetçiliğimizin Esasları, Dergâh Yayınları, 1978

Diğer Yazıları