Bize görünür kılınan (aslında zahirden bakınca öyle olan) olguların derinine indiğimizde, zahiren baktığımız şeylerin bizim batınımıza bir şekilde hitap ettiğini çoğu kere idrak edemiyoruz.
Geçen hafta İçişleri Bakanı’nın Hasankale’yi ziyareti esnasında kendisini sevdiğini söylediği vatandaşa “Beni sevdiğini nereden bileyim, takla at, oyna da görelim” sözü çokça eleştirildi. Söylediğine pişman olmadan bu sözü söyleyen vatandaşın neşeli bir şekilde davul-zurna eşliğinde oynaması “sözünün eri” olduğuna kitleleri inandırma aşkı mıydı, yoksa bir devlet büyüğüne karşı saygının gereği olarak içi kanayarak da olsa sözünü yerine getirme çabası mıydı? Bilemiyoruz…
Vatandaşın niyetini bilemediğimize göre ona karşı hüsnü niyet besleyerek Bakanı sevdiği için bu sözü söylemiş olduğunu varsayabiliriz. Aksi takdirde yapılan her eylemi zamirinden kopararak istediğimiz gibi yorumlama hakkını kendimizde görürüz ki bu da kendi nefsimize ayna tutmamızı engelleyici bir tutum olur.
Keşif ehli olduğumuzu varsayarak bir an için o vatandaşın gerçekten Bakanı sevmediği ama kendini görünür kılmak için ‘takla attığını’ varsayalım. Bu vatandaşın yaptığı tavrı kınadığımızda kendimizi temize mi çıkarmış oluyoruz. Vatandaş ‘attığı takla’ karşısında belki bir ‘aferin’ alacağı ümidini taşıyor olabilir; peki bizim çıkarlarımız için nasıl taklalar attığımızı gizleyebilme maharetimizle övünmemiz o vatandaşın tavrından daha mı takdire şayan bir haldir?
İkiyüzlülük en mahir taklacıların temel özelliğidir. ‘Dün dündür, bugün bugündür’ sözüne felsefi derinlik katarak bundan her türlü çıkar istihsal edenler bırakın takla atmayı, amuda kalkmayı bile gizeme büründürerek bir anlam derinliği katabilirler! Bunu başardıklarında bunlar ‘taklacı’ olmaktan kurtulmuş mu oluyorlar? Bir an olsun muhasebe ihtiyacı duyduklarında vicdanlarının bir burgaç gibi büküleceğinden kurtulabilecekler midir? O vatandaşı ‘ taklacı’ diye ayıplayanların kendi nefislerine bakıp jimnastikçilere taş çıkartacak kadar ‘taklacı’ olduklarını görebilecek erdeme sahip midirler?
Sözüne gizem büründürmeden, başka da bir beklenti içine girmeden masumane bir şekilde ‘sevgi’ sözcüğüyle kendisine hitap eden vatandaşa ‘beni sevdiğini nereden bileyim, takla at, oyna da görelim’ hitabıyla cevap vermek Sayın Bakan açısından bir talihsizlik olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz gibi o vatandaş gerçekten sevmediği halde böyle bir sözü söylemiş olsa dahi Bakan Bey’in ona vereceği karşılık bu şekilde olmamalıydı. Bizim kültürümüzde sevgiye karşılık sevgi ile mukabele edilir. Hatta daha da ilerisi var: Sana yapılan kötülüğe karşı iyilikle muamele etmek!
Ölüm karşısında takla atanla takla attıranın eşitlendiğini anlatan Mantık al-Tayr’daki şu hikâye hepimiz için öğreticidir:
“Bir padişah, duvarları altın yaldızlarla bezenmiş bir köşk yaptırdı; ona yüz binlerce para sarf etti. O cennete benzeyen köşk tamamlanınca iyice döşetti, dayattı da. Herkes bir ülkeden geliyor, padişaha tabak tabak armağanlar sunuyordu. Padişah, filozoflarla nedimleri çağırttı; hepsini oturttu. Dedi ki: Bu köşkün güzelliğinde, yüceliğinde bir noksan var mı? Herkes, yeryüzünde bu çeşit köşkü ne kimse görmüştür, ne de görür, dedi.
O sırada bir zahit, yerinden kalkıp, devletlim dedi, bu köşkte yalnız bir delik var ki o da büyük bir noksan! Eğer o kusur da olmasaydı bu köşke cennet bahçesi bile gaypten armağan yollardı doğrusu! Padişah, “Ben bile böyle bir delik görmediğim halde sen şu bilgisizliğinle nasıl görüyorsun” dedi. Zahit dedi ki: Ey devletle başı yücelmiş padişahım, Azrail’in gireceği delik tıkanmadı ki… Asıl o deliği, hem de adamakıllı tıkamak gerek, yoksa ne köşk kalır, ne taç kalır, ne taht kalır! Başka bir kusuru yok, tam yaşanacak yer ama ne fayda ki baki değil; buna çare nedir bilmem! Cennet gibi güzel, neşeli bir köşk fakat ölüm, nihayet gözüne çirkin gösterecek! Onun için bu köşkle o kadar kurulma, dizginini çek, bu kadar serkeşlik etme! Kendi ayıbını görmezsin de ululardan, bildiklerinden birisi sana ayıbını söylerse vay haline!”
(18.04.2012; okumayeri.net )