Menu
TABUTUNUZU KİM TAŞIYACAK?
Haberler • TABUTUNUZU KİM TAŞIYACAK?

TABUTUNUZU KİM TAŞIYACAK?


Öldük ölümden bir şeyler umarak, bir büyük boşlukta bozuldu büyü, demişti şair. Ama bu o değil. Vakit var daha.
İbni Rüşd’ün cenazesi, asırlardır bir ulu ders niyetine anlatılır. Tabutunu devenin bir tarafına yüklemişler, diğer tarafa ise o güne kadar yazdığı kitaplarını bağlamışlardı. Görenler bakıp düşündüler, hayatın toplamı hangi yandadır, tabutta mı yoksa kitap denginde mi? Ruh neydi, biz ölünce maddesiz kalan bir öz mü, yoksa bu hayatta geride bıraktıklarımız mı? İbni Rüşd’ün ruhu, bir terazinin kefelerine konmuş gibi, bedeninin ağırlığı ile kitaplarının ağırlığı arasında tartılmıştı.
Hızlı yaşa genç öl cesedin yakışıklı olsun, dedikleri, buydu. Sayılar değil, ağırlıklar önemliydi. Yakışıklı olansa, hayatta yaratılan şeylerdi. Üniversite çağındayken, bir oyun oynar, En Güzel Ölü Kim? diye sorardık. Bir Deniz, bir Spartaküs, bazen Leyla ya da Kawa derdik. Çoğunun yüzünü görmediğimiz halde güzeldi onlar, çünkü ölümleri ulu hayatlarına denkti. İçimizden kimlerin yakında o kervana katılacağını ise bilmezdik.
Ölüler yalnız değildi. Bütüne eren onlardı, eksik kalan bizdik.
İnsanlık, ortak bir değerdir. İyiliğin ve ışığın taşıyıcısıdır. Kötülük olmasa yükümüz hafiflerdi, diyemiyoruz. O zaman dünya macerasının tadı kalmazdı. İbni Rüşd, bütün akılların bir olduğunu, hepsinin tek ruhu ifade eden bir ışık kaynağında bulunduğunu söylerdi. Bu ışık, maddeye dönüştükçe, bölünür, ayrı varlıklar ve bireyler haline gelir. Ancak, birey-insan öldüğünde o ışık tekrar kaynağına döner, ortak öze katılır. Orada herkes bir’dir. İyiler kötüler, aynı suda arınır. Sonrası, Şeyh Bedrettin’in Varidat’ta anlattığı gibidir. Yeniden hayata döneriz. Aynı kişilikler değil, ama aynı öz olarak döneriz. Bir buğday tanesinin ölüp toprağa düşmesi, sonra ondan yeni buğday tanelerinin çıkması gibi. Bu, “kadim materyalizm”in hayat ve ölüm felsefesi, yani “dünyevi ilahiyat”ıydı.
Don Kişot’u alaya alanlar, sandılar ki, bu yarı deli adam hayatın değişimine ve gerçekliğine ayak uyduramadığı için öldü. Bu dünyaya layık olmadığı için soluğu tükendi sandılar. Oysa, bilgeler oradaki hakikati gördüler ve “asıl bu dünya Don Kişot’a layık değildi,” dediler. Bu yüzden öldü o. Bir Che, bir Zozan gibi, yaylarına bir ok takıp attılar ve sonra onların hızı ve arzusu karşısında yavaş kalan bu dünyadan ayrıldılar.
“Belki onlar değersizdi” diye düşünen zihniyet, aynı şeyi asırlar önce İbni Rüşt için de söylemişti. Öyle ya, devenin bir yanında tabutu, diğer yanında eserleri vardı. “İşte gördünüz, yazdığı kitaplar, bir ceset kadar ölü ve değersiz,” dediler. Bunu söyleyenler yobazdı. Bu hayatın ve insanın sonsuz ışığını görmeyen, ölülerimizin müthiş bir güzellik örtüsüne sarındığını fark etmeyen cahillerdi.
Bilge halk, Hz.Ali’nin cenazesini böyle kötü dillerin nazarından uzak tutmaya çalıştı. Bu yüzden Ali’nin cenazesini kimseye bırakmadılar, onu Ali’nin kendisi taşıdı. Aynen şair Cemal Süreya’nın söylediği gibi:
“Deve, devenin üstünde tabut, biri çekiyor deveyi
Üçü de Ali: deve, deveyi çeken ve tabutun içindeki.”
Hz.Ali’nin kendi tabutunu taşıdığına dair inanç bir mucize söylencesidir. Hayat çok katlı ve çok anlamlıdır. Söylenceler de öyle. Farklı ve dünyevi bir maneviyat tarifi olarak, her cenaze, hayatın ve ölümün bütünlüğüne işaret eder. Bir insanın tabutu, hayatındaki iyiliklerin ve kötülüklerin toplamıdır. Eski Yunan filozoflarının sevdiği “insanın karakteri, onun kaderidir,” sözüne uygun biçimde, yoksulların efendisi ve bir mazlum olarak anlatılan Ali kendi ölüsüne sahip çıkabilecek kadar ulu bir hayatın sahibiydi.
Bedeni yok edildiği için mezarı bulunmayan devrimciler için de hayıflanmamalı. Onların yüreği, kendi cenazelerini kaldırmaya muktedirdir. Onların görkeminde bütün bir kainat savrulur. Çünkü insan nasıl yaşadıysa ölümü de öyle olur. Ölümünün değeri, hayatının ve yaptıklarının değeri kadardır.
Herkes kendi tabutunu kendisi taşır.

(BİRGÜN, 08 NİSAN 2010)

Diğer Yazıları