Yirminci yüzyılın büyük şairlerinden Cigerxwin, bir şiirinde hikaye eder:
Genç bir Kürt Beyi bir gün kırlarda yaşlı bir kadın görür. Artık iyice göçmüş, çirkin bir kadındır. Kürt Beyi atını ona doğru sürünce, kadın biraz gençleşmeye başlar ve güzelleşir. Bundan korkan Bey, çekinir, atını geriye sürer. O zaman kadın tekrar yaşlanır, beli bükülür.
En bilinen yoruma göre, feleğin çarkından geçen bir halkın şairi olarak Cigerxwin, bu şiirde yurtseverlik duygularına yaslanmaktadır. O kadın, Kürtleri temsil eder. Bir Kürt, halkını unutur ve onu yüz üstü bırakırsa, ülkesi, bir kadın gibi yaşlanır ve solgunlaşır. Ama ona yaklaşır ve el uzatırsa, vatanı gençleşir, güzelleşir.
Bütün yüreklerin kulakları sağır. Artık hikayelerin bile yorulduğu bir eşikteyiz. Bu topraklarda komşunun komşuya tahammülünün sınandığı zamanları yaşıyoruz.
Güngörmüş bir siyasetçi olan Kürt Ahmet, kendi kimliğine sahip çıktığından ve sadece Kürt olduğundan dolayı saldırıya uğradı. Yirmibeş yıldır bu topraklara yâr olan otuz bin can yetmemiş sanki, ya da köylerinden kopan iki milyon kişi az gelmiş.
Hava kurşun gibi ağır. Sabrın zorlandığı bir zamandayız. Ama hırçınlığın nedeni de açık. Kürt düşmanı faşizm, bir halkı kin ile, kan ile ve inkar ile dize getiremediğini gördüğü için çaresiz. Bu yüzden saldırganlığından vazgeçemiyor.
Nazım Hikmet, bir şiirinde, ‘’Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu, çok korktuğu için çok konuşuyor,’’ demişti. Bu ülkede iflah olmaz birileri de, ırkçı hazları tatmin olmadığı için deliye dönüyor. Çünkü, Kürtlerle bir arada, onları Kürt olarak kabul ederek yaşama gücünden ve güzelliğinden yoksunlar. Biz bağır bağır bağırıyoruz. Çan çalmıyoruz. Sela okumuyoruz. Bu bitmiş bir şarkının adı değil. Bu toprakların binlerce yıllık çocukları, burada doğmaya ve burada ölmeye devam edecekler. Birileri bundaki kardeş güzelliğini fark edemiyor. O yüzden korkuyorlar ve korkunun esiri olarak zehir içinde kahroluyorlar.
İki gün önce toprağa verdiğimiz kız kardeşimiz Evrim de hep bunu anlatırdı. Erken giden bir süvari olan Evrim, bütün kelimelerini, çeyiz hazırlayan bir kız gibi güzel bir geleceğe ve kenarları nakışlı aynalara adadı. Annelerimizin kendi dilimizde anlattığı masalların kapısıdır o aynalar. Onları kırmaya kimsenin gücü yetmez. Ölümün bile.
Izdıraplarla yaşamış bir kadına, ‘’Bunca acıya nasıl dayandın?’’ diye sorduklarında, o, ‘’Taş olsam dayanamazdım, toprak oldum dayandım,’’ diye cevap vermiş.
Hava kurşun gibi ağır. Ama biz acı istemiyoruz. Hava kurşun gibi gebe. Ve biz bu hayata dayanmak için taş değil, toprak olmaya çalışıyoruz. Yoksa bu kin ve kan deryası hepimizi boğar.
Yüreklerin kulakları sağır diye, dağlarda çocuklar daha mı ölsün? Eğer murad oysa, o dağlarda yaşlı kadınları arayan binlerce süvari her zaman olur. Ama asıl mesele, yaşadığımız şehirlerin, köylerin ve sokakların arasında özgür bir solukla dolanabilen insanlar olabilmektir. Yoksa ölmek ve öldürmek, sanılanın tersine, bu çağın kolay işidir.
(BİRGÜN, 15 NİSAN 2010)