Menu
KELEBEĞİN YÜREĞİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • KELEBEĞİN YÜREĞİ

KELEBEĞİN YÜREĞİ

Kelebek işte, kanatlarında bin bir renk taşıyan, değdiği yere kendinden bir renk bırakan nazenin ölümlü. Her şey ölümlü ama onunki farklı. Ömrünün hesabı aylar ve yıllar ile değil, saatler ve günler ile çünkü. Ya da tâbir-i diğerle hesabını süreceği bir ömrü olmadığı gibi, onu hesap etme gibi bir derdi de yok. Baksana, rengini aldığı yere koşturuyor, özünü aldığı yere adımlıyor. Rengi, toz zerrelerinden, desenleri nadir, uçuşu nazlı. Ömür kısa, derdi kısa, seveni nâkıs. Bekleyeni az, gözleyeni az, hasretle yanıp tutuşanı az. Takipçisi yok, dertlisi yok, aşığı yok. Sevgisi çok, işi çok, derdi çok. Öyle ya, bazıları renk vermeli gittikçe grileşen dünyaya. Tüm renklerin tek renge evril(til)diği vasatta birileri çok renkliliği yüksek sesle dillendirmeli. Eğer bir arayış varsa sinede, her haliyle renkler korunmalı, renk katan olmak için çabalamalı. Kelebeğin sevdası da bu işte. Gök kuşağını, gök kuşağı olarak kabul etme erdemi. Birileri sevi/ni/yor diye gök kuşağı, tüm renklerini mora dönüştürmez…

Kimileri de kelebek yürekli olur. Olabildiğince öte dünyalı, olabildiğince ahiret eksenli. Dünyanın ne kadar zalim bir hal aldığını gördüğü halde, dünyanın ne kadar iyi bir yer olabileceğinin hayalini sürecek kadar sâfi; çevresindeki her şeye bir adım geriden bakabilecek kadar mesafeli ve çevresindeki her şeyi iliklerine kadar yaşayabilecek kadar toplum içre; çevresinin tüm renklerini görme izzetine sahip ama çevresine kendi rengini verme sevdasından asla vazgeçmeyecek kadar kararlı; bir âşık kadar buğulu gözlü, bir derviş kadar ihlas kokulu, bir fakîh kadar ince zekalı… Ve bu hâlinin gök kuşağını kucaklamak anlamına geldiğini gayet iyi bilecek kadar ‘kendi’ bilincine sahip… Kelebek yüreklilik haddi zatında toprak-tabiatlı olmanın tezahürü. Çünkü insan, kendisini bir şey/ler/e ait kılarak tanımlıyor nefsini. Yani bizatihi kendi nefsini değil, kendisine biçilen rolü; bizatihi özünü değil, eylem ve söylemlerini; bizatihi kendi canını değil, kendisini niteleyen sıfatları öne çıkarıyor. İnsan, bizatihi ‘ene’sini anlamlandırabildiği zaman bazı şeylerin kıyısına gelmiş olacak galiba. Özetle insan sadece yapı taşını, şimdisini, ötesini tanımlayarak değil, kendisini erdemli kılan değerler sisteminin künhüne vakıf olarak hakikati kavramanın yamacına gelebilir.

Diyojen’in erdem anlayışı, gündüzün ortasında eli meşaleli sokaklarda yürüyüp insan aramaya sevk etmişti onu. Nice kutlu yürek, insan olma mesuliyetinin altında iki büklüm olup “n’olaydı taş olaydım, ağaç olaydım” demiş, niceleri kitaplarını yakıp kâinatın gerçekliğini/anlamını bulmak için çilelere kapanmış, niceleri seyyâh olup yollara düşmüş, niceleri Ferhâd olup dağları eşmiş, niceleri Mecnûn, Tristan, Kerem olup yolları aşmış, niceleri Hallâc-ı Mansûr olup şehâdet şerbeti içmiş, niceleri “Allah’ın bana eşyanın mahiyetini göster”, “Allah’ım hayretimi artır” diyenin ayağının tozunu gözlerine sürme olarak çekmenin davası peşinde koşmuş, niceleri Yûnus olup Molla Kâsım’larla mücadele etmiş, niceleri rasathanelerde gökyüzünün sonsuzluğunda kendini yitmiş, niceleri “sevgili, sevgili” diye diye teslîm-i cân etmiş, kimileri işi deliliğe vurmuş hikmet içmiş, kimileri kimselere halini açamadığından sükût eylemiş… Ahh! Sen, her şeyi kucağında bulan, iyi için çabalamayan, tefekkürün zahmetinin tadına, irfânın rikkatinin buğusuna, ihsânın ikliminin kıyısına hiçbir zaman giremeyecek olan! Sen, ey nefsim! Bak hele kelebeğe… Ne der senin sinene? Sonsuz olmanın imkânın arayıp duruyorsun ya, iyice baksan ya ona… Bu dünyanın, altından pehlivanların, kralların kalkamadığı yüklerini neden yüklersin kelebek tabiatlı gönlüne? Sen de “toz kanatlı kelebek” gibi dünyadan kâm alma sevdasından kurtulduğun anda rızâ ve sonsuzluk lütuflarını kucaklayacağını bilmez misin? Ne zamana kadar iyiye çağıran özünü bastıracak, doğruya çağıran gönlünü susturacak, yolunu bulmaya çalışan canını saptıracaksın? Kurtuluş toprak-tabiatlı, serçe özlü, kelebek yürekli olmakta…

Bir yolun yolcususun anlasana. Sen de “onun boyası” ile boyan yeterince ve bir renk bırak arkanda yeter; sen de içerisinde kibir, gurur, benlik olmayan bir sedâ bırak bu gök-kubbe altında. Çünkü nice ‘ben’in altında kalan çalışkan/üretken/başarılı yitip giderken; nice ‘ben’ini aşan derviş, âşık, mecnûn yürekte hala… Bir kelebeğe bakıp mest olma şerefini elde edenler, senin niyetine ve eylemine bakıp hüsn-i şahâdette bulunurlar emin ol! Sen yürü, teşekkür beklentisinden âzâd ol, sürekli yenilenen vasatın içerisinde istikrârını koru, Allah merkezli ol yeter! Eğer takdir O’ndan ise, eğer insan olma becerisinin kıyısının kokusunu aldığını düşünüyorsan ne gam sana!

İnsan tevazuunu ne zaman yitirdi, ne zamandan beri kendisini sırf bu dünya ile tanımlar oldu? Tabiatı okumayı; şelâleleri dinlemeyi, karıncaları izlemeyi, meyvelere dalıp gitmeyi, yıldızların kucağında uyumayı, toprak kokusunu içine çekmeyi ve bunların her birine her an hayran olmayı, bunların her birine hayret etmeyi ne zaman unuttu? İnsan, kendi küçüklüğünü, tabiatın içerisindeki yerini tayin ederek kavrama sevdasından ne zaman vazgeçti? Kendi büyüklüğünün, kendi küçüklüğünü kavramakta olduğunu anlamaktan ne zaman ictinâb etti? Bu kavrayış/bilinçlilik halinin, kendisini Yaratanı bilmeye götüreceğini ne zaman anlamaz oldu?

Hakîm insan, bir başka insandı. Sınırlarını iyi bilirdi. Nereden konuşacağını, kime konuşacağını, ne kadar konuşacağını da iyi bilirdi. Söz düşmedikçe konuşmama, sükût gerekmedikçe susmamanın erdem olduğunu anlamıştı. Gönlündeki ve zihnindeki taşlar yerine oturduğundan, yeri geldiğinde hangi gediğe hangi taşın yaraşacağını iyi bilirdi. O hikmet timsalinin izlerini de yitirdik. Bazen terzi, bazen nalbant, bazen aktar, bazen kunduracı, bazen rençber olan bu hakîm insanlar binip gittiler atlarına… Biz kaldık geriye, elleri iki yana düşmüş biz…

Pervane olmayı unutalı da çok oldu, tıpkı derviş, miskîn, tâlib olmayı unutalı çok olduğu gibi. Halbuki “bülbül, aşkı pervaneden öğrenecekti” Sâdî’ye göre; halbuki “sonsuza uçmanın” yolunu gösterecekti kelebek bize; halbuki kanadını tutuşturmayanın, hikmeti kucaklayamayacağını anlatacaktı gönüllere… İyi olma imkânı veren veya verme ihtimali sunan her yolu bir yol bilmeli. Keyfiyetini bilmeksizin eldekine körü körüne yapışmaktansa, elde olmayan ama erdemli kılacağı düşünülenin künhüne vakıf olmak için çabalamak, en azından onun yolunda olduğunu düşünmek daha doğru bir tavır olacaktır.