Menu
ŞEHRİN PALİMPSEST GÖZLERİ
Haberler • ŞEHRİN PALİMPSEST GÖZLERİ

ŞEHRİN PALİMPSEST GÖZLERİ

http://www.youtube.com/watch?v=WgXtr14ppos&feature=relmfu

“Gül, ey bir âna sığmış ebediyyet rüyası!..”

Çoktan beridir bu şehrin taşlarının, duvarlarının, evlerinin ötesinde, sanki onların altına kazınmış başka mânâlar olduğunu hissediyordu. Şehrin mezarlığının altında yaşayanlar vardı meselâ… Onunsa yaşamıyor gibi yaşadığı bir varlığı... Belki de onun varlığının altında ve gözlerinin ötesinde, ondan evvel yaşamış bir ölünün gözleri vardı. Yaşamış, üst üste yığılmış ve sonra silinmiş hayatlar, fotoğraflar…

Öyle olmasa fark edebilir miydi şimdi kocaman bir AVM olan binaların vitrinlerinde bir belirip bir kaybolan eski evleri? Sokakta yürürken aniden çürüyüp toprak olan insanları, eriyen ağaçları, kül olan sarayları?

Bazen Koza Hânı’nın dört kapısında dört derviş görürdü. Her biri dört farklı iklimden girerlerdi şehre… Metro istasyonunun yürüyen merdiveninde insanlar, kendilerine ait bir durağı olmadığı için daha da yükseklere çıkıp kaybolurlardı. Silinmiş bir ülkeye…

Her sabah daha derinde, üs tüste yığılmış binlerce hikâye ve hatırasıyla başka bir tarihe yürüyordu sanki şehir…

Ne garip… Zamanın durup biriktiği köşelerin bir hikâyesi yok sanıyordu insanlar. Oysa bir çiçeklik canı vardı insanın. Toprak, kefeni incecik bir parşömene çevirip gömer toprağın hafızasına nice cânları… Bu, bir çürüyüş değil, başkalaşımdır.

Âşık, bir cezbe hâlinde okur şehrin boşalan hafızasını. Bu yüzden yuvasından sürülür, prangalara vurulur… Bu yüzden kazınan boşluktan korkunç bir siluet fırlar ve çığlık çığlığa şehrin caddelerinde kaybolur.

Derin… Çok derin bir musikidir bu; Segâh'tır. Şairin güvercin gibi yuvalarında dönen gözbebeklerin o an resmettiği muazzam fotoğraflardır. Kör bir çölün üzerinden kazınmış, görünenin ardına saklanmış notalar gibi âşığın parmaklarında eşsiz tınıya ulaşır. Belki de Segâh, palimpsest bir orkestranın zamanın zembereğinden boşalmış sesidir.

Belki de bu yüzden korkar ve odasına kapanır şehrin şâiri.. Bir anda gözbebeklerinden iç içe geçen binlerce gözü fark edip ürker! Kim bilebilir ki hikâyenin aslında baştanbaşa palimpsest bir ayna olduğunu.

Bu aynada “ayrılık” vardır. Ayrılık… Anadan, babadan, yârdan ayrılık…

Bugün sokaklarda yürürken bunları düşündü hep…

Çünkü çoktan beridir bu şehrin taşlarının, duvarlarının, evlerinin ötesinde, sanki onların altına kazınmış başka mânâlar olduğunu hissediyordu. Bazen balkondan düşüyordu gözleri sanki. Bazen bedensiz ruhların peşinden koşuyordu caddeler boyu. Kalem değil, bedeni yoruyordu onu. Çünkü bedeniyle görülmeyenlerin ardında düşmek neredeyse imkânsızdı. Üst üste kazınıp yazılmış hikâyeleri okumaksa çok zordu.

Bu sabah güneşin ışıkları garip bir kızıllıkla çalışma masasına yansıdığında defterinin üzerinde yüzü dağılmış bir hayal gördü. Eski bir Bursa sokağında dolaşıyordu hâyal. Tuhaf bir huzur vardı yüzünde. Gözlerinin içinde ise bir kuyu… Kuyu bir Yusuf masalını anlatıyordu. Yusuf babasını çok seviyordu. Neş’eyle kırlarda dolaşıyor, boyuna bir şeyler anlatıyor, bazen de durup boynuna sarılıyordu.

Bir dağ gölü etrafında toplanmış çocukları gördü sonra… Eğilmiş suda yanmayan güneşe aşktan soruyorlardı. Hâfız’ın kabrinde açan çiçekler biliyordu cevabı.

Gözleri yürüyordu hâlâ… Ya da yürütülüyordu… Mûsikâr bir rüzgâr okşuyordu yüzünü…

Yürüyordu... İçinde tuhaf bir huzur vardı... Rüzgar saçlarını okşuyordu... Sonra tuhaf bir şey oldu. Yalnız bir çocuk yatağında bekliyordu. Ağır, yapışkan bir ifade vardı gözlerinde. Okumak istemedi zamanın parşömen gözlerinden silinip kazınmış bu ifadeyi.

Belki de okumaktan sıkılmıştı artık. Sisli bir perdenin ardından bir uzanıp, bir bir toprak olan hayallerden usanmıştı.

Belki de o artık okumak değil, okunmak istiyordu.

Gözlerini yumdu…

Şehrin palimpsest gözlerini daha fazla görmek istemiyordu…

Haşiye:
Palimpsest: Orta çağ keşişlerinin üzerindeki eski metinleri kazıyarak, yeni metin yazmakta kullandıkları eski çağ parşömenleri.