http://www.youtube.com/watch?v=XzeKtiZ1UN8&feature=related
“Kapalıçarşı, kapalı kutu” demiş şair…
Hangi şair söylemişti şimdi bunu hatırlayamadım ama, şehrin kalbi belki de bu kapalı kutunun içinde bir yerlere gömülü.
Mahkûmu olduğum bir zaman dilimi içinde, şimdiki dünyaya bakan gözlerimin eşyanın ardındaki sırrı didikleyerek acı çekmemi kim istiyor ki benden? Üstadım Tanpınar gibi zamanın durduğu ve biriktiği mekânların ürpertici loşluklarında aradığım ne? Zamanın hem içinde hem de dışında yaşamak ve hep ıstırap çekmek!.. Neden?...
Zaman bir lastik gibi gevşiyor zihnimde…
Kapılıçarşı’nın en altına doğru yürüyorum. Eski kahvehane çarşısının en köşesinde eski bir tacirci gümüş gözleriyle bana gülümsüyor. İnsanlardan kaçan bir münzevinin ruhlara tesadüf etmesi muhakkaktır. Bu sima belki de geçen Cuma Ulucami’nin batı kapısından aşağı inerken gözüme takılan amcaya aitti. Yanındaki küçük çırağa;
“Oğlum sifte yaptıysan gelen ikinci müşteriyi komşuna gönder, o da bir rızık kazansın”
“Olur usta!..”
Olur usta… Komşusuna müşteri gitmemesi için kapı önüne ayakçı tutan esnaflar içinde böyle bir usta varsa, o muhakkak şimdiki zamana ait biri olamazdı. O usta ki, çırağını evlendirene kadar korur, yetiştirir ve evlat gibi benimserdi. Ustanın yanında yeni bir usûl denemek ne büyük münasebetsizlikti. Doğal bir akademiydi çarşı. Her mesleğin sırları isteyene sonuna kadar açılırdı.
İster tenekeci örsü öğrenirdi talip olan, ister faytoncular çarşısında faytonların ağaç kısmını yapardı. İpekhan girişinde köfteci Salih şıra fıçılarını her sabah doldururdu.
Çarşı, kalbinde sakladığı esnafın ruhunu ara-sıra gösterir arayanlara… Bu yüzden çarşı hem bugünde hem de dünde yaşar. Belki de insan çarşıda gezerken bir an düşünür? Burası neresi? Şu eski dükkânların gerçek sahipleri kimlerdi? Şu ipekçiler Hanı’nın evveli nasıldı? Ya daha evveli?
Küçük, kısa pantolonlu bir çırak… Yüksük veriyor eline usta… Bacak bacak üstüne at diyor sonra, teğel almayı gösterecek... Çocuk kızarıyor, utanıyor, titreyerek atıyor bacağını ötekinin üstüne!... Çünkü büyük birisinin yanında bacak bacak üstüne atmak ne demek? Akşamüstü körüklü cüzdandan çıkardığı 25 kuruşa dolu gözlerle bakıyor çocuk… Öyle ya? Babasından aldığı harçlıktan çok daha az bu para… Ama zaten babası da öyle söylemişti akşam eve vardığında; “ “Oğlum hem sana meslek öğretecek hem de para mı verecek usta?
İçimden kuşlar havalanıyor..
Gümüş şadırvandan güvercinler su içiyor.
Bütün bir çarşıyı kucaklayacak kadar uzuyor kollarım…
Gözleri her sabah şehrin üstünden geçen Üftâde Hazretlerine kadar gidiyorum. Kentin asırlık yalnızlığına yoldaş çınarlar içten içe yeşeriyorlar.
Sanki kaybolan ve dağılan varlığımı benliğimi artık bir araya toplayabilirim.
Koza Han girişinde seçtiğim ipek örtüyü sararken şefkatle gözlerimin içine bakıyor. “Yavuz Sultan Selim Hân’a ait bu pahalı ipek berat örtü Malhun Hatun’a yakışır” derken sanki “Ben de bu zamana ait değilim” demek istercesine gülümsüyor.
Yetim büyümüş Mehmet Usta… Komşu esnaf Remzi baba, oğlu gibi sevmiş korumuş. Hatta kendinden iki yaş büyük oğlu ona bir kravat getirmiş ve tak demiş. Saygısızlık olmasın diye abiye, o gün bugündür kravatsız gezmiyormuş. Ne garip… Nerden gelip, nerede olduğunu ve nereye gideceğini bilen insandan daha bahtiyar kim var?
İçimden kuşlar havalanıyor…
Bilmem kaç asır evvel yine bu çarşı içinde dolaşan ruhlarla karşılaşıyorum…
İnsan güzeli görmek isterse, görüyormuş.
En güzeli onlar da bana bakıyorlar ya?
Onlar da bana ülfet ediyorlar ya?
Perdeciler arasından upuzun bir minare…
Çeşmelerin, çinilerin arasından yükselen bir ney sesi…
Akşam Ulucamii üzerine kurşuni bir gök kubbe gibi
iniyor…..