YAKAZA TÜNELİNDEN GEÇMEK
https://www.youtube.com/watch?v=rRbyZ3eD-9M
The Medicus (Hekîm); Amerikalı bir Yahudi olan Noah Gordon’un aynı adlı romanından beyaz perdeye aktarılmış bir film.
Filmi izleyenler hemen fark edecekler ki film baştan sona birçok târihi saptırmalar ile dolu. Esâsında bu da bir imkândır. “Kâinatta her şey zıddı ile kaim” gerçeğince biz de filmi tersinden okuyarak pekâlâ hikmet ve bilgiye tâlip olabiliriz.
Film, Rob Cole isminde bir İngiliz gencinin tıp ilmine merâkı ve bu ilmi elde edebilmek için hekimlerin babası İbn-i Sînâ’ya talebe olmak aşkıyla çıktığı yolculuğu, bu yolculuktaki zorlukları ve nihâyet İbn-i Sînâ’ya talebe olmasıyla başından geçen hâdiseleri konu ediniyor.
Şunu da hemen ifâde etmek gerekir ki, Amerika’nın bu filmi âmiyâne bir ifâdeyle fazla “iplemediği” ancak Avrupa’da âlâka gördüğü ise bir vakıadır…
Rob Cole’nin yaşadığı dönem İngiltere’si belli ki Orta çağ taassubunun en zifir zamânını temsil ediyor. Kilise hekîmlere, hikmete ve irfâna son derece karşı. Bu sebeple içinde hikmet barından her düşünce ve oluşuma âdetâ düşmanlar. Halk çok fakir ve pislik içinde yaşıyor ve boğaz tokluğuna çalışıyor. Avrupalının o devirde bu denli pis ve vahşet içinde yaşamasının altında pek tabiî ki su ve sabunun yokluğu yatmıyor. Avrupa “üns”ten, ünsiyetten mahrum.
Bir Yahudi yazarın roman kahramânı olarak bir “İngiliz”i” seçmiş olması ne kadar gariptir. Niçin Betlehem’den yahut Celîle’den değil de İngiltere’den. Rob Cole, gerçekte ne bir İsevî’dir ne de Musevî… Rob Cole, İngiltere’nin ruhunu temsil eden Antik Mısır Firavunları’nın Keops’un en yüksek piramidinde sakladığı ve Hermes’ten çalmayı başaramıdığı o hikmetin peşinde hâlâ. Rob Cole o aşkın peşinde!
Şeytan ve aşk! Ne kadar taşlanası bir fikir!
Yine de Rob Cole bir kuldur, insandır. Bu bağlamda biz Rob Cole ile onu etkisi altına alan ruhu ayrı düşünmemiz icâb ediyor. Çünkü Rob Cole’in de başı Ortaçağın’ın karanlık sokaklarında gözünü açtığı için dertte değildir, bizzat bilip de hatırlayamadığı bir diyardan âdetâ fırlatılmışlıktan dolayı sıkıntıdadır. Avrupalı, Rob Cole’nin şahsında içten yâni bâtından yoksundur. Dışı gibi içi de kirlidir, karanlıktır. Çünkü kendi içine düşme, düşünme yasaktır. İçine döndüğünde u/yanan ateşten yoksundur Avrupalı Rob. Asıl vahşet de bundan kaynaklanmaktadır; “kamışlığından!”
Rob Cole çok küçük yaşta annesini kaybeder. Onu annesinden ve akabinde küçük kardeşlerinden ayıran yarık sebebini bilemediği bir “karın ağrısıdır”. Küçük Rob, annesi fenalaştığı sırada koşup kasabanın çılgın şifâcısını annesini iyi etmesi için getirir ama nâfile. Başında bekleyen papazlar kilisenin duası dışında bir şifâyı kabul etmemektedir ve zaten şifâcı da annenin durumunun pek de iç açıcı görünmediğini anladığından kiliseye de ters düşmediğini belli edercesine hiçbir müdahale etmeden çekip gitmiştir.
İşte bu durum çok derin bir travma yaratmıştır kahramanımızda. Annenin ölümünün ardından kardeşleri evlâtlık olarak alınmış, evi ocağı âdetâ köylüler tarafından yağmalandığı için de ortada kalmıştır. O da çâreyi şifâcıya zorla yamanmakta bulmuştur.
Burada insanların gözünden kaçan çok sarsıcı bir hakîkati fark etmemiz gerekli. Rob, ilk defâ annesinin ölümü ânında elini kalbine koyarak onu dinlemiş ve “zamansız bir zaman” ânında âdetâ bir “yakaza”ya tutulmuştur; yâni yaşadığı o çok derin acının şokuyla âdetâ u/yanmıştır Rob.
İşte bu yakaza yâni u/yanış hâlinden sonra fark etmeye başlamıştır insanı, ruhu ve bedeni. Yaşadığı acı içinde bir fitil olarak yanmış ve ilk defa orada okumaya başlamıştır eşyâyı, insanı ve kendini. Kendisini bir evlât olarak benimseyen şifâcı ile birlikte geçirdiği yıllar boyunca hep bu içinde yanan ışığın aydınlattığı miktarca anlamaya çalıştı her şeyi. Onu şifâcı olmaya iten en önemli etken elbette ki annesini bir “karın ağrısından” kaybetmiş olmasıydı. Sanki bunun sebebini öğrenip tedavi etse annesi ve bütün ömrü, kardeşleri yeniden kurtulacaktı. Bu aşkla okudu hayatı ve insanları, tabiatı, canlıları. Bulduğu hayvan leşlerini dahî bu merakla inceleyip şifâcı babasının karşısına geçerek elini böğrüne koyup sorular sordu; “İçimizi hiç merak etmiyor musun? Derimizin altını… Burada ne var? Peki ya burada? Burada…”
Yaşlı şifâcı şaşırmış bir hâlde genci dinliyordu. Rob’un annesini kaybetme ânında yaşadığı o derin yarılış ve yakaza hâli daha sonra “ölecek hastaları” hissetmesiyle devâm etti. Çünkü hakîkat önceden bildiği fakat henüz hatırlayamadığı perdeler ardındaydı. Burada asl olan insanın bilgiye değil, o bilgiler sâyesinde kendi zâtına kavuşmasıdır. Gerçekte de her insan böyle bir hasreti taşır içinde. İnsan ara sıra bir yarılış ânında, sevinçte ve kederde o hüznü hisseder kalbinde. Hangi millete ve milliyete ait olursa olsun bir ezgide, bir tabloda, tezyinde, doğada, denizde hep bu hasretini hatırlar. Kimlik ve kişiliğinin de ötesindeki “kendini”.
Burada insanlığın târihi kadar çok derin bir toplumsal okuma çıkıyor karşımıza. Târih boyunca hiçbir toplum kendisine giydirilen kimlik ve kişilikler üzerinden bulamadı kendini. Elde ettiği hiçbir başarı onu içindeki o iç sıkıntısından, eksiklikten, hasretten kurtaramadı.
Bu sebepten olacak çok kurnaz davranmış yazar, bu içsel sıkıntıyı hiçbir dînin ve kimliğin değil, bizzat “insan” olan Rob Cole’nin üzerine yıkmış. Rob, kendinden uzaklığı yâni vahşet ve dehşeti temsil eden Ortaçağ Avrupalısı gibi hayâtı sadece yemek, içmek ve cinsel zevkler olarak telâkki etmemiş, daha doğrusu edememiş. İçine düştüğü o yakaza, uyanıklık hâli onu günden güne daha da yakînleştirmiş. Peki neye? İnsan neye yakınlık duyarsa o şeye…
Yine burada filmde açılan çok derin bir çizgiden bahsedelim. Filmde şifâcılar bir nevi “büyücü” olarak vasıflandırılıyor. Rob Cole evvelden de ifâde ettiğimiz gibi bir kimlik ve kişilik olarak dayatılmıyor bize. Rob, bir yakaza ve uyanıklığı temsil ediyor yâni bu iç aydınlığında toplumun dayattığı kimlik ve kişilikler üstündeki asıl kendini, kendindeki kendini yâni Hakk’ı arayan insanı temsil ediyor Rob.
Bu kadar temiz bir hakîkatî onca saptırma ve çamur içine yerleştiren yazar ve yönetmeni tebrik mi etmeli yoksa teessüf mü o da ayrı bir tez konusu olsa gerek. Çünkü “yakîn” kavramını burada çok açık olarak okumamıza izin verseydi şâyet biz Rob’un kendini, yaradılış hikmetini sorgulayan suallerine birlikte cevap arayabilirdik. İlk etapta “ben kimim?” sualine; “Ben insanları( yâni ünsiyet edenleri) ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım!” âyeti ile cevap verecektik.
Biz sormasak da Rob’un yazarı ve yönetmen bunun da farkında. Çünkü ünsiyete, yâni yakîn’in karşına uzaklığı, ins’in yâni insanın karşısına ise cinnî’yi koyduğunu, filmde şifâcıları kilisenin bir nevi büyücülükle itham etmesinden anlıyoruz.
Rob Cole, İbn-i Sînâ’ya ulaşana dek bir yakaza tünelinden geçiyor. Bu tünelde acı var, ayrılık var, yoksulluk var, hastalık var, iniltiler var, aşk var, çöl var, Leylâ var, bulmak ve kaybetmek var… Kaybedip kaybedip bulmak var…
ŞARK'IN TÂLİHİ ve TÂRİHİNİN ÜZERİNDEN "ORYANTALİST BANDROLÜNÜ SİLMEK
Rob Cole, yaşlılık ve hastalıktan artık göremez hâle gelen ihtiyar babalığının gözlerini ameliyat eden Yahudilere bunu nereden öğrendiklerini sorar. Onlar da bu işi İsfahan’da koca bir tıp sarayı olan hekimliğin pîri İbn-i Sînâ’dan öğrendiklerini söyler.
O güne kadar bir berberin yanında diş çekip, kulunç kıran Rob için bu hayâtının dönüm noktasıdır. Üstelik, annesinin ölüm döşeğinde; “ Hasta birinin Tanrı’ya yakarmaktan başka bir çaresinin olmadığını” söyleyen kilisenin karanlığından “aydınlanma” yoluna atılan ilk adımdır ayıca...Bu durumda daha fazla duramaz Rob ve ertesi sabah yola koyulur. Manevi oğlundan ayrılmak istemeyen babalık da onun bu “ideali” karşısında fazla direnemeyip yol harçlığını da vererek onu âdetâ bir ankâ gibi uzak diyarlara uğurlar.
Ne tuhaf… Rob’un yedi derya ve yedi çölü aşar gibi âdetâ Kaf Dağı’na ulaşan bu yolculuğu neredeyse bir Şark masalına dönüşüverir. Çöl, kum, tarak, âhu gözler, masal, Simbad bütün semboller bu mâcerada sabitlenir.
Tıbbın pîrine ulaşma yolunda filmin içsel metnini Heredot târihinin kıt felsefesine dayandırmak Batılının kronikleşmiş bir hastalığıdır zîrâ. Rob, Ortaçağ’ın o sefil ve karanlık diyârından Şark’a yolculuk yapacaksa da, bu esâsında zamanda bir yolculuk yaparak geriye gitmek ve târihin olmasa da tâlihin yanlış yazdığı İbn-i Sîna’yı tahtından indirip, yerine İbn-i Sînâ’ya hocalık yapabilecek Rob Cole’u oturtmaktır. Nitekim filmin sonuna doğru kahramânımızın İbn-i Sînâ’yı medresesinde, kürsüsünde neredeyse iskele babası konumuna düşürecek dehâsına hep birlikte şâhitlik ediyoruz. Öyle ki; vebadan ölen bir adamı mahzenlerde içini oya oya incelediğini ve anatomisini yazdığını görüyoruz. Hatta filmin sonunda İbn-i Sînâ bu İngiliz gence kendisinin asla yapmaya "cesaret" edemediği bu ilmi araştırmayı, edindiği engin bilgileri anlatmasını rica ediyor.
Yâni târih yanılmış efendiler! Kadavra üzerinde çalışmayı ve insan anatomisine dair birçok bilgiyi İbn-i Sînâ değil aslında o İngiliz oğlan keşfetmiş, araştırmış. Hatta araştırmakla da kalmamış Medrese-i Acemistan’da İbn-i Sînâ’ya bizzat aktarmış, ona hocalık etmiş. Yazar ve yapımcı demek istiyor ki; İbn-i Sînâ filân hepsi hikâye. Dünyaya hâkim olan bir AKIL varsa o da aklı ve algıyı da sömürgeleştiren İngiliz aklıdır!
Bu durumda bizim bu yeryüzünde ne TÜRK AKLINDAN ne de İRFÂNINDAN bir esâmeye rastlamamız mümkün görünmüyor! Türk denilen kavim filmde belli zâten; Selçuklu! Târihte ilk Nizâmiye Medresesini kurmuş, irfânın ve aklın, tezyînatın kristal aklı SELÇUKLU! Heredot babalılara göre ise barbar ve vahşî! Doğulu ise bugün dahî Ortadoğu coğrafyasında olduğu gibi güdülmeyi, ehlîleştirilmeyi, idâreyi, yeri geldiğinde köteği hak eden kadim Şarklı! Aklını asla kullanmayı beceremeyen, buna gerek de görmeyen bir taassup sembolü.
Bu durumda filmi geriye sarıp tersinden okumayı deneyelim; İbn-i Sînâ filmde ifâde edildiği gibi Acem değil TÜRK’tür efendim. O devirde bilimin dili Arapça olduğu için eserlerini bu dilde yazmıştır. Kendisinin zindanda intihar ettiği bir iftirâdır. Ayrıca Selçuklular nereden, hangi boyuttan zıplayıp oraya gelmiştir? İbn-i Sînâ Hazretleri Selçuklular zamânında yaşamamıştır. Gazneliler ile Selçukluların yer değiştirmesi hayli ilginç ancak sebepsiz de değildir. Demek istemektedirler ki; "Dünya târihini ancak biz canımız nasıl isterse o şekilde yazarız bozarız! Buna kimsenin de itirazı olamaz!"
Dünyânın târihsizleşmesinin ve Şark topraklarının bir kan gölüne dönüşmesinin temelinde işbu kadim nefilî soyu İngiliz şeytâni aklı ve acem ferzandının bulunduğunu kim inkâr edebilir ki?
İbn-i Sîna Hazretleri bu filmde, acem şâhının “himâyesinde”, medresede değil de bir tıp sarayında perçemli, dua örtülü Yahudilerden başka da dervişi olmayan, hasbel kader oralara kadar gelmiş, yarı meczub bir ihtiyardır. Nerden öğrenmişse işte bir şeyler öğrenmiştir.
Acem şâhı ise Firavunlara mahsus bir kibirle “hastalığın” dahî kendisine dokunamadığı bir yarı tanrı iken, yakalandığı amansız hastalıktan ve ülkesini irfâna karşı olan mollalar ve onlarla işbirliği eden barbar Selçuklulardan işbu kahraman İngiliz çocuk sâyesinde kurtuluyor. O tarihlerden beri bu derece birbirlerine dost, yardımcı ve sıkı fıkılar yâni.
Böylelikle boynuz kulağı geçiyor ve zavallı İbn-i Sînâ efendimiz süklüm püklüm, ayrıca da şok olmuş bir vaziyette kahramanımızın dünya târihine geçecek ameliyat operasyonunda üstâdlıktan yardımcı figüran durumuna düşürülüyor. Kim kahraman, kim hekim, kim hoca kim talebe izleyenlerde de bir zihin karmaşası meydana geliyor.
Bâtıl Batı, yüzyıllardır insanlığın şuuraltıyla işte bu şekilde oynuyor. Onun için Şark; hendeseden ve fizikten anlamayan, simyâyı afyon niyetine çeken, cinlerin pâdişâhından tahsil ettikleri altın ve hazîneleri Batı’lı efendilerine kaptırıp, ayak yalın, baş açık, sîne üryan gezen, kafasının içinde beyin ve o beynin içinde akıl taşımayan, hareminde çıplak hâtunların dansını izleyip, şarap ve şiirle gününü gün eden bir insanlık müsveddesi. Filmdeki zengin acem talebe de bu kabil bir heyula örneği. Şu farkla ki; filmin sonunda veba salgını esnâsında gösterdiği kahramanlıktan sonra huriler, zevk ve safâ yurdu olan cennetine kavuşup ilk tıp şehîdi ünvânına kavuşurken dedemiz İbn-i Sînâ Hazretleri ise “bilginlerin bilgini”, “hekimlerin hekîmi” tahtından, “kendi hayatına kast edecek derecede îman zaafı içinde, bir muvazenesiz” derekesine indiriliyor!
İbn-i Sînâ’nın bir oryantalist şarklı kadar bile olsa irfan ve kahramanlığa lâyık olmamasının altında onun bir “TÜRK ve barbar” olması yatıyor elbette! Böylece bu film, dünyadan TÜRK AKLINI ve muvazenesini, medeniyetini SİLMEYİ planlıyor!
Peki, o hâlde bu filmin kararttığı perdeye yeniden ışık tutarak soralım biz de; Nedir, bu Bâtıl Batılının bu filmde yok saydığı TÜRK AKLI VE MEDENİYYETİ?
Bir dahaki yazımızda da bu suale cevâbımızı bulalım… Zîrâ TÂRİHSİZLEŞMEYE mahkûm dünya ilâhi nizâmı bizim kendimizi yeniden anlama ve ifâde etmemize muhtaç…