http://www.youtube.com/watch?v=GqoVmsdk3HE&feature=related
Hisar…
Bu, kendi masalıyla sermest semt, Nim Sofyan bir ikindi vakti beni çağırıyor derinliklerine… Bütün rüyaların ortak zamanı sanki şehrin tam orta yerine, Tophane sırtlarında her vakit tüten saat kulesinde toplanmış…
Bithynia zamanında yaşayan bir arrâf nasıl bin senelik bir esrarı kurcalamışsa, ufukları koklayan ervah da öylece mührünü vurmuş her bir taşına.
“Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak!
Bir zaman kendini karşındaki rü’yana bırak”
Yahya Kemâl’in bu çok sevdiğim teklifini vakit buldukça Tophane Çay Bahçesi’nde oturup Bursa’yı seyrederek kabul ederim. O’nun güneşi arkasına alarak hayalimizde oynattığı bu perdeyi ben de Tanpınar ve Sâmiha Anne’nin “Boğaziçi’nde Tarih’ini arkama alarak seyrederim…
Bursa ovası dilsiz bir nehir gibi akıyor önümde… Ulu Cami’nin mermer hafızasında ikâmet eden gölgeler birazdan uyanacaklar. Zira her ikindi “Beşinci Makâm’da” buluşan ervah, şehre akmak üzredir.
Ulu Cami’yi ve uzaklarda bir yakut gibi parlayan Yeşil Türbe’yi izlerken bir taraftan da Tanpınar’ı düşünüyorum. Tanpınar, ilk baskıları bulunduğu yerde yapılmadığı için bir türlü “Beş Şehir’in” itfafını hocası Yahya Kemâl’e yapamamış. Neyse ki, sonraki baskılarda bu çok arzu ettiği isteği gerçekleşmiş.
Buna rağmen, Tanpınar’ın hocasının gölgesinde silikleşmesinden mustarip bir portre çizen edebiyat tarihçilerine katılmıyorum. Bunu Sâmiha Anne’nin “Halk-ı Cedid” yazısını okuduktan sonra daha iyi anladım. Belki onların bu hususta bir yığın akademik tezi vardır. Fakat bunların hiç biriyle ilgilenmek istemiyorum.
Zira onlara kulak verirsem, kendim de şu an silinmiş gibi duran bu zaman sarmalından şehre bakınca, Kartacalı Hannibal’dan, babasını “Şol Gümüşlü Kümbet”e defneden Orhan Gazi’ye kadar, binlerce eski cesedin mütemadiyen fecre doğru aktığını asla sezemem. Oysa önüme bu “ikinci zamânı” açan Tanpınar’dan başkası değildi.
Yahya Kemâl;
“Bir ziyaretçi derin zevk alarak manzaradan
Unutur semtine yollanmayı artık buradan
…
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde
Mânevi varlığının resmini çizmiş havaya
Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’ya’ya
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan"
diyerek kalplere soy desenler çizen bu diri zaman tünelinden Tanpınar’ın da geçmiş olmasını…. Ve dahî Bursa taşlarına sinen bu manzaraları kendi muayyen zamanları içerisinde ve hülyalarına dalarak kelime iksirine dökmesini bir şairin kendi üslubunu beyan etmek noktasında bir acziyetmiş gibi asla addetmemeliyiz!
Zîra bu; Sâmiha Anne’nin de kitabında belirttiği gibi bir “halk-ı cedîd” ruhunun aksedişinden başka nedir ki?
Kaldı ki Tanpınar, hocası Yahya Kemal olmasa dahî, ışık ve ruh mimarlarının bizzat tespit ettiği kaleminin ebede kadar akacağı hakikatini kim inkâr edebilir?
Tanpınar, kendi kaderi içerisinde derin bir susuşun ve sükût mahzenlerinin adamıdır. O, Bursa’yı gezerken eski zaman aynalarının kendisini ne vakit çağıracağını bilmeden savrulan bir hüzün avcısıdır aynı zamanda. Hüzün avcısıdır; çünkü taşlara, ahşaba, çinilere ve mermerlere sinmiş hafızanın mirasçısı bir gönle, idrake ve mirâsa sahip bir kalemdir.
Bunu yaparken kimseden ciddi bir beklentisi yoktur. Biraz kadirşinaslık ve vefadan başka… Çünkü aslında o, ne bu “zamanın içindedir, ne de dışında… Yekpare bir ân’ın parçalanmaz akışında” mütemadiyen yüzmektedir.
Billur bir tarih seyri üzerinde, gezdiği bütün sokaklar, türbeler ve camilerde genzini yakan nisyan küfünü ciğerlerine kadar çekmiş bir sanatkârı anlamak için onun gözlerine ve gönlüne bir nebze sâhib olmak gerek…
Oturduğum yerden şehrin üzerine açılan bu gizli neftî yolu geçmek istemiyorum. Bu sebeple kalkıyorum.
Âşıklar Parkı da denilen bu mekân sinesinde Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi ve Orhan Gâzi’yi saklıyor. İnsanlar zaman ırmakları önünde mütemadiyen sefer eylerken, türbeler şehri hiç terk etmiyor. Ne vakit Bursa sokaklarında gezsem şehrin teninde ürperen gölgelerin peşimi bırakmadığını hissederim.
Saat Kulesi’nin önünde duran, omuzları sönük, ince uzun adam dikkatimi çekiyor. Şehre âşık bencileyin bir dîvane olsa gerek. Parmaklarını şakağına koymuş kuleyi inceliyor. Sultan Abdülaziz zamanında bir yangın kulesi olarak kullanılan bu yapı kesme taştan inşâ edilmiş. Kanatları yanmış bir melek gibi türbeleri bekleyen bu kule narin, yorgun ve buruk nedense.
Şehrin görünmeyen ışık ve ruh mimarlarının Tanpınar’ın ruh dokusunu ilmek ilmek ördüğü bir vakıa… Ne ki, o da istidadını ebediliğin örsünde kendisine üslup ve şekil veren bu ustaların eline vermiş. Âyine-i pür-tab-ı mücellâda nihan” olanların elbette her tecessüm etmiş şahsiyette vücud bulduğu bir vakıadır…
Şehrin surları hüzünlü ve buruk çehresiyle her sabah şehri kollarıyla sarmalasa da, Sâmiha Anne’nin de ifade ettiği gibi bu solgun ve kaybolmuş tarih bütün kareleri ile daha yeni bir terkîbin inşâsı için yeniden torunlarını beklemekte…
Zîra; günümüzü ve geleceğimizi inşâ etmede “mâzi”mizden daha kıymetli bir şeyimiz mi var elimizde?
Şehrin dört bir yanında tekkeler inşa etmiş Yesevi Dervişleri büsbütün kaybolmuş değiller. Tozlu aynalardan her daim şairlerin gönlüne mısra damlatan Lâmi Çelebi hangi âşığını Bursa’dan göndermekte? Kalbini fecre tutmuş şehrin Sedefkârı, Nakkâşı ve Çini Ustası gönlünü her dem mâzi ile sırlamakta…
Geçmişin tasavvufi, ilmi, felsefi, tarihî, içtimai ve ruhi hangi hâli tamamen kayıptır da biz bu kadar şaşkın ve mustarip görünüyoruz?
Ken’an Rifâi Hazretleri’nin tekkelerin kapatılması karşısında gösterdiği metanetin ve Hakk’a teslimiyetin altında, esasında bütün kaderlerin üstündeki kaderleri işaret eden bir idrak vardır. Elbette Allah’tan gelen takdiri kul rıza ile karşılayacaktır.
Rifâi Hazretleri’nin işaret ettiği bu idrâki Sâmiha Anne sohbetiyle yetiştirdiği evlâtlarının gönlüne ve kitapları ile de biz gelecek neslin idrakine âdeta nakşediyor;
“Ancak biz… diyor… Bu halâvetli ve çekici zevkin büyüsüne tutulup içine dalmadan, kenarından geçip yolumuza devam edelim. Zîra bir kere dış dünyadan iç âleme geçecek olursak, bir daha geri dönmemiz, o sıcak âlemin hazlarından kopup, tekrar yeryüzü gerçeklerine avdet etmemiz müşkül olur.”
Şimdi anlıyorum Yahya Kemâl’in o kadar rüyadan sonra bizi niçin iç aydınlığına dalmış en sahih aynalara teslim ettiğini…
Yoksa içli bir nefes gibi her ân kendi kıyılarından uzaklaştığını hissederek yaşamak öldürebilir âşıkları.
Bu sebepten olacak Sâmiha Anne kaderimizin önümüze çıkardığı bu ummanda boğulmamamız için bizi kurtaracak limanları bir bir fark ettirmekde ve bir deniz fenerinin aynasında her ân tebessüm etmektedir.
Dehrin iki ucu gibi birbirine tutunmuş mâzi ve âtinin ortasında süzülen aşktır sözleri;
“Eski ve eskilik damgası taşıyan her şey ölmeye mahkûmdur. Ya ölmüş, ya da ölecektir. Ölenin de dirilemeyeceğine göre, bu dağılıp çürüyen bünyeyi bir yeni kalıbın içine dökmek, bir yeni nizamla yeni baştan inşa etmek gerek. Tıpkı durmaksızın kendi kendini yenileyen tabiat gibi, bir yeniden doğuşu beklemek ve hazırlamak lâzım.”
Belki de ben de artık Neşâtî’nin sırrolduğu aynalardan dönüp gelmeliyim şehre…
Soy libaslar içinde yeniden dirilmeliyim…
Akşam oluyor…
Bulutlar gözlerim gibi ıslak ve Tebrizli ustaların teni gibi dağılmış lahor mavisi renginde akıyor boşluğa…
Saltanat Kapı önündeyim…
Artık yürüyebilirim şehre…