Menu
MİSKİNLER TEKKESİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • MİSKİNLER TEKKESİ

MİSKİNLER TEKKESİ

Miskinler Tekkesi’nde kökleri Padişah II.Mahmut devrine kadar uzanan Kocabaş ailesinin son ferdinin dilenciliği meslek edinmesi anlatılmaktadır. Kocabaş Kazasker Şemsettin Molla’ nın torununun hayatı üzerine kurulmuş olan roman  “Şark tembelliği” denilecek bir konuyu ele alarak Rus edebiyatının önemli eseri sayılan Gonçarov’un Oblomov’u ile birlikte değerlendirilecek kadar önemlidir.

Rus düşüncesinde “Oblomovluk” diye bilinen tembellik, uyuşukluk ve hareketsizliği, feodal toplumsal şartların “efendi- köle” diyalektiği ile açıklayan yazarlar gelişen kapitalizmin “çalışma etiğini” yücelterek İlya İlyiç Oblomov üzerinden ezgi düzeni tasfiye etmekte idiler. Türk edebiyat eleştirisinde her ne kadar Oblomov- Dilenci Kocabaş benzeştirmesi yapılmadıysa da Miskinler Tekkesi romanının Marksist bir kritiği yapılmış olduğundan bu iki romanı birlikte değerlendirme gereğine işaret etmek istedik. Ancak bu makalede amacımız bu benzeştirmeyi derinleştirmek değildir. Dobrolyubov, Oblomovluğu eleştirirken Oblomov’un istekleri, hevesleri, gönül akışları olmayan, duygusuz ve küt bir tembel sayılamayacağını, onun da hayatta arzuladığı, düşündüğü şeyler olduğunu teslim eder. Ancak sorun Oblomov’un isteklerini, arzularını kendi çabasıyla değil de, başkalarının çabasıyla yerine getirmesidir. İlya İlyiç, bütün yumuşak başlılığına karşın, kendisine çorabını giydiren Zahar adlı kölesinin burnuna tekmeyi yapıştırabilmektedir. Oblomov’un istekleri ve arzularını kendi çabasıyla değil de başkalarının çabalarıyla yerine getirme alışkanlığı, ondaki gevşekliği, duyumsamazlığı, hareketsizliği geliştirmiş ve onu ahlâkî bakımdan zavallı köleliğe dönüştürmüştür. Bu ahlâkî kölelik, Oblomovluğun efendiliği ile o kadar iç içe geçmiş ve birbirini o derece belirler hale gelmiştir ki bunları birbirinden ayırabilecek sınır kalmamış gibidir. Dobrolyubov’dan aldığımız bu Oblomov eleştirisi (DOBROLYUBOV, 1992: 28- 29), Reşat Nuri’nin Miskinler Tekkesi romanında karşımıza çıkan Kocabaş’ı da içine alacak bir feodal toplum analizi şeklinde görülebilir. Nitekim romanda Kocabaş Kazasker Şemsettin Molla’nın tıpkı Oblomov gibi hizmet gören bir “efendi” hayatı yaşadığı tasvir ediliyor: “Arabaya bindiği zaman başını tutmak için yanına bir lala oturturlardı” (GÜNTEKİN, 1999: 8). İşte kahramanımız, bu dedenin torunudur ve Osmanlı ekonomik sisteminde kapitalizme yönelen değişimle siyasal anlamdaki arayışların ortaya çıkardığı kırılmada tasfiye edilmek istenecektir. Dobrolyubov tipi eleştiri, Oblomovluğu ortaya çıkaran temeli feodal toplumun çürümüşlüğü ile açıklamakta ve yeni toplumun Oblomovları temizleyeceğidir. Ancak Dobrolyubov, Oblomovluğun kapitalist toplumda da Stolts karakteri ile yeniden zuhur edeceğini, proleter toplumun temsilcisi olan Olga’nın Oblomovluğu hangi maske altında gizlenirse gizlensin tanıyacağını ifade eder, onun üzerinden“başkaldırmış sorunlara karşı savaşan, uysallıkla başını eğmeyen” bir insan tipini önerir (DOBROLYUBOV, 1992: 68). Tarihi Köleci- Feodal- Burjuva- Proleter diyerek dönemleyen ideolojiye bağlı olan bu eleştiri Miskinler Tekkesi’ni açıklamakta yeterli değildir.

Taner Timur’un romandaki dilenciliği iki planda ele aldığını görüyoruz. Timur’a göre Reşat Nuri, Osmanlı’nın çöküş ve değişim yıllarındaki gözlemlerini yazmıştır. Romandaki kahramanın dilinden dilenciliğin elinde dönen likitin boyutuna işaret eden Timur, Reşat Nuri’nin sosyolojik okuma yaptığından bahseder. Bir büyük şehirde bir yılda  fukaraya verilen paranın yekûnu belediye vergisi yekûnunu aşmış ve sosyal bir olay haline gelmiştir. Reşat Nuri bu gözlemi romanlaştırmakla sosyolojik bir olguyu yansıtmıştı, demektedir. Timur’un ikinci analizi ise dilenciliğin romanda sembolik olarak kullanıldığıdır. Timur’a göre Reşat Nuri’nin kahramanı tembel ve miskindir. Doğuştan dilenciliğe eğilimlidir. Fakat konakta yetişmiş ve eğitim görmüş olduğu için sıradan dilenci olamaz. Bunu felsefi anlamda açıklamalıdır. Onun için de Mevlevîlikle uzlaştırır. Timur bu analizi ile; romandaki amacın dinin toplumsal formasyonundaki işlevinin bittiğini, dinin üst yapı kurumu olduğu için toplumu tayin edici unsur sayılamayacağını göstermek olduğunu söyler. Reşat Nuri’nin tutarlı bir burjuva demokratik devrim felsefesi içinde romanı yazdığını ifade eder. “Reşat Nuri Güntekin, yarattığı miskinlik veya çalışkanlık gibi bazı doğuştan gelen eğilimleri vurgulayarak, maddeci yaklaşımını ortaya koymuştur” der (TİMUR, 1991: 79). Timur’un romanı değerlendirirken “sosyoloji” kavramını kullanması, “Toplumsal Gerçekçilik” akımının eleştirel yaklaşımını benimsediğini göstermektedir. “Dinin üst yapı kurumu olarak eleştirinde dilenciliğin sembol seçilmesi” değerlendirmesi de bu yaklaşımı güçlendiriyor.

Romanın bu açıklamaların dışında başka anlamları olmalıdır. Miskinler Tekkesi, Türk edebiyatı için “modernleşme- din- iktisat zihniyeti- merkez/ çevre ilişkileri, halk İslam’ı” gibi kavramları içine çeken önemli bir örnek mahiyetinde. Üzerinde hemen hiç araştırma yapılmamış bakir bir eser niteliği taşıdığı da söylenebilir. Bu nedenle makalemizin amacı romanı başka hangi okumalara tabi tutabileceğimiz hakkında bir giriş denemesi yapmaktır.

Reşat Nuri’nin romanın adına “Miskinler Tekkesi” başlığı seçmesi ancak romanda miskinlerden hiç bahsetmemesi bir sürçme sayılabilir mi? Osmanlı kültüründe “Miskinler Tekkesi” tabiri ile cüzzam hastalığına yakalanmış kişiler için şehir dışına yapılmış mekanlar kasdedilirdi. Cüzzam hastalığına da “miskin hastalığı” denirdi (CEBECİOĞLU, 1997: 512). Bu bilgiye nazaran Reşat Nuri’nin kahramanı Dilenci Kocabaş’ın, kalfa Mesule Bacı’nın ve evlatlık İsmail’in topluma göre “hastalıklı” hayat tarzları anlatılmıştır, denilebilir. Osmanlı’da “miskinler tekkesi”, “miskinler dergâhı” ve “miskinhane” adı verilen cüzzamhanelerin en önemlisi 1514’te Karacaahmet’te yapılanı idi. 9 hücresi, mescidi ve çeşmesi vardı. Her odada bir bir ocak ve önünde de bir revak bulunurdu. Tekke’nin hamamı ve çamaşırhanesi vardı. Kadı tarafından atanmış mütevelli tarafından yönetilir, hergün Atik Valide Vakfı’ndan getirilen 40 ekmek ile imaretten gelen çorba ve pilavla iaşesi karşılanırdı. Etleri de Kavak Mezbahanesi’nden gelmekteydi. Diğer masraflar ise tekkenin önündeki üstü oyuk sadaka taşlarına bırakılan paralarla karşılanmaktaydı. İstanbul’da cüzzamlı olduğu anlaşılan kişi, esnaftan bile olsa derhal alınır ve Üsküdar Cüzzamhanesi’ne getirilirdi” (YILDIRIM, 1994: 456). Kocabaş, tıpkı miskinler gibi para istemeden dilenme yolunu tuttuğundan, romanın “Miskinler Tekkesi” başlığı almasında tutarlılık olduğu düşünülebilir.

Miskinlik ile ilgili bir başka değini bu kavramın tasavvufî anlamının gündelik anlamından farklı değer kazanmasıdır. Miskin Arapça’da zelil, zavallı kimselere denir. Tasavvufta ise bunun anlamı varlık duygusundan sıyrılan, varlığı yokluğa çeviren, kendisinde hiçbir varlık görmeyen demektir (CEBECİOĞLU, 1997: 512). Miskin, sufî telakkide ihtiyacın sükûna erdirdiği kimsedir. Miskin sükûndan türemiştir. Romanda bu duyguyu yakalamaktayız: “Mesleğin acemileri ve kabiliyetsizleri dilenciliği yalvarıp yakarmaktan ibaret sanırlar. Sokakta kaçmak ve utanmak suretiyle erkeği peşlerine takan kızlar gibi ben de adeta bu çekingen sükûtumla müşterilerimi peşime takıyordum. Aşk gibi dilencilikte de kaçanı kovalıyorlar. Bizim eskilerin fukara-yı sabirin dedikleri bir dilenci nevî vardı. İsim bile ne kadar sofu ve kalenderdir. Fukara-yı sabirin. Yoksulluğunu saklamaya uğraşıyor gibi görünen ve hiç bir zaman ağızlarından bir şikayet ve rica sözü çıkmayan bu insanları babalarımız çok severdi. Aramızda dolaşan bir nevî yarım evliyalar gibi görünürlerdi. Kuvvetli cerir dilencilerin yapamadıklarını bu fukara-yı sabirin geçinenler sükûtlarıyla yaparlardı. Gelelim şimdiye; fukara-yı sabirinin boşta kalan tahtına şimdi yeni bir namzet vardır: Çıplak, eski elbiseli, ağarmış pabuçlu, yorgun kasketli eski memur. Yeni dilenci için en büyük tılsım, kılık kıyafetiyle; sükûtu, çekingenliği ve dalgın hüznü ile kendini o zannettirmektedir” (GÜNTEKİN, 1999: 76- 77). Bu cümlelerde bir meşrep arayışından bahsedilmektedir.

Yazarın kahramanının ismini roman boyunca zikretmemesi Kocabaş’ın dilenciliğini gelenekle bağdaştırdığının işareti sayılabilir. Kocabaş dilenciliği hem ailesinin hayat tarzına ve hem de meşrebî geleneğe bağlamış olmaktadır. Osmanlı bürokrasisindeki patronaj ilişkileri hakkındaki kitabında Halil İnalcık, patrimonyal devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynaklandığı için buna erişmek isteyen namzetler arasında yaltakçılık egemendi, der (İNALCIK, 2005: 17). Reşat Nuri’nin romanında Dilenci Kocabaş’ın dilenciliğinin de İnalcık’ın anlattığı türden bir yaltaklanmadan kaynaklandığını görmekteyiz. Dilenci, Şair dedesi Osman Melalî Efendi’nin Divan’ını okuduğunda eserin baştan sona bir yalvarma yakarma kitabı olduğunundan bahseder: “Dedem başta Allah’a, Peygamber’e ve teşrifat sırasıyla ashaba yalvarır... Arkasından padişahlar gelir (...) Demek ki, sadaka benim mayamdadır; Kocabaşlar ailesinin hamuru onunla yoğrulmuştur ve şanlı dedelerimdeki Tanrı vergisinin ilerleye ilerleye bende tam kemal mertebesini bulmuş olmasına şaşmamak lazımdır” (GÜNTEKİN, 1999: 10). Böylece kitabın ilk sayfalarında Dilenci’nin atalarının hayat tarzından bahsedilir. Bu tesir o derece derin ve belirleyicidir. Daha çocukken dilenciliği ustalıkla kullanacağı bir silah haline getirecek, “Yalvarmasını, amma usul ve adabına göre yalvarmasını bilen insan için açılmayacak kapı, erilmeyecek mertebe yoktur” (GÜNTEKİN, 1999: 6) diyecek; canı kiraz isteyince ya da araba sefası çekince sızıldanacak ve etrafındakileri burnu halkalı Arap köleler ya da eski zaman kralına boyun bükmüş tebaa gibi kullanacaktır.

Patronaj ilişkisi yanında konunun bir de Osmanlı sufiliğinin yapısı ile ilgisi var. Sabri Ülgener Osmanlı tasavvufunua) Bâtınilik, b) Melamilik kavramlarıyla sınıflar. O’na göre Osmanlıyı çöküşe götüren süreç ticaret yollarının değişmesi olduğu kadar, Osmanlı iktisat zihniyetinin “rant kapitalizmi”ne doğru değişmesidir ve müsebbibi de batıni sufiliktir. Batınî  tasavvuf anlayışında dünyadan el etek çekme anlayışı hâkimdir. “Bâtınilik zikr, ayin, cezbe, telkinle irili ufaklı şehir ve kasabaların orta sınıf halkına uzandı “ demektedir. (ÜLGENER, 1981: 86). Profan denilen dünyevî ahlâk ve siyaset anlayışı üste ve yukarıya tüketim ve harcama kapılarını açarken, alt ave aşağıya doğru sıkı sıkı bağlı tutmuştur. Cezbe ve telkin yoluna istidadı olana, kapı ardına kadar açıktı. Bütün o karışıklık ve kısmetsizlik yıllarında fakr ve fena, kütleye yine de iyi kötü tokluk sağlayan tek yoldu. Özellikle taşraya- kırsal çevreye açıldıkça, tekke ve zaviyeler aç ve savruk yığınlar için geceli gündüzlü kazanların kaynadığı, gelip geçenlerin kapısından eksik olmadığı güvenli bir doyum ve kısmet kapısı halini almıştı. Batınî yanı derece derece ağırlığını artırdıkça geçim ve doyum kapısının da yiyimlik haline dönüştüğü gözden kaçmayacaktı. Dünya artık işleyip şekil vereceği bir madde yığını değil, nimetlerinden istifadeye koyulacağı bir imaret, önüne serili bir hak sofrasıdır (ÜLGENER, 1981: 93- 98). Ülgener’in Batınîlik hakkındaki görüşlerinin özü olan bu cümlelerde dinin toplumu belirleyici bir zihniyete dönüşmesinden bahsediliyor. Böylece aslında sadaka toplayıcılığının bir meslek halinde kavranabileceğini görüyoruz. Hem de dinden beslenen, meşrebî yanı kuvvetli bir meslek.

Romanda bu kanaati güçlendiren bazı belirtiler var. Öncelikle Dilenci Kocabaş’ın mücerred yaşadığından bahsetmelidir. Mücerredlik tekke hayatının en belirgin özelliklerindendir. İkincisi sufiliğin bazı karakteristik özellikleri romanda içselleştirilmiştir: 1) Dünya malına- metaına doygunluk, 2) Yarın kaygısı duymamak, 3) Nimeti için kimseye minnet etmemek (dilenirken istememektedir), 4) Cahillerle oturup kalkılmaz, iş hikmete binaen yapılır, 5) İnsanların kusurunu kendi kusurundan küçük görmek. Romanda bu beş karakteristik özellik de yansıtılır. Romanın sonuna doğru artık emekli olup oturduğu mahalle komşularından bahis açan Dilenci, hikayesini anlattığı tüm komşuları yanında ahlâkî bir kemal abidesi gibi durmaktadır.

Dilenci’nin komşuları olan şahıs kadrosu ahlâki çöküntü ve zaaf içindedir. Muallim’in karısı, “boğuluyorum bu evde” diyerek kızı ile kocasını terk edip pavyonlarda şarkı söylemeyi hayat edinmiştir; anası ile oturan kız, on beş yıldan yani babası öldükten beridir evlenme vaadi ile gelen kimi adamlarla nişanlanıp gitmekte, adamların hevesi geçince evine geri dönmektedir; posta memurunun ailesi fakirlikten ızdıraplıdır ve posta memurunun şedid öfkesi altında ezilmektedir; Mavi konaktaki Paşa ailesi eski makamlarını kullanarak borç taktıkları insanları mağdur ederek yaşamaktadır; Mavi konağın üst katında insanlara küsmüş yaşayan adam büyük muharebede sahip olduğu zenginliği kibar bir hanımefendiye bağışlamış ve iflas etmiştir; “Tombul İmam” içki yasağı günlerinde gizlice meyhane açıp rakı kaçakçılığı yapmaktadır, hafız oğlu da Beyoğlu’nda büyücek bir çalgılı gazinonun sahibi olmuştur; Köşebaşındaki mavi ışıklı evde fabrikada ustabaşı delikanlı ile karısı yaşamaktadır. Adam gençliğinde sarhoş olup sık sık kavga çıkaran bir delifişek iken karısı olacak kızı  görür görmez aşık olup eski hayatına son vermiştir. Lakin karısı okuduğu aşk romanları ile kozasından çıkmış kelebek gibi değişmiştir. Kocasını beğenmemeye başlamıştır. Dilenci Kocabaş’ın tek arkadaşı Talat da devlet memuru olduğu halde geçinememekte ve Kocabaş’a borçlanarak yaşamaktadır. Çocukları evlenince üzerindeki yük hafifler gibi olmuş ama sonra onlar yeniden üstüne çullanmaya başlamıştır. Dairede işe güce bakamaz hale gelmiş, kendi kendine konuşur olmuştur. Kıyafeti süfli, pistir; pantolonunun düğmeleri kopmuş çengelli iğne ile iliklenmiştir. Burnunu gazete parçalarına silmektedir (GÜNTEKİN, 1999: 202). Bu nedenle tekaüt edilince Dilenci’nin evine yerleşmiştir.

Miskinler Tekkesi’nin şahıs kadrosu toplumun değişik kesimlerinin “temiz para” ile geçinemediği fikrini güçlendiriyor. Diğer yandan toplumun para ile ilişkilerinde bir dolandıcılık, arsızlık, yalanla iş yürütme, dine boşvermişlik eylemi geliştirdiği ima edilmektedir. Öyle ki, Dilenci Kocabaş, bunca tiplemenin içinde yalan söylemeyen, ahlâksızlık yapmayan bir portre çiziyor. Üstelik kazancını “tekke kültürü” içinde geçerli olan bir zihniyetle üleşiyor. Evlatlığı olan İsmail’in bakımı ve eğitimini karşılıksız temin etmektedir.  Mesule Bacı’nın iaşesi de Dilenci’nin elindendir. Meslek sahibi arkadaşı Talat hem geçinememekte ve hem de doğru sözlülük erdemiyle davranamamaktadır. Toplumun kokuştuğu da ortadadır. Miskinler Tekkesi’nde ortaya konulan dilenciliğin rafine bir isteme biçimi olduğu açıktır. Bu tarz dilenciliğin evsizlik, delilik, düşkünlük şeklinde değerlendirilemeyeceği muhakkaktır. Dilenmeyi çocukları kaçırıp sakat bırakarak kanun ve ahlâk dışılığa kaydırarak yapmamaktadır. Ayrıca belli bir gelire ulaşınca dilenmeyi bırakmış bir tipleme çizilmiştir. Bizim tarihimizde sufi ve derviş meşrepli insanlar var; bunlar çalışmıyor ve topluma örnek modeller olmaya çalışıyor. Roman kaybedilmiş bu kültüre dair arayışı eleştirel dilin altında akan başka bir dille yeniden üretiyor.

KAYNAKÇA:

-CEBECİOĞLU Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, rehber Yayınları, 1997

-DOBROLYUBOV Nikolay Aleksandroviç, Oblomovluk Nedir?, Yön Yayınları, 1992

-GÜNTEKİN Reşat Nuri, Miskinler Tekkesi, İnkılâp Kitabevi, 1999

-İNALCIK Halil, Şair ve Patron, Doğu Batı Yayınları, 2005

-TİMUR Taner, Osmanlı Türk Romanında Tarih Toplum ve Kimlik, AFA Yayınları, 1991

-ÜLGENER Sabri, Zihniyet ve Din, Der Yayınları, 1981

-YILDIRIM Nuran, Cüzamhaneler, İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, c: II, 1994