Menu
İSLAM SOSYALİZMLE NİÇİN BAĞDAŞMIYOR?
Deneme/İnceleme/Eleştiri • İSLAM SOSYALİZMLE NİÇİN BAĞDAŞMIYOR?

İSLAM SOSYALİZMLE NİÇİN BAĞDAŞMIYOR?

İslam dini bir adalet eylemidir. Kur’an’da deniyor ki, “Ve evfûl keyle izâ kiltum vezinû bil kıstâsil mustekîm(mustekîmi)/ Ve ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam ifa edin (yerine getirin)! Ve doğru kıstasla vezn edin!” (17 İsra 35). Ali Ünal, ayetteki “vezn” sözcüğünün “terazi ile ölçmek” anlamına geldiğini ifade ediyor (ÜNAL, 1986: 277).  Mizan kelimesinin de “Ve- Ze- Ne” kökünden hem masdar, hem ism-i alet olduğundan bahsediyor. Bu bakımdan mizan, “hem ölçü ve hem de ölçme aleti olan terazi” anlamına gelir. Böylece Vezn, “eşyanın yek diğerine oranla miktarı veya miktarının tanınmasıdır ve çoğunlukla ağırlığı olan nesnelerin ölçümünde yaygındır ve bir mukayese ve denkleştirme ile yapılır. İşte bu denkleştirmenin yapıldığı alete de ‘mizan’ denilir.” Ali Ünal’ın adalet kavramına izah getirirken vezn ve mizan kavramlarından yola çıkması önemli görülmelidir. Çünkü genelleme yapılacak olursa “adalet”in muhtevası “eşitlik” şeklinde manalandırılıyor. Oysa Ali Ünal’ın işaret ettiği zaviyeden bakıldığında “adalet, denkleştirmedir” denilecektir.

Adalet, karşılık vermede denk davranmaktır. Eğer yapılan hayır ise, karşılığı da hayır olur; şer ise, karşılığı da şer olur. Müfredat’a göre, “Allah, adaleti ve ihsanı emreder” (16 Nahl 90) ayetindeki ihsan ise, hayra daha fazlasıyla ve şerre daha azıyla karşılık vermektir (RAĞIP, 2007: 2/ 187). Adaletin “denklik” şeklinde tanımlanması önemli, çünkü “eşitlik” şeklinde tanımlanması halinde insanlar arasında eşitsizliği giderecek mekanizmaların tesisi oldukça müşkül görünüyor. Kavramın “eşitlik” şeklinde anlamlandırılması ile “gücü, sermayeyi ve sosyal imkânları elinde bulunduran insanların, bunları özverili bir şekilde başkalarıyla ‘paylaşmaları’ bir zorunluluktur. Bu, İslam inancının öngördüğü dindarlık anlayışının bir gereğidir” şeklinde görüşler ortaya çıkıyor. İnsanların tümünün “eşit” kılınması imkânı varoluşsal anlamda mümkün değil. Nitekim ayette eşitliğe meydan verilmediği ifade edilmiştir: “Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların dünya hayatında maişetlerini (geçimlerini) aralarında taksim ettik. Onların bir kısmının derecelerini, diğerlerinin üzerine yükselttik (üstün kıldık). Onların bir kısmı diğerlerini emrinde çalıştırsın/ suhriyyâ (suhriyyen) diye.” (43 Zuhruf  32). Müfredat’a göre suhr/ teshir diye verilen kelime “Bir şeyi, ait olduğu amaca doğru zorla sevk etmektir (...) musahhar: ism-i faili/ işi hizmete hazır hale getiren. Suhriyya: Mağlup olup da kendi iradesi ile boyun eğen” (RAĞIP, 2007: 1/ 569). Buna göre insanların bir kısmının zengin ve diğer kısmının yoksul olması, ilahi bir iradedir. Burada Allah’ın yasakladığı şey “key lâ yekûne dûleten beynel agniyâi minkum/ (Bu) içinizden zengin olanların arasında elden ele dolaşan bir mal (servet) olmaması içindir” (59 Haşr 7). Ayetler bir gerçeklik olarak iki husus getiriyor: 1) İnsanlar eşit değildir, 2) Bu eşitsizliğe müdahil olun, zenginliği sadece belli bir sınıf içinde dönen sulta kılmayın. Peki bu nasıl mümküne geçebilir. Buna göre bir devlet ya da düzenleyici tesisi şart ki, sadaka ve zekatları Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, kölelere, borçlulara, müellefe-i kuluplara, fi sebilillah yolculara verilmek üzere toplayacaktır.İşte bu taksimle birlikte İslam – Sosyalizm ayrışması kaçınılmaz kalıyor. Ancak modern zihnin algılamadığı bir şeyi burada ifade etmek gerekiyor. Sosyalizm, İslam dünyasında çoğunlukla Marksizmin görüngüsü gibi algılanıyor. Bu, kaçınılmaz biçimde, totaliter, çatışmacı, terakkici, tarihe müdahaleci bir sosyalizmdir. Kur’an’a bakılırsa paylaşmacı ahlâkın öğütlendiği bir çok beyanla karşılaşılıyor. İslam’ı sosyalizmle bağdaştırma zemini de bu beyanla ilgili görünüyor. Bir “ahlâk sosyalizmi” mümkün göründüğü halde İslam niçin sosyalizmle bağdaşmıyor?

Marx ve Engels’in geliştirdiği yönüyle sosyalizm, tarihi sınıflar arasındaki mücadele üzerinden tanımlamaya çalışan burjuva tarih okuluyla aynı metodu kullanıyordu. Buna göre, tarih, sınıf mücadelelerinin yansımasıdır, devrimler de bu sınıf çatışmalarının en üst aşamalarıdır. Tarihi sınıf çatışması üzerinden okuyan Marx ve Engels, devrimleri bir sınıfın başka bir sınıfa karşı üstünlüğünü ifade eden ilerlemeler olarak görmüşlerdi. Komünist Manifesto’da bu ifade edilmiştir: “Şimdiye kadar bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir” (MARX- ENGELS, 1976: 23).

İşte bu perspektif nedeniyle tarih ideal olana ilerlemekte idi ve her devrim bir önceki görece “geri” denilen çağı ya da üretim biçimini tasfiye etmekteydi. Marx ve Engels’in bu yaklaşımı nedeniyle devrimi kimin yaptığına değil, tarihin nasıl ilerlediğine bakmak gerekiyordu. İlerleme düşüncesi ekseninde düşündükleri için geçmiş toplumsal ve iktisadi yapıları çağa göre ilkel- geri saymaları gerekmişti. Bu açıdan, Fransız Devrimi, bir  devrim olarak tanımlandı, zira bu devrim, eskinin feodal ve karanlık ortaçağına ait ekonomik yapıyı çözmüştü. Feodal ilişkilerin yerine burjuvazinin egemenliğini tahkim eden bir devrimdi. Burjuvazinin “devrimci” niteliği üzerinden “tarihi yapan- yönlendiren” bir sınıf teorisi inşa edildi. Feodal soylulukla mücadele ederek tarihi değiştiren sınıf olarak “burjuvazi” devrimci niteliğini sonraki aşamada yitirdi. Marx ve Engels’in artık tarihi değiştirme misyonu gördüğü sınıf proleterya idi.

İslam ve sosyalizm öncelikle Marx- Engels’in bu tarih felsefesi nedeniyle bağdaşamıyor. İslam dini yeryüzündeki ilk insanın ve insan topluluğunun “ilkel- vahşi” bir yaratık olduğunu kabul etmiyor. Ayrıca İslam, ilk insanı, bilgi ekseninde düşünüldüğünde 17. ya da 18. Yüzyıl insanına nazaran cahil, teknolojik manada ilkel görmüyor. Son olarak İslam dini, kapitalizmi modern zamanlara ait zihniyet şeklinde de tasavvur etmiyor. Yani kapitalizm, Batı toplumlarında tezahür etmeden çok önce dünyanın bildiği bir ekonomi yapı idi. Bu perspektif  genişlemesi ile Marxizm bir Batı ideolojisi olmaktan öteye geçememekte ve bir burjuva ideolojisine dönüşmekte. Kur’an okuyan herkesin göreceği üzere Firavun Mısır’ında yaşayan sistem kapitalizm idi. Bilindiği üzere Karun’un haddi hesabı bilinmez hazineleri bulunmaktaydı: “Karun, Musa (A.S)'ın kavmindendi. Sonra onlara karşı azdı. Ona hazineler verdik. Öyle ki gerçekten onun anahtarlarını mutlaka kuvvetli bir topluluk zor taşıyordu. Kavmi ona “Sevinme (gururlanma), muhakkak ki Allah şımaranları (gururlananları) sevmez.” Demişti” (28 Kasas 76). Kur’an’a göreo zaman zaman servetini teşhir de ediyor ve halkı servetin ihtişamı ile eziyordu: “Böylece ziyneti ile (büyük bir ihtişam ile) kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: “Keşke Karun’a verilenler kadar bizim de olsaydı. Muhakkak ki o gerçekten en büyük hazzın sahibidir.” dediler” (28 Kasas 79). Bu ayetler üzerinden düşünüldüğünde kapitalizmin sadece modern zamanların ekonomi- politiği olmadığı ortadadır. İncil’de Yahuda’nın Mektubu’nun 1. Bölüm 11. Ayetinde “Vay bunların haline! Çünkü Kabil’in yolundan gittiler. Kazanç için kendilerini Balam’ınkine benzer bir yanılgıya kaptırdılar. Korah’ınkine benzer bir isyanda mahvoldular.” denilmektedir. Yine Tevrat’ta Çölde Sayım’ın 26. Bölümünde Korah ile ilgili bir değini bulunmakta: “ 9 Eliav’ın oğulları Nemuel, Datan ve Aviram’dı. Bunlar topluluğun seçtiği, Musa’yla Harun’a, dolayısıyla RAB’be başkaldırarak Korah’ın yandaşlarına katılan Datan’la Aviram’dı. 10 Yer yarılıp onları Korah’la birlikte yutunca yok oldular. Ateş Korah’ın iki yüz elli yandaşını yakıp yok etti. Böylece başkalarına bir uyarı oldular. 11 Korah’ın oğulları ise ölmedi.” Kur’an’da Karun’un da servetinin yerin dibine geçirildiğinden bahsediliyor: “Sonra, onu ve onun sarayını yere geçirdik. Onun Allah'tan başka yardım edecek bir (dost) grubu yoktu ve yardım edilenlerden olmadı.” (28 Kasas 81). Korah ile Karun’un aynı kişiler olup olmadığını bilmiyor olsak da iki vahiy metninde de tarihte kapitalist birikimi temsil eden figürlerden bahsediliyor. Böylece tarihin ilerleyen bir süreç olmadığı da ortaya çıkıyor. Ancak bu tartışmanın bizim için daha önemli yönü proleter kavramı hakkındadır.

Marx’a göre proleter mülksüzdür: “Eski toplumun koşulları zaten, büyük ölçüde, proleteryanın koşulları içinde fiilen eriyip gitmiştir. Proleter mülksüzdür; karısıyla ve çocuklarıyla olan ilişkisinin burjuva aile ilişkileriyle ortak bir yanı kalmamıştır” (MARX- ENGELS, 1976: 36). Terry Eagleton Marx’ın proleter kavramını şöyle anlamlandırır: “orjinal proleterya (…) eski-çağ toplumlarında bunlar alt sınıftan kadınlardı. Proleterya sözcüğü bize Latince üremenin sonucu olan çocuktan geçmiştir. Devlete hizmet etmek için rahimlerinden başka sunacak hiçbir şeyleri olmayan yoksullar anlamına gelir. İktisadi yaşama hiçbir şekilde katkıda bulunamayacak kadar yoksul ve yoksun olan bu kadınlar işgücü olarak çocuk doğurmaktaydı” (EAGLETON: 2011: 190). Marx’ın tarihe proleteryayı konumlayışı ilginç. Burjuvanın proleteryayı imal etmesi gerekliliğinden bahsediyor ve karşısına çıkacak tüm küçük esnaf, imalatçı ve köylü kesimleri sindirmesinden bahseder. Marx’ın burjuvaya tarihsel misyon yüklemesi proleteryanın tarihsel misyonunu kazanması için ön koşul gibidir. “Demek ki, proletaryaya kendi siyasal ve genel eğitim öğelerini sağlayan bizzat burjuvazidir, bir başka deyişle, burjuvaziye karşı savaşacağı silahları proletaryaya sağlayan kendisidir. Ayrıca, daha önce de görmüş olduğumuz gibi, egemen sınıfların bütün kesimleri, sanayiin ilerlemesiyle birlikte, proletaryaya doğru itilirler, ya da, bunların varlık koşulları, en azından, tehlikeye girer. Bunlar aynı zamanda proletaryaya yeni aydınlanma ve ilerleme öğeleri sağlarlar. (...) Bugün burjuvazi ile karşı karşıya gelen bütün sınıflar içerisinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve nihayet yok olurlar; proletarya ise onun özel ve temel ürünüdür. Alt orta sınıf, küçük imalâtçı, dükkâncı, zanaatçı, köylü, bütün bunlar, orta sınıfın parçaları olarak varlıklarını yokolmaktan kurtarmak için, burjuvaziye karşı savaşırlar. Bunlar, şu halde, devrimci değil, tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini gerisin geriye döndürmeye çalışırlar.” (MARX- ENGELS, 1976: 32- 33).

İslamcılığın Sosyalizm ile bağdaşamamasının nedeni Marx ve Engels’in bizatihi tarihe yönelik kurgusundan kaynaklanıyor. Marx ve Engels, küçük imalâtçı, dükkâncı, zanaatçı, köylü kesimleri tarihin gerisinde kalmış olarak görüyor. Böylece “adalet” zihniyetleri “proleter” adamı eksene alarak işliyor. Marxizm, İnsanlığın sanayi karşısında fakirliğe düşmelerini kaçınılmaz görmekte. Oysa sanayii tasarımı insanlığın mutlak yönelişi şeklinde tasavvur edilemez. Tarihi sanayie doğru kurgulamak fikri ile adaletin Marxizm tarafından ertelendiği söylenebilecektir. Burjuva olmayan ama proleter de olmayan bir kesimin yaşama hakkını adalet perspektifinde değerlendirmemek, o kesimlerin varoluşlarını ideolojinin varlık kazanması için engel saymak Marxizmin insanlığa yaptığı en büyük zulüm sayılmalıdır. İşin aslı ilk Hristiyanların sosyalist olmalarına bakılırsa, Marxizm totaliter ve burjuva eksenli bir sosyalizm olarak eleştirilmeli idi. Hristiyan sosyalizmi yoksullar üzerine konuşarak daha tutarlı bir zeminde yürümüştür. İşçi üreten bir sosyalizm olan Marxizm tarihi çarpıtıyor.

NOTLAR :

EAGLETON Terry, Marks neden haklıydı?, Yordam Yayınları, 2011

MARX- ENGELS, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, 1976

RAĞIP el- İsfahani, Müfredat, Çıra Yayınları, c:1- 2, 2007

ÜNAL Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, 1986