Çocukluğumda pek ender olarak gittiğimiz lüks lokantalarda, Parkotel'de, bazı başka şık salonlarda yemek listesini tararken, ikide birde karşıma 'châteaubriant' çıkardı. Belleğim yanıltmıyorsa, mutlaka iki kişilik ısmarlanacaktı.
Tahsin Saraç, sözlüğünde, bir çeşit sığır filetosu ızgarası dedikten sonra, Türkçe yazımlı 'şatobriyan'ı da eklemiş, belki o listelerde de şatobriyan yazılıydı. Ve gözümün önüne hep, ışıklı, pırıltılı şatolar gelirdi.
Şatobriyanı tadamadan çocukluğum geçti.
Galatasaray'a başlar başlamaz, daha hazırlıktaki ders kitabımızda ikinci bir Chateaubriand karşıma çıktı. Ama bu ikincisi, sığır filetosu ızgarası değil, Fransız edebiyatının önemli yazarıydı. Ders kitabımızda onun 'özlü' bir iki sözüne yer verilmişti. Şimdi pek hatırlayamıyorum, nelerdi. Çoğu kez silinip gider özlü sözler...
Zaten aklımı çelen, yazar Chateaubriand'la yemek şatobriyan arasındaki ilintiydi. İlle böyle bir bağ kurmaya çalışıyordum. Söylemem gereksiz, bağı hiçbir zaman kuramadım. Fakat hâlâ merak ederim...
Yazar Chateaubriand on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında doğmuş, 1848'de Paris'te ölmüş, önceleri deniz subayı olmak istemiş. Ardından din adamı olma isteği. Fransız İhtilâli iyice yaklaşmışken, Paris'te günler. Tam o dönemde 'Yeni Dünya'ya gitmeye karar veriyor.
1791 Nisan'ında yola çıkmış. Biyografiler, bindiği büyük yelkenlinin adını veriyor: Sainte-Pierre. Amerika dönüşü Kızılderililer Destanı'nı yazmaya karar vermiş. Sonra 1801'de Atala'yı yayımlıyor. Kısa Amerika tarihi niteliğindeki Atala, Chateaubriand'ın ünlenmesine yol açıyor.
Hemen bir ayraç: Atala'nın Türk edebiyatında yabana atılamayacak yeri var. Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı'nda, bu eserden defalarca söz açar. Ve hemen bir alıntı:
"Hâmid'in yanı başında Ekrem Bey ikinci, hatta daha mânâlı bir tecrübe yaptı. Chateaubriand'ın Atala'sını evvelâ Türkçe'ye nakletmek suretiyle saf bir aşk, ümitsiz bir ihtiras ve tabiat görüşü örneğini Türkçe'ye getirdi. Sonra onu bizzat tiyatroya çevirmek suretiyle konuşturmaya çalıştı. Böylece o da yeni şairanenin bir nevi repertuarını hazırlamış oldu."
Atala, Recaizade Ekrem tarafından 1872'de çevrilmiş.
Tanpınar, tiyatro uyarlaması üzerinde özellikle durmuş: "Ekrem Bey'in oldukça şaşırtıcı olan bir dördüncü piyes tecrübesi vardır. Kendi tercüme ettiği Atala'yı tiyatro şekline sokmuştur. Fikir itibariyle çok şayan-ı dikkat -âdeta modern bir tecrübe- olan, fakat Nâmık Kemal'in bir mektubundan başka bir yerde üzerinde durulmayan bu tecrübenin edebiyatımızda bu yolda yapılmış ilk çalışma olduğunu ve çok ciddî bir etüde muhtaç bulunduğunu söyleyelim."
Acaba özlenen "etüd" yapıldı mı?
Chateaubriand, Roma'da, 1803'te, dinle ilgili şiirsel bir eser yazmak isteği duyuyor. Ertesi yıl Paris'e dönüyor; eseri için upuzun bir yolculuğu zorunlu görüyor: Paris'ten Kudüs'e, Yunanistan, Girit, İzmir ve İstanbul, nihayet Doğu, "jérusalem". 1806 Temmuz'unda yola çıkış.
Paris-Kudüs Yolculuğu'nun, bizde, Atala kadar ışıltılı talihi olmamış. Asıl adı L'Itinéraire de Paris a Jérusalem, ancak 1947'de, "Millî Eğitim Bakanlığı memurlarından Oğuz Peltek tarafından" dilimize çevrilmiş.
Acaba kaç kişi okudu? (İtiraf edeyim ki, üç ciltlik kitap benim kitaplığımda da yıllarca pinekleyip durdu.)
Aylardan eylül. Chateaubriand, "medenî milletlerin başkentinden çıkalı günü gününe, saati saatine tam iki ay" olmuş, "şimdi de geri milletlerin payitahtına girmek" üzere. "Her yerde Hazreti İsa'yı görüyorum" diyen, insanlığı ancak Hristiyan dininin kurtaracağına inanan Chateaubriand'ın "geri milletlerin payitahtı" demesine elbette şaşmamak gerekir.
On dokuzuncu yüzyılda İstanbul'a gelmiş seyyahlar hemen hep şehrin masal dekorunu andırır siluetinden söz açmışken, Chateaubriand, Yedikule Hisarı'nı "yıkılıp giden eski bir gotik kale" diye tanımlar.
İstanbul yine sisler içine gömülmüştür, özellikle Asya yakası. Devam ediyor yazar: "Bu buğu içinden gördüğüm servilerle minareler, yaprakları dökülmüş bir ormanı andırıyordu." Neyse ki, kuzey yeli esecek ve sisi dağıtacaktır, öyleyken Chateaubriand büyülenmekten kendini alamaz: "... sanki bir büyücü değneğiyle her şey değişmişti."
Demir atmış büyük gemileri, gelip geçen sayısız küçük deniz taşıtını görür. Karşıda Galata "basamak basamak" gözler önüne serilmekte. Panoramik bir bakış; Galata'nın, İstanbul'un, Üsküdar'ın beyaz, kırmızı evlerini, yemyeşil ağaçlarını, bahçelerini saptıyor. "İstanbul, dünyanın en güzel yeridir diyenler, hiç de mübalâğa etmiyorlar."
Galata rıhtımı, başka seyyahlarda olduğunca, Chateaubriand için kozmopolit kalabalığıyla ilgi devşirir. Daha karaya çıkar çıkmaz, bir "hamallar, tüccarlar, denizciler kalabalığı", mahşerî bir kalabalık. Ne var ki "kadınlara hemen hemen hiç" rastlanmıyor. Ötekiler, hamallar, tüccarlar, denizciler, seyyahlar, ayrı ayrı dilleri, farklı giyim kuşamları, değişik değişik başlıkları, sarıklarıyla, burada, Avrupa'yla Asya'yı iç içe kılıyorlar.
Atala'nın yazarı, İstanbul'da, "sürü sürü sahipsiz köpekleri" unutmamış. Unutmak şöyle dursun, İstanbul'un başat özelliği saymış.
Rıhtımdaki canlılıktan sonra şehir birdenbire sessizleşiyor. Dolaşanlar, "yalnız terlikle" dolaşıyorlar. Ne yaylı, ne fayton gürültüsü. İnsanların içe kapanık halleri var; "etrafınızda göze görünmeden geçip giderek, her zaman Efendi'nin bakışlarından sıyrılmak istediği anlaşılan dilsiz bir kalabalık var."
1800'lerin başında payitaht gerçekten öyle miydi? "Efendi" tebasını bunca "dilsiz" kılmış mıydı? Chateaubriand daha da umutsuz bir şeyler söyler: "Sanki Türkler bu şehre yalnız alışveriş etmek, ölmek için gelmişler gibi ikide bir, bir pazardan bir mezarlığa girersiniz."
"Sokağın orta yeri"ndeki mezarlıklar duvarsızmış. Mezarlıkların servileri orman kadar gür ve dallarda suskun, hep suskun güvercinler... Yazarın 'uhrevî' bir tablo çizdiğini sanmayın. Sırada hakaretleri var:
"Gözlerinize hiçbir sevinç alâmeti, hiçbir mutluluk belirtisi çarpmaz: Karşınızda gördüğünüz millet, bir millet değil, hocanın güttüğü, yeniçerinin boğazladığı bir sürüdür."
Kimi zaman bir kahvenin eteğinden "bir udun hüzünlü sesleri yükselir" ama, peykede "çepeçevre oturmuş maymunları andıran" yaratıklar -çeviride "mahlûklar"- müziğe kayıtsız; "pis çocuklar"; bağıra çağıra, "yüz kızartıcı oyunlar" oynuyorlar. Derken "zorba"! "Zorbanın gözleri köleleri kendine çeker, tıpkı avı olan kuşları yılanın, gözleriyle büyülemesi gibi."
Eylülün on sekizinde İstanbul'dan apar topar, "hacıların gemisi"yle ayrılan Chateaubriand, son anda, her nedense "Bahtsız Selim"e (Üçüncü Selim) gözyaşı döker: "Ah! Zorbalar, saadetleri ortasında ne kadar zavallıdır, kudretleri ortasında ne kadar zayıftır. Onlar, kendilerinin de akıtmayacaklarına emin olmadan bunca insana gözyaşı döktürmekle, bir biçareden esirgedikleri tatlı uykuya kendilerinin de kavuşamamalarıyla gerçekten acınacak insanlardır."
Üçüncü Selim ve 'zorba'!..
Atala mütercimi Ekrem Bey, Paris-Kudüs Yolculuğu'nu okumuş muydu?
(ZAMAN. 21 KASIM 2009)