Çok yazdım, anlattım dedim ama sevgili okurum Olcay'ı bir türlü inandıramadım. Bu yazı onun içten isteğini kırmamak için...
Abdülhak Şinasi Hisar, eşsiz eseri Boğaziçi Mehtapları'nda, yürek yakıcı bir "Aşk Faslı"na açılır. Okudukça, yaşamdaki aşkla yazıdaki aşkın aynı duyuş olamayacağını algılarız. Yazıdaki aşkın ille yaşanması gerekmediğini bize yine Abdülhak Şinasi söyler.
Boğaziçi'de, mehtap boyunca görülmüş o güzellikler, gecenin artık koyulaşmış karanlığında âdeta yakamozlarla parıldayan o arzular, şarkı sözlerine, güftelere gizlenmiş o haber verişler, mektuplaşmalar, seslenişler, çalgıların o kadar istekle, tutkuyla çalınması, bütün bunlar bir arada, yazıya geçirilecek aşka yol açar. Düzyazıda büyük bir şair olduğuna inandığım Abdülhak Şinasi, duygulanışlarla, hatırlayışlarla, geçmiş zamana döner ve "Aşk Faslı"nı yazar.
Çoklarının küçümsediği, çağı dolmuş bildiği 'alaturka duyarlığı' Abdülhak Şinasi ölçüsünde kaleme getirebilmiş, seçkinleştirmiş, gelecek zamana bırakmış bir başka yazarımız yoktur denebilir, özenle kullandığı eski ve yeni sözcüklerde bile bu yazar, alaturka duyarlığın haritasını çizer. Onun öyle hayli özel bir söz dağarı vardır.
Şimdi mehtap gecesinde gönlün bütün kipleri konuşmaktadır.
Oysa hayli perhizkâr bir hayat sürmüştür Abdülhak Şinasi. Sözü yakın dostu Yakup Kadri'ye bırakıyorum:
"Edebiyat, Abdülhak Şinasi'nin bütün ömrü boyunca yegâne aşkı idi. Hatta diyebilirim ki, hayat onun için yalnız edebiyattan ibaretti. Edebiyat aynasına aksetmeyen canlı ve cansız varlıklara, bir kelimede dünyaya hiçbir değer vermezdi ve bizim Beyoğlu âlemlerimize katıldığı bazı geceler, hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey işitmiyormuş gibi kendi içine kapanmış, uzaklaşmış bir hali vardı."
O kadar ki, çevresinden kopan, "edebî hayallerine" dalıp giden Abdülhak Şinasi'nin bazan saatlerce konuşmadığı olurmuş. Yaşananları görmez, söylenenleri işitmezmiş.
İstanbul'a ilişkin hatıralarını göz kamaştırıcı bir rüya haline getiren bu yazar, o rüyayı bozmamak, o rüyadan uyanmamak için gerçek hayatın bütün nimetlerine, bütün imkânlarına dudak bükmüş gibidir. Daha çok gençken yazdığı "hazanın vedâı" şiiri farklı yaradılışını, dünyayı hep sonsuz bir ayrılışla alımladığını apaçık söylüyor:
"Bu yollarda, bu dağlarda çakan rüzgârlar
Bir geliyor, bir gidiyor, elvedâ diyor;
Denizlerden, semalardan akan rüzgârlar
Vedâ diyor, vedâ diyor, elvedâ diyor!
Yazdıklarında İstanbul'a büyük aşk hikâyeleri söylemiş, İstanbul'u, Boğaziçi'ni, Büyükada'yı, Çamlıca'yı insan güzelliğine duyulacak ürpertilerle anlatmış Abdülhak Şinasi, Yaşar Nabi Nayır'ın çizdiği portrede şöyle görünür:
"Hiç evlenmemiş, hatta belki de hiç sevmemişti. Kadınlara yakınlık duymaz, meclislerinden hoşlanmazdı. İlgilenmeye değmez, zekâca aşağı, anlayışı kıt bir yaratık gözüyle bakardı kadına. Bir yandan da hayalinde tadı unutulmaz sevgiler ve bunları ilham eden tanrısal yaratıklar canlandırır, o sevişmelerin verdiği hazları en erişilmez nimetler gibi coşkunlukla dile getirirdi."
Gelgelelim edebiyatımızın bence en içli aşk sahnesi onun kaleminden: Boğaziçi Yalıları'nda Şair Nigâr Hanım. Geçip giden güzellik, güzel bir kadının yitirmek üzere olduğu gençliği karşısında içe kapanışı ve derinden duyulmuş bir aşk sayfası.
Şair Nigâr Hanım, ergenlik çağındaki Abdülhak Şinasi'yle kayıktan iner; ona kayıktayken söz açtığı kitabı verecektir. Üst kattaki odaya çıkılır. Abdülhak Şinasi yalnızca gencelme dönemlerinde yaşanan imkânsız aşk duyarlılığıyla suskun, içe dönük, belki ezgin.
Nigâr Hanım aynanın karşısına geçiyor, yaşmağını çıkarıyor. Lambalar henüz yakılmamış. Boğaziçi'nin (Rumelihisarı) günbatımında bütün renkler daha alaca, daha yakın, eşya keskin çizgisini yitirmiş, seçilmez olmuş.
Nigâr Hanım da suskunluğu yeğler. Yaşmağının ardından hotozunu, iğnelerini çıkarır; saçının süslerini bozar. O derinleşen sessizlikte, daima ayna karşısındadır, bu hülyalı kadın ve hep kendine bakar. Bize bu 'an'ı anlatan ergen çocuk sanki unutulmuştur. Sular koyulaşır, günbatımı gitgide kızıllığını siler. Aynanın yansıttıklarına solmuşluk katılır.
Güzelliği zenginleştiren her şeyden, bütün süslerden arınmak isteyen şair Nigâr Hanım, Abdülhak Şinasi'de hayatın faniliği konusunda yürek burkucu izler bırakır: Ancak "hayal ile" hissederken, kendi geleceğinin tektük mutluluklarına ve hep çoğalacak yoksunluklarına birdenbire, bir bilinç aydınlanmasında ulaşır.
"Boğaz'ın bütün suları ruhumun içinden geçiyor, akıyor, ademe (yokluk) doğru kayıyor ve ben onları tutamıyordum."
Sonra, ayna biraz daha gölgelere boğuldukça, süsler biraz daha bozuldukça, günbatımı biraz daha koyulaştıkça Nigar Hanım adeta lahuti bir güzellik edinir. Hep susmaktadır. İhtimal, edebiyat tutkunu yeniyetme çocuğa vereceği "nafile kitap" da aklından çıkmıştır. Beyaz elleri, yorgun argın, yalnızca boş süsleri, geçen modaların yapma çiçeklerini, iğneleri, mücevherleri değil, bir yandan da geçip gitmiş zamanı, hayatın uçuculuğunu, hırpalaya hırpalaya bir kenara bırakır; hırpalayış ve hırpalanıştır geriye kalan.
Abdülhak Şinasi daha o zamandan, kendi hayat anlayışını, hayalinde kuracağı ve yaşatacağı İstanbul'a yönelik tutkusunu, ileride kaleme getireceği edebiyatın bütün gizlerini yorumlar gibidir:
"Hatta elbette Boğaz ve akşam bile, böyle bir ihtişam ile yaşadıkları bir gün, bütün güzellikleriyle bir daha dirilmemek üzere can verip geçeceklerdi."
Dağılış, ayrılış ve sonra, çok zaman geçince sıtmalı hatırlayış Abdülhak Şinasi Hisar'ın yazı yöntemi. Boğaziçi Mehtapları'nın son bölümleri, Boğaziçi Yalıları'ndaki Şair Nigâr yazısı, bir ölüm ilanıyla başlayan Fahim Bey ve Biz, hepsi ayrılışlardan, hatta kaybedişlerden sonra.
Hisar'ın edebiyatına dudak bükenler, gerçek İstanbul'u görmezden gelişine değinmeden edemezler. Çamlıca'daki Eniştemiz'de, yolların acı görünümlerinden, yoksulluğun, yoksunluğun delirişlerinden bir an önce "kaçmak" isteyen çocuk anlatıcı, eleştirmenlerimizin yargısına göre, hastalıklı bir aristokrasinin savunucusu, öte yandan, çocuğun bütün bunlardan kaçmak isteyişi pek de çözümlenmemiş.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında, İstanbul elbette sadece Boğaziçi, yalılar, Büyükada, köşkler değildi. Ama Abdülhak Şinasi, çöken, göçen payitahtta, bir rüya görüyor ve rüyanın hikâyesini yazmaya çalışıyordu. Bir şehirden bir rüya çıkarabildiği için, eseri, okuyanları bugün de büyülüyor.
Yok oluş ve ölüm, Şair Nigâr Hanım'ın alaca karanlıktaki odasında saltanat kurmuşken, o an, o sahne, kim bilir ne kadar zaman sonra, sanatkârın yazısında dirime dönüşüyor ve sararmış kitap sayfaları arasında da kalsa, bir gönlü hâlâ söylüyor.
Bir zamanlar, yazdıklarımla alay etmek isteyenler, benim için "prematüre Abdülhak Şinasi" demişlerdi. Hiç gocunmadım. Ortaokulda, ders kitabımızdaki seçme parçayı, Fahim Bey'in elbiselerini okuduğum günden beri, Abdülhak Şinasi'ye bağlanıp kaldım.
(ZAMAN, 04 TEMMUZ 2009)