Ataç'ın eserleri günümüzün okurlarınca, genç okurlarca ilgi devşiriyor mu, bilmiyorum. Yirmilerinde birkaç arkadaşa sordum, Ataç'ı tanımıyorlar.
Ama yalnız Ataç'ı değil, Nermi Uygur'u, Sabahattin Eyuboğlu'nu, hatta -inanmayacaksınız- Salâh Birsel'i tanımıyorlar. Yok, Salâh Birsel'in adını işitmişler, gelgelelim tek satırını okumamışlar.
Görüşlerine katılalım katılmayalım, usta denemeci Ataç, benim yeniden yeniden okuduğum yazarlar arasında. Hiç bunalmam Ataç'ı okurken. Tam tersine, ille didişecek bir şeyler bulurum. Uzun yıllar öncesinden bugüne tartışılacak konular fırlatıp atmak, ancak bir iki ustaya vergi.
Ataç için Behçet Necatigil'in değerlendirişi şöyle: "Edebiyat dünyasında ilkin Dergâh dergisinde yayımladığı şiirleri (1921–1922, 6 şiir), makale ve tiyatro eleştirileriyle görünen Ataç, Cumhuriyet devrinde yalnız deneme, eleştiri yazıları yazdı ve çeviriler yaptı. Yeni Şiir'in, başta Cumhuriyet devri şairleri, genç sanatçıların tanınmasında öncülük etti. Türkçe'nin özleşmesi, arınması için yılmadan savaştı, bu uğurda yazdığı yazılarda hiçbir yabancı söz kullanmadığı oldu; kendine özgü, devrik cümleleri çoğunlukta, yeni bir dil ve anlatım biçimi yarattı. Genç yazarların çoğu onun etkisi altında kaldılar. Kabul edilmiş değerleri yeniden ele alarak tartışmalara yol açması onun arayıcı olumlu yönlerinden biri oldu."
Necatigil, her zamanki inceliğiyle, dediğim dedikçi, handiyse buyurgan Ataç'tan söz açmamış. Yenilik, yenilikçilik hastalığına yakalanmış Ataç'tan da.
O kuşağın yazarları Ataç'a toz kondurmazlardı. Meselâ Vedat Günyol, Ataç'la bir iki kez kalem kavgasına girişmiş olmasına rağmen, "Bir kasırgaydı!.." demekten kendini alamazdı. Memet Fuat'sa gelmiş geçmiş en büyük deneme ustalarından biri sayardı. O kuşaktan tek itiraz Attilâ İlhan'dan; Attilâ İlhan, Ataç'ı resmî görüşün temsilcisi sayardı. Resmî görüş ya da "İnönü diktası"...
Aradan geçen onca zaman, Ataç'a daha serinkanlı yaklaşmamıza imkân tanıyor. Bu yüzden yenilik, yenilikçilik hastalığına yakalanmış dedim. İtiraf edeyim ki, Ataç'ın ödünsüz yenilik hayranlığına saygı duyuyorum. Bir yandan da, özümsüz yeniliklerden hep ürkerek.
Ataç, 1951 yılı boyunca, Pazar Postası'nda Okuruma Mektuplar'ı yayımlamış. Birer mektup, edebiyattan, sanattan, yazarın kişisel yaşamından izdüşümlerle. Önemsemiş mektupları:
"Bana öyle geliyor ki ben bunları yazmak için, bunları yazdıran iklime ermek için doğdum, yaşadım; ne yaptımsa, ne ettimse, bütün duygularım, bütün düşüncelerim, hepsi hepsi beni buna hazırlamak içindi. Şeyh Galip, bir gazelinde 'Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir/Miyân-ı âşıkanda iştiharım varsa sendendir' diyor, benim de yazarlar arasında bir adım olursa, bu yeryüzünden benim de geçtiğim anılırsa, o ün bu mektuplardan gelecektir."
Şimdi mektuplara, 15 Ağustos I951 tarihlisine dönüyoruz. Ataç geçen hafta yazamamış, "iki gözüm" okurundan özür diliyor. Asla unutkanlıktan değil, tembellikten yazamamış: çünkü İstanbul'daymış. "Öyledir o şehir. Allah vermesin, bir gevşeklik, bir uyuşukluk çöküyor, yazmaktan geçtim, düşünemiyorsunuz." İstanbul ilk bu özelliğiyle belirir. Ataç çoktan beri Ankaralı.
Gerçi büsbütün insafsız değil; havaların çok sıcak gittiğini de söylüyor. İstanbul kavruluyormuş, sıcak uykular bastırıyormuş. Tam İstanbul yakayı sıyırdı diyorsunuz; Ataç açık açık belirtiyor: "Zorla mı, benim canım Efendim, sevemiyorum, bir türlü sevemiyorum o şehri." İstanbul üzerine mektup -aslında art arda iki mektup, ikincisi "Gene İstanbul"- İstanbul'u sevmezliğin sebeplerini deşiyor zaten.
Önce İstanbul'un koca bir şehir oluşu sinir oynatıyor, uçu bucağı yok, yerleşim dersiz topsuz. Bir yakını, "gönüldeş"! Görmeye gidiyorsunuz, onca yol, kapıyı açanlar "Evde yok" diyorlar. (İstanbul'un evlerinde, unutmamak gerekir, telefon henüz saltanat kuramamış.) "Mesafeler şehri İstanbul, gereksiz mesafeler şehri." Mesafeler insanları birbirinden ayırıyormuş, "öbek öbek gurbetler".
Caddeler, meydanlar, her taraf insan dolu. (Nüfus o zaman sadece bir milyon!) O bir milyon kişi çiğnemekle çiğnenmek arasında gidip geliyor, sürüklenip duruyormuş. Ankara elbette öyle değil. Ankara'da dinlenmek için bir yer seçin, yarım saat geçmeden, eş dost birlikte, koyu bir söyleşiye dalmışsınız...
Havası suyu iyiymiş İstanbul'un. Gülüp geçiyor Ataç. Önce sulara verip veriştiriyor: "Hepsinin de bir hassası varmış o suların, kimi böbrekleri işletir, kimi kum sancılarını kesermiş. Bir şehirde yaşamaya mı gidiyoruz, yoksa hastaneye mi?"
Havasına gelince; Ataç İstanbul'da karaya vurmuş balığa dönüyormuş. Zaten havaydı, manzaraydı, denizdi, bunlar boşmuş...
İstanbul'u "çekiştirme"ye kararlı Ataç, ikinci mektubunda sözü dolambaçlı yollara saptırmaz: "Bir eskilik, bir köhnelik var o şehirde de onun için betime (fenama) gidiyor." Tarihinden, yaşından bir yakınma mı, İstanbul'un? Hayır; Ataç, şehrin yenileşememesine içerlemekte. Nice "ne zaman kuruldukları artık unutulmuş" şehir, yenileştikçe yenileşirken, İstanbul onlara benzemez. "İstanbul, nasıl söyleyeyim?, küf de kokamaz, daha kötü, tarih kokar." Tarih, Ataç'ı irkiltir. Tarih geçmiştir, mâzidir ve yeniliğe düşmandır, yenilikten ürker. Ataç'a göre tarih eskinin peşinde sürükleniştir. İstanbul, bu açıdan, "boyuna geçmiş günleri övüp de kendi çağlarını beğenmeyen, her yeniyi kötüleyen kimseleri" andırır. Vurgulamam yersiz: Ataç o kişilere düşmandır.
Sonra tuhaf bir gözlem: İstanbul'un "yeni yapıları yok mu? Olmaz olur mu? Ama onlara da bir eskilik, bir köhnelik çökertiyor. Yitirmiyor, silmiyor onları, eskiler arasına karıştırıveriyor. İstanbul'da en yeni şeyler bile Nuh nebi zamanından kalmışa benziyor."
Birkaç yıl sonra Menderes istimlâkı başlayacak, İstanbul birbirinden değerli tarihî yapılarını yitirecek. Acaba Ataç sevinmiş miydi?
İkinci mektup yalnız 'şehir'le uğraşmıyor, İstanbullu'ya da ver yansın ediyor. İstanbullu, şehrin köhnemişliğini ruhunda hissediyormuş. Kentin tarihî dokusunu korumak isteyenler, Ataç'ın bakışıyla, her türlü yeniliğe dudak bükenler. Devam ediyor, ikiyüzlülük nitelendirmesini örtük söyleyerek:
"Yeni, rahat kahveler, gazinolar açılmış, oraya gitmeye içleri titrese dahi gitmiyorlar, ta nerede yıllık bir çınar varmış, ihtiyar, dört yüz yıllık, beş yüz yıllık bir çınar varmış, gidip onun altında arkalıksız iskemlelere oturup kulpsuz fincanlardan kahve içiyorlar. Belkemikleri ağrıyor, parmakları yanıyor, aldırmıyorlar ona, üstelik sıkılıyorlar, onu da söyleyemiyorlar, bilmem hangi padişahın günlerinde bilmem hangi bey yahut paşa oradan hoşlanırmış diye kendileri de yaşamanın hazzına ancak orada erdiklerini söylüyorlar."
Neredeyse 'ideolojik' denebilecek bu İstanbul ve İstanbullu nefreti, düşmanlığı, hep yeninin kabul görmesi isteğiyle miydi; durakalıp yanıtlayamıyorum.
Ataç, sonunda, İstanbul'u, tarihî dokusunu ve istanbullu'yu üç beş söze indirgiyor:
"Ah efendim Boğaziçi'nin mehtabı..."
"Ah efendim Kostaki'nin kemanı..."
"Ah efendim Yahya Kemal Bey'in şiirleri..."
Bir de adres veriyor, okurlarına, kendisine mektup yazmak isteyenlere: "Büyükada'da Nurullah Ataç"...
(ZAMAN, 25 TEMMUZ 2009)