O kitabı Sahaflar'da bulmuştum. Biliyorum, bıkkınlıkla, "Yıllar önce" diyeceksiniz. Evet, yıllar önce, her yaz günü Beyazıt'a, Sahaflar'a gittiğim dönemde. Orada daha çok-daha çok kitapla haşır neşir yaşamak...
Fransız yayınevlerinin kitabı gibiydi. Bir defa kapak düzeni öyleydi; ikincisi, Fransızca ad taşıyordu: Lettres à Abdülhak Haamit.
Abdülhak Hâmid bizim kuşak için efsanesi de efsanelere karışmış bir şairdir. Dinmişti efsane: Kimse şiirini okumuyordu 'Ulu Şair'in; ezberde handiyse tek dizesi kalmamıştı. Aslında yalnızca bizim kuşak mı? Sanmıyorum. Esendal'ın nefis bir hikâyesi var, "Hâmid İçin Bir Yazı", 1948'de Ulus'ta yayımlanmış: Kimse Hâmid'i okumuyor, herkes şairi yorumluyor...
Yine de efsane söz konusu, efsanenin yankısı. Bu sebeple Sahaflar'da bulduğum kitabı hemen almıştım.
İtiraf edeyim ki, bugün okurum yarın okurum erteleyişleriyle, yıllar yılı kapağı açılmadan durdu Lettres à Abdülhak Haamit. Milliyet gazetesine Ulu Şair üzerine hayli uzun bir yazı dizisi hazırlamıştım. Tuhaf ama, o sırada bile, mektupları okumayı ertelemiştim.
Sonra bu mektuplar, Lüsiyen Hanım'dan Abdülhak Hâmid'e Aşk Mektupları adıyla, İsmail Yerguz'un geçmiş zaman tatlarını dilde göz ardı etmeyen çevirisiyle Türkçe olarak yayımlandı. Oğlak Yayıncılık'ın verimiydi.
Mektupların yazıldığı tarihte Hâmid herhalde büyük ününü koruyordu. 1950 sonrasında, hatırlarım; büyüklerimiz, o zamanlar edebiyatın yıldızı bugünkü gibi sönmediğinden, günlük hayatın ortasında, arada bir de olsa, edebî eserlerden söz açmayı gereklilik bilirlerdi. Namık Kemal, vatan konusu açıldığında hatırlanırdı, ille bir iki dize. Tevfik Fikret, hürriyet ve siyaset-iktidar adamlarının yağmacılığı konularında hemen akla gelirdi. Yahya Kemal zaten gönüllerdeydi. Abdülhak Hâmid ise ölmüş zevceye sonsuz bağlılığın şairiydi.
İşte Makber sık sık anılmaktaydı. Gerçi büyüklerimiz Makber'in kapağını açmayalı nice zamanlar geçmişti ama, yeri geldiğinde, kederler kuşanılarak Makber! denirdi. Biz küçükler de Hâmid'le böyle tanışmıştık.
Bebek'te doğduğu söylenirdi, muhteşem bir yalıda. Fakat yalı çoktan yıkılmış. Abdülhamid'in istibdatı, Londra seneleri falan; Maçka Palas'ta yaşamış olduğu söylenirdi. Tantanalı, şatafatlı bir ömür sürdüğü, salonunda şairlerin, yazarların buluştuğu... Bu akşamüzeri çaylarına herkes katılırmış. Meselâ Sergüzeşt yazarı Sezaî ta Göksu'dan gelirmiş Maçka Palas'a. Sezaî de Hâmid gibi epey yaşlı. Yahya Kemal pek gelmezmiş. Hâmid'den otuz-otuz beş yaş küçük Yahya Kemal; yıldızları pek barışmamış...
Ulu Şair'in son hanımı Lüsiyen'in güzelliği belleklerdeydi. Zaten, Hâmid'in efsanesini, son dönem, Lüsiyen Hanım'ın gençliği, güzelliği, hoppalığı sürdürmüş gibiydi.
Lise son sınıfa kadar Abdülhak Hâmid'den tek satır okumadım. Teşvikiye'ye taşındıktan sonra, Maçka Palas'ın giriş katındaki sararık mermer -yoksa taş mı?- levha, "Ulu Şair Abdülhak Hâmid Tarhan burada yaşadı..." gibisinden bir söz, Makber şairini arada bir aklıma getirirdi.
Okulda, işte lise sondayken, Finten'den bir bölüm okuduk. Dalgalar göklere çıkarken Finten kayıkta koskoca bir gemiye ulaşmaya çalışıyordu. Öğretmenimiz Rauf Mutluay, Finten'den seçme parçayı hayli alaya alarak işlemişti. Mutluay'a göre, Ulu Şair talihli... hem de çok talihli adamdı. Yıllar yılı hayranlık duyulmuş Hâmid, oysa, saltanatlı züppenin tekiydi.
Finten'i ancak 1980'lerin sonunda okudum. Ahmet Muhip Dıranas'ın sadeleştirmesinden. Tuhaf şekilde etkilendim. Âdeta şaşakaldım. Örtük cinselliği, çılgınlığa varan karmaşık ruh çözümlemeleri, çılgınlığı handiyse aşan davranışlar bütünü, hele veremli kızlar sahnesi, bütün o abartık dünya geçmişten eşsiz bir güzellik gibiydi.
Üstelik, Hâmid, geleceğin çok donanımlı tiyatro tekniğini handiyse yüz yıl öncesinden görebilmiştir.
Aşk Mektupları'nın başında, İnci Enginün'ün kaleme getirmiş olduğu uzun bir giriş yazısı var. Hâmid'in bütün eserlerini yeni yazımızda okurla buluşturan Enginün, "Türk edebiyatında yeniliği kesin olarak başlatan Abdülhak Hâmid Tarhan..." diyor. Tanpınar da Hâmid'i yenilikçiliğin ilk kişileri arasında sayar. Gerçi Tanpınar, Makber şairi için olumsuz görüşler de ileri sürmüş. Nahid Sırrı, Hâmid'in tiyatro eserlerini âdeta kasırgalı bulmuş.
Bugünün okuru bu kasırgaları dildeki değişim sebebiyle kolay kolay hissedemez. Dildeki kasırga Hâmid'i ürkütmüş müydü? Hep merak ettim.
Geçmiş günlerin serüvenlerini, söylentilerini, yapmacıklarını kirpi oklu anlatımıyla kaleme getiren Münevver Ayaşlı, Hâmid'le Lüsiyen Hanım'a Dolmabahçe Sarayı'ndaki Dil Kurultayı'nda rastladığını yazar. Arılaşan Türkçe karşısında Osmanlıca ustası Hâmid'in aldırışsızlığını adamakıllı yadırgamıştır. Hâmid pek neşelidir! Ayaşlı eski "şair-i âzam"ın yeni döneme yaranmak istediği kanısına bile varır.
Ayaşlı, Lüsiyen Hanım'la yakın arkadaştır. Sıkı fıkı görüşürler. Ne var ki, Lüsiyen Hanım'ı yeri geldiğinde eleştirmekten, hatta yermekten kaçınmaz. Ayrıca Hâmid-Lüsiyen aşkına da pek inanmaz. Aradaki büyük yaş farkı Münevver Ayaşlı için daima bir soru işareti olup çıkar.
Lüsiyen Hanım İstanbul'un biraz bohem biraz entelektüel ortamında aristokrat bir tavır sergilemektedir. Bir ara Hâmid'den ayrılır, İtalyan bir beyle evlenir. Bu genç eşin kont olduğu söylentileri İstanbul'da epey yayılır. Ayaşlı anılarında kontluğa kontesliğe de inanmadığını yazar. Tam tersine, Lüsiyen Hanım'ın Hâmid'le ikinci kez evlenmesi, İtalya'da yaşadığı yoksulca hayata dayanamamasından. Abdülhak Hâmid Bey'in sağladığı bolluğu, refahı özlemiş.
İşte Lettres à Abdülhak Haamit tam o sıralarda yazılmış mektupların derlenmesidir. Mektuplardaki Lüsiyen Hanım'a gelince, ne olursa olsun, 'çapraşık' tutkuyu hissediyorsunuz. Hâmid'den ayrılmış, kont olduğu iddia edilen İtalyan'la evlenmiş Lüsiyen Hanım, eski eşine derin saygıyla bağlı. Yer yer iç sızlatan duygular yansıyor.
Ayrılık sırasında Ulu Şair, ileri yaşına rağmen, İstanbul'un eğlence yerlerinde handiyse sabahlıyor. Onu bu durumda gören Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları'nda üzülsün mü sevinsin mi, karar verememiş. Lüsiyen Hanım da bu uzun sefahat gecelerini işitmiş olmalı ki, bir mektubunda, Ulu Şair'e sıhhatinize dikkat edin! diye uyarılar yazıyor... Tabiî bir aşk söylemiyle.
Ayrıca ne önemi var; yaşanmış, dinmiş, noktalanmış aşk ilişkisinin gerçekliğinde ya da düzmecesinde karar kılmak, mektuplara artı bir şey katmayacak. Bunlar, tat alınarak, su gibi okunan mektuplar. Lüsiyen Hanım roman kahramanı niteliğiyle beliriyor. Dedikodular, iyilikler, kötücüllükler, yalanlar, özentiler, görgüler, görgüsüzlükler; hepsi!
1930'lar İstanbul'u Maçka Palas'taki efsane şairle son eşini -öyle anlaşılıyor ki- epey konuşmuş. Bu konuşmalar, bu çekiştirmeler, Ulu Şair'in 1937'de ölümünden sonra da sürmüş. Çünkü Lüsiyen Hanım Maçka Palas'tan taşınmamış. Hâmid'in hayranlarının kendisini arayıp soracaklarını ummuş.
Maçka Palas otel oluyor. Belki de oldu; epeydir önünden geçmedim. Abdülhak Hâmid'e bir köşe düzenlenecek mi, bilmiyorum. Giriş katındaki tabelâ ne oldu? Kırılıp atıldı mı, saklandı mı? Onca şöhretten geriye belki iz kalmayacak...
(ZAMAN, 20 HAZİRAN 2009)