Menu
RADYO ANILARI
Haberler • RADYO ANILARI

RADYO ANILARI


On gün kadar önceydi, söyleşi için buluştuğumuz genç arkadaş­larım eski bir 'radyo' yazımı getirdiler. Epey eski, Sanat Olayı'nda yayımlanmış, yıllar önce. Ülkü Tamer'li Sanat Olayı mı, Attilâ İlhan'lı mı, çıkaramadım. Tarih bellisiz. Hiç hatırlamadığım bir yazı. Ama yazıda söz açtığım radyo anıları, benim için daha dün gibi.

Harbiye'deki Radyoevi'nden söz açmışım. Radyoevi çok sevdiğim bir yapıdır. Benden beş altı ay genç. 19 Kasım 1949 tarihinde hizmete girmiş. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, açılış konuşmasını İsmet Paşa yapmış. Gerçi deneme yayınları 1949'un Haziran'ında başlamış.

Doğan Erginbaş'ın, Ömer Güney'in ve İsmail Utkular'ın ortak tasarımları olan Radyoevi'ni birkaç kez tepeden tırnağa kadar gezme fırsatım oldu. ('Tepeden tırnağa', bilmez değilim, canlılar için kullanılır. Ama Radyoevi bende bir canlının sesi soluğu olarak yaşayageldi.)

Büyük stüdyoları, salonları, odaları, plak alma üniteleriyle Radyoevi, hele dönemi göz önünde tutulursa, çok akılcı bir tutumla inşa edilmiştir. Sonra, bizim nesil, uzaklardan, önünden geçerken, hayatımızda derin izi olan radyonun... İstanbul Radyosu'nun oradan yayın yaptığını bildiğimizden, Radyoevi'ne tılsımlı bir yer özelli­ği kondurmuştuk...

Sanat Olayı'ndaki yazıda anmamışım: Bendeki en eski radyo anısı, Kadıköyü'ndeki evimizden. Çok acıklı bir piyes, Radyo Tiyatro­su'nda. Gece vakti niye ayaktayım, niye dinlememe izin veril­miş, çözemiyorum, sadece sesler hâlâ yankıyor.

Her hafta perşembe geceleri saat 21'de yayınlanan Radyo Tiyatrosu'nun hayatımdaki önemi uçsuz bucaksız. Tennessee Williams'tan radyofonize edilmiş Sırça Kümes'i -Kent Oyuncuları'nın yapımıydı- dinlemeseydim, yazar olmaya belki yeltenmezdim. Sırça Kümes bitti­ğinde, insan acılarını ben de yazacağım! diye tutturmuştum, galiba yarım yüzyıl geçti.

Sonra her cumartesi Çocuk Saati. Yaz ayları dışında hiçbirini kaçırmamışımdır...

O eski yazıda Eşref Şefik'ten söz açmışım. Bu isim bugün belki unutuldu. Usta bir radyo konuşmacısıydı Eşref Şefik, şöhreti büyüktü. Eşref Şefik, Feridun Fazıl Tülbentçi, Refik Ahmet Sevengil, daha başkaları, hepsi İstanbul Radyosu'nun konuşmacılarıydı. Masallar an­latan, beni büyüleyen Eflâtun Cem Güney'i elbette unutmadım.

Sesler yankıyor!

O konuşmacıları, bugünün radyo bolluğunda, dilimizi ne yazık ki zaman zaman merhametsizce hırpalayan kimi konuşmacılarla karıştır­mamak gerekir. Her birinde 'aktör' edası vardı. Meselâ Feridun Fazıl Tülbentçi'nin tarih söyleşileri tüyler ürpertirdi. İstanbul'un fethini ondan dinlemiştim. Fâtih'le birlikte Bizans'ın tarihten silinmesine sanki biz de katılıyorduk. (Bu, tiyatroluk anlatıştan olacak; tarih­ten oldum bittim ürkerim.)

Eşref Şefik, Evliya Çelebi'nin âdeta radyo karşılığıydı; abart­tıkça abartırdı. Ama çok sevimliydi. Doğadan, denizden, balıklardan söz açardı.

Yeniyetmeliğimdeydi, Marmara Adası'na gitmiştik. Bir evin bah­çesinden bir ses, çok tanıdık bir ses, Eşref Şefik'in sesi. Babam, "Siz Eşref Şefik misiniz?" diye sormuştu. Sonra epey konuştular. Radyo öyleydi: Seslerdi sizi ünlü kılan.

Orhan Hançerlioğlu'ndan da söz açmak isterim. Yazar Hançerlioğlu, İstanbul Radyosu'nda yıllarca öykü programı hazırladı. Gali­ba bir reklâm programının yapımıydı. İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun aktrisleri dramatize ederler, aynı tiyatronun aktörleri onlara eşlik ederlerdi. Başta ve sonda Orhan Hançerlioğlu'nun boğuk, kalın, gü­rültülü, trajedyenlere yakışır sesi öyküden satırlarla yankırdı. Ya­zarı da o tanıtıyordu: "Fransız edebiyatının büyük hikâyecisi Maupassant..."

Uzun yıllar geçti; bir seçici kurulda Orhan Bey'le birlikteydik. Geldi, "Orhan Pamuk'un romanı birinci olacak!" dedi. Aynı kalın, yet­keci ses. (Orhan Pamuk ödülü Mehmet Eroğlu'yla paylaştı. Benim adayım Selçuk Baran'dı: Bozkır Çiçekleri.)

Yürek yakıcı "Son Yaprak" öyküsünü o programda dinlemiştim, pa­zar gecesi, saat yirmi iki suları. Hani, hasta kız ölmesin diye, ağaca son bir yeşil yaprak boyayıp asan ressam, ihtiyar ressam... Kim bilir kaç yıl geçti, Hançerlioğlu'nun sesi yine kulaklarımda...

Romanlarını okudum ama, Feridun Fazıl Bey'i hiç görmedim. Zaten radyonun en büyük özelliği, yüzlerini ya hiç görmediğiniz, ya da, ancak dergilerdeki fotoğraflarından tanıdığınız insanlarla dolup taş­masıydı. Küçük kutudan çıkıp geliyorlardı, sesleriyle. Böyle pek çok 'radyo yıldızı' vardı. Hele, şarkıcılar birer efsaneydiler.

Evet, efsaneydiler. Çocukluğumda, Münir Nurettin Selçuk, telif ödemediğine sinirlenerek, eserlerinin İstanbul Radyosu'nda okunmasını yasaklamıştı. Aylarca tartışılmış, âdeta matem tutulmuştu. İstanbul Radyosu'yla Münir Nurettin nasıl barıştılar; ama barıştılar ve radyo dinleyicileri çok sevindi...

Macerayı belki radyo dergilerinden izleyebilirim. O zamanın haftalık radyo dergileri, öyle, haftası geçer geçmez atılmaz, önemsenerek saklanır, hatta ciltlenirdi. (Kitaplığımda cilt cilt!) Meselâ, Hamiyet Yüceses, Suadiye taraflarındaki evini nasıl döşemiş... Meselâ, tango kralı Celâl İnce niye Amerika'ya gitmiş... Radife Erten son günlerde neden sinirli... İlham Gencer ve Arkadaşları'nın solisti Ayten Alpman caz şarkıları yorumluyor...

Hem bu dergilerde yazı yazan hem de menejer olan Zeki Tükel, bir ara, Cihangir'de karşımızda oturmuştu. Hanımlar onu Frank Sinatra'ya benzetirlerdi. Eşi Nebahat Yedibaş, İstanbul Radyosu'nda so­listti. Evlerine dönemin ünlü ses sanatçıları gelir, mahallemizde heyecan rüzgârları eserdi.

Bu heyecan rüzgârlarını Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın'da yazmıştım. Roman yayımlanınca, bir gazeteci-yazar 'dost', isimleri değiştirmiş ama, kim kimdir anlaşılıyor, belki mahkemelik bir konu diye yazmıştı. Hâlâ şükran duyarım...

1961'in güzünde, galiba Ekim'in ilk haftasında, İstanbul İl Rad­yosu yayına başlamıştı. Orta dalga, 385 metre. (Bu 'dalga'ları, 'met­re'leri şimdi bile kavrayabilmiş değilim.) Biz yeniyetmeler için ne büyük sevinçti! Akşamüzerleri saat on sekizde başlayan yayın gece yarısına kadar sürer, günün moda şarkıları çalınırdı. Bunlar, yalnızca, 'hafif batı müziği' şarkılarıdır. İngilizce, İtalyanca, ama o yıl­larda daha çok Fransızca. Canına kıyan Dalida yankıyor, hem de sevinç, yaşamak dolu!..

1968'de Cumartesi Yalnızlığı yayımlandı. Aziz dostum, değerli hikâyeci Nursel Duruel'le Cumartesi Yalnızlığı sebebiyle tanıştım. İlk kez radyoda konuştum; Nursel'in kitaplar programındaydım. Şimdi düşünüyorum da, nasıl bir incelikti: Yolun başındaki bir yazara, Nur­sel Duruel yol açıyor, el veriyor!..

Radyo anılarımın bir bölümünü Gramofon Hâlâ Çalıyor'da yazmış­tım. Demin okudum. Evlerimizin, o, kira evlerimizin demirbaş radyo­larını anlatmak istemişim. Mediha Demirkan okuyor, Sabite Tur Gülerman; Zehra Bilir'in sesinden "Halvacı", ah o 'a'! Yüreğim burkuldu.

Çocukluğun umutlarla dolu, henüz kırılmamış, henüz kavrulmamış günleri. Onların geri gelmeyeceğini biliyorum. (Hayat artık rüzgârla dolu.) Radyoda dinlediğim güzelliklerin bittiğini biliyorum. Başka güzellikler de olabileceğini biliyorum. Fakat hep bir sıtmadayım.

Sıtmadayım: Cihangir'deki ev, annem babam, anneciğim babacığım, ilkgençliğim, sonsuz düşler!...

Sonra böylesine yalnızlık

(ZAMAN, 23 MAYIS 2009)