İstanbul üzerine yazılmış en güzel kitaplardan biri, Edmondo de Amicis'inkidir. İtalyan edibi, yıllar yılı bu kentin hayalini kurmuştur. Doğu'ya giden gezginlerin yazdıklarını okumuş; Lamartine'i, Lady Montague, Gautier, Chateaubriand'ı âdeta ezberlemiştir, şimdi artık yoldadır.
Gemide bütün geceyi uykusuz geçiren de Amicis, güverteye çıkınca, o tan ağışında, "Lânet olsun!" demekten kendini alamaz: Sis bütün ufku kaplamış!
Düşbozumu neyse ki uzun sürmez. Sis büsbütün yoğunlaşmaz, Sarayburnu'yla Yedikule arasında, "beyaz ve tepeleri güneş ışığında gül rengine girmiş minareler" görünür, sonra evler, kulelerle tahkim edilmiş surlar, derken, her Batılı seyyahın odaklanıp kaldığı tapınak:
"Kocaman bir gölge, hâlâ bir sis tabakasıyla örtülü pek büyük, yüksek ve zarif bir bina bir tepenin üzerinden semaya doğru yükseliyor ve uçları güneşin ilk ışıklarıyla gümüş gibi pırıldayan upuzun ve ipince dört minarenin ortasında ihtişamla yuvarlaklaşıyordu." (Beynun Akvayaş çevirisi.)
Bir gemici "Ayasofya!" diye bağırır.
İstanbul şimdi -sanki- ezelî ve ebedî siluetiyle belirmektedir: Sultanahmed Camii, Beyazıd Camii, Laleli Camii, Süleymaniye, kuleler, yeşillikler, servi, sakız, çınar, kasırlar, kubbeler... De Amicis "Sır ve hüzün dolu bir şehir" diyor.
Seksen yıl kadar sonra, 1950'lerde Sultanahmed Camii'ni ben de bu siluetten hatırlıyorum. Fakat gündoğumunda değil, günbatımlarında. Biz Cihangir'e taşınmıştık, anneannemler hâlâ Kadıköyü'nde, Şifa'da; onlardan dönüşlerimizde, vapurda. Boyuna çehre değiştiren İstanbul'da, neyse ki bu tarihî görünüm varlığını bugün de koruyor. İstanbul'un simgesi belki de bu tarihî görünüm.
On dokuzuncu yüzyılın seyyahları, bilinen sebeplerle, Ayasofya'dan uzun uzadıya söz açarlar. Sultanahmed Camii ilgilerini çekmiştir ama, yine bilinen sebeplerle, uzaktan.
Bir şeker bayramı günü Atmeydanı'na gelen Gérard de Nerval -şeker bayramıyla kurban bayramını karıştırmıştır-, "Haşmetli Sultan Abdülmecid'in" bayram namazını Sultanahmed'de kılacağını öğrenmiştir. Sahneyi birlikte izleyelim:
"Pera'nın Avrupalıları da, kalabalığa büyük sayıda karışmıştı; çünkü, bayram günlerinde, her dinden insan, Müslümanların neşesini paylaşıyordu. İslam törenlerine dinsel inançlarından dolayı katılamayanlar için bu, en azından sivil bir şenlikti. Donizetti'nin kardeşinin yönettiği Padişah Bandosu, Doğu müzik sistemine uyarak, çok güzel marşları tek sesli olarak çalıyordu.
Alayın en ilginç yanı, başlarında, tepeleri, mavi tuğlarla süslenmiş çok iri sorguçları olan tolgalarla geçen içoğlanlarıydı, yani padişahın muhafızlarıydı. Macbeth'in sonunda görüldüğü gibi, insan sanki yürüyen bir ormanı seyrediyordu." (Selahattin Hilav çevirisi.)
Sonra padişah görünür; o, çok sade giyinmiştir. Yalnız, atı, altıın işlemelerle ve elmaslarla bezeli...
Belki yabancı gezginlerin yaklaşımından dolayı, bizde, kim bilir hangi dönemde belirmiş, yaygınlık kazanmış görüş, Sultanahmed Camii'nin Ayasofya'yla yarıştırılması etrafındadır. Bu yarıştırmayı çocukluğumdan beri işittim. Sultanahmed mi güzel ve görkemli, Ayasofya mı? Ya da: Sultanahmed Camii Ayasofya'ya bir cevaptır. Bu görüş bu yarıştırma, ilkgençliğimden sonra, anlamsız ve çirkin göründü.
Kaldı ki, Evliya Çelebi'nin, Naima'nın yazdıklarını okuyanlar bilecek; Sultanahmed Camii'nin nereye inşa edileceği uzun uzadıya araştırılmış, tartışılmış.
Yine yarım yüzyıl öncesinden hatırladığım, sanat tarihine, mimariye gönül bağı duyanların, Sultanahmed Camii'ne dair bir kaygıları; Tahsin Öz daha 1947'de kaleme getirmiş:
"Sultanahmed Camii'nin, diğerlerine nazaran penceresinin fazlalığı yüzünden binanın içi hayli aydınlıktır. Bu suretle pek nefis olan mermer işlemeleri, sedef süslemeleri, çinileri tam hakkıyla belirmektedir. Mamafih caminin kıble tarafındaki iç alçı pencereleri son yıllarda tamamen harap olduğundan ışık pek fazla gelmekte idi.
Bunların yerlerine yaptırılan camların renkleri ve desenleri zamanın zevkini vermemekle beraber ışık meselesini halletmiştir. Herhalde bu anıtın pencerelerinin, fena badana ve kalem işlerinin ve diğer noksanlarının restorasyonu yapıldığı zaman o vakit nasıl bir sanat varlığı olduğu bir kat daha anlaşılabilecektir."
Eski, tarihî mimarimizin mutlaka korunması gerektiğine dair ilk vurgular. Gelgelelim bilincine varmak nice gecikmiş. Arada, nice eser yitip gitmiş.
Bu yazıyı, kolay bulunabilecek ansiklopedik bilgilerle donatmak istemiyorum. Ne var ki, yapılışının hikâyesinden bir ayrıntıya ille değineceğim.
Mimarbaşı Sedefkâr Mehmed Ağa hazırlıklar tamamlanınca, 1018'de (1609) harekete geçiyor. Caminin temeli Birinci Ahmed tarafından törenle atılmış. Padişahın kullandığı kazma, uzun yıllar, Topkapı Sarayı Müzesi'nde sergilendi. Günümüzde sergileniyor mu, bilmiyorum. Naima merasimi anlatıyor; bin kadar hil'at verilmiş. Padişah, sonraları da, caminin yapımında çalışmış. Bir iddiaya göre, bütün İstanbullu'lar gönüllü çalışmış.
Önce denizden gördüm ama, Sultanahmed'in karadan, hem de değişik yönlerden görünüşü, derin etkiler bırakır. Kubbelerle minareler arasındaki uyumu müzik sanatıyla açımlamak isteyenler, Sedefkâr Mehmed Ağa'nın aynı zamanda musikiyle haşırneşirliğini belirtirler.
Birkaç kış önceydi, karlı bir gün, değerli dostum Işın Demirkent'in cenazesi için Sultanahmed Camii'ne gittim. Merdivenler, girişler, iç avludaki granit, mermer, porfir sütunlar, kar yağışıyla soyutlanmış bu mekânda büsbütün geçmiş zamanı söylüyordu.
Bence, Tanpınar Beş Şehir'de biraz haksızlık ediyor, cami içindeki çinilerin yekpare olmayışına boş yere üzülüyor. Tahsin Öz'den iz sürersek, çinilerin anlamı sezilebilir:
"Sultanahmed Camii'nde iç süslemede, en mühim ve kıymetli bir kısım da çinilerdir ki bunlar on altıncı yüzyılın sonu ile on yedinci yüzyılın başlarına rastladığından bu sanatın en güzel devirlerine tesadüf etmekle beraber kemiyet ve çeşit itibariyle de hiçbir binada bu kadar çiniye tesadüf edilemez, bir sanat hazinesidir denilebilir."
Mavilerin sağanağında, bu çinilerde, Tanpınar'ın nitelendirmesiyle, narçiçeği kırmızılarını, menevişli beyazları, çimen yeşilleri görmek beni her zaman heyecanlandırdı. Çinileri "ayrı ayrı panolar halinde" görmek ve yaşamak da. Tekdüzeliğin bu kırılışı, ayrılışlar, yenilenişler, değişimlerle yaşamı çağrıştırıyor. Hatta sevinci, hüznü, birinden ötekine geçişi, daha içe kapanışı, âdeta melankoliyi, sonra birden renk cümbüşüyle aydınlanışı, arınışı, yaşamak coşkusunu duymak olası.
Haddini bilmezlik olacak ama; sanat tarihimizin Sultanahmed Camii'nin Şehzade Camii esinlidir yargısına da pek katılamıyorum. Şehzade Camii'ni kendi güzelliği içinde düşünmeyi ve Sedefkâr Mehmed Ağa'nın birikimleri yadsımayarak kendi yolunda yürüdüğünü sanmayı tercih ediyorum. Bir sanı elbette.
Sultanahmed Camii'ni, galiba, sessiz ve ıssız anlarında, kubbelerinin görkemine dalıp giderek, iç dünyasında duyumsamak istedim. Birçok kez. Birçok kez, bir köşede durarak, kendi hiçliğimi tadarak...
(ZAMAN, 18 TEMMUZ 2009)