Menu
PENCEREDENİZLER 13
Haberler • PENCEREDENİZLER 13

PENCEREDENİZLER 13

[16 mayıs 1428 salı, ist.]

her dertden sonra dertsizleşmek; her cenazeden sonra ölümsüzleşmek...

(yoksa, yaşayamaz mıydık? yoksa yaşama kalitemiz artar mıydı?)

akıllı ona derler ki: dertlerin evinin kapısında (hatta giysisinin cebinde) nöbet tuttuğunu unutmaz; her cenaze kaldırılışında kendi cenazesini/naaşını görür (ve sonra –çok çobuk– unutmaz).

...

çayın-kahvenin uykuyu kaçırabildiği 40-45’e kadarki yaşların kıymetini bilmek (tenbellik etmeyip, uykuzuzluğu değerlendirmek) lazım (imiş!).

...

yazılanları okuma vasıtası ile, başka hayatlardan haberdarlık/agâhlık mümkin; ancak, içinde bulunup yaşananla mukayese kabul etmez.

...

şu besbelli: herkes gücünün ve vüs’atinin kaldıracağı seviye ve tarzda bir hayat yaşıyor (adalet/derin adalet/öz adalet). kaybetmek ve kazanmak (güç ve iktidar –edinme- mücadelesinde), ikisi de adalet (iktizasınca).

...

hikaye/anlatı yazmak için, zihnin hayalin kanatları serbest ve aklın kanatları güçlü olmalı.

[17 mayıs 1428 cıharşanba, ist.]

bir arkadaş, «yazmaya-yazmaya ne hale geldim» diye bir güfte kaleme alıp bestelemiş, sabah-akşam terennüm ediyor.

[19 mayıs 1428 cum’a, ist.]

manevi yapı (hulk) itibarıyle kuş gibiyiz. kanatları çırpmayınca (çırpınmayınca) irtifa kaybediyoruz. kaybettikçe de yerin (aşağının) çekim gücü artıyor.

...

geleceğin talihini beklemek akıl kârı değil. gelecek talih(lilik) getirmez ise...

(çırpınmadan) geleceğe güvenmek iş değil (işsizlik).

...

kendinden (ağırlıklarından; kendinle ilgilenip uğraşmakdan) kurtul. kendinden kurtulursan, göreceksin ki, etraf(ın)daki (aşağı/lık) çekiciler seni bulup (yakalayıp), (dibe) çekemeyecek. /”amelin hayırlısı nefse zor gelendir, nefsin hoşlanmadığıdır.” (nesf, kendini göstermeğe ne kadar da hevesli –aman ya rab, aman, aman!)

...

«ekşikara»

ekşikara mevkiindeki tarlaya gittim. çakıl şose yoldan sağa, sol yanı hendek ara yola sapınca, üç-dört tarla sonraki, hendeğin üzerine uzattığımız birkaç kalın tahta üzerinden geçtiğimiz tarlaya. anayoldan sapmadan doğru gidilirse, yüz-yüzelli metre ileride, solda, mustafaga’nın tarlasına varılır. mustafaga, sabahın biraz geç vaktinde, diyelim kuşlukda, tek atlı, taliga denen arabası ile buraya gelir, tarlasındaki kalın dallı ağaca kurup döşediği çardağına çıkar, karısı fatmeabla çayı demleyip kahvaltıyı hazırlayıncaya kadar uzanır. altmış yaşlarındaki bu çocuksuz çift, kendi başlarına kahvaltı eder, akşam üzeri, güneşin batımına bir saat kadar kala kasabaya, karahasan sokağı’ndaki altı kapı numaralı çift katlı evine döner. bizim, sekiz kapı numaralı evimizle arada bir ev vardır. çocukları olmadığından, komşu çocuklarına ilgi göstermek ister, amma, beceremezler. bunda, çocuklara yaklaşma acemiliklerinden ziyade, annelerin aksi yöndeki tenbihleridir. çünki, mustafaga’nın camide görülmesi, belki bayramdan bayrama, belki cum’adan cum’ayadır. bir de, geceyarılarına kadar üst kat penceresinde oturur, çay içip tütün tüttürerek öksürür; ve de, seyrek olsa da, fatmeabla’ya, küfürle karışık, sokakdan duyulacak kadar yüksek sesle bağırıp çığırır. bu yüzden çocuklara, uzak durulması tenbihlenmişdir. fatmeabla, “kendi halinde” ve “biraz safca” bir kadındır. yüzünde ve bilhassa burnunda bol siyah benekler doludur artık. mustafaga’ya çocuk verememiş, amma, ona tahammül etmişdir, sessizce hep tahammül etmişdir. (kimbilir, çocuk konusunda belki kusur mustafaga’da idi?) misafirliğe gidilmezdi. çünki ev pek ağır sigara koktuğu gibi (itiraf edeyim: bir kerre gidip çaylarını içmiş idim! bunu rehmetli anneme söylemedim), mustafaga çoğunlukla evde oturur, kahveye çıktığında da ne vakit döneceği belli olmazdı. hem, “kendi halinde, biraz safca” fatmeabla’nın hazırlayıp ikram edeceği çay içilmek istenmezdi. o, bunu anlar, amma, anlayışla karşılayıp kabullenir, güceniklik göstermeden komşularına uğrar, pek az kalır, yarımağızla daha oturması söylenince: «aaa, gideyim; belli olmaz, mustafagan geliverirse, nerde kaldın, diye bana kızar” diyerek giderdi... ilerki yıllarda, yaşlanıp, tarlayla ilgilenemez duruma gelince, mustafaga tarla ve evi sattı, penceresi caddeyi gören bir eve çıktı... yine ikinci kat penceresinden, çay içip tütün tüttürerek gelip-geçeni seyreden doğancalı mustafaga’nın tarlasını geçip ilerleyince, sola sapılırsa, doğancı köyüne, sapılmazsa, karaoğlan ve yaveli (ya veli) köyüne kadar gidilir... bizim ekşikara’daki tarlanın doğusunda, beri taraftaki eteklerinde çördük ve çaltılıbük ve söğütalan’ın yeraldığı, alçak yerlerinden uludağ’ın (keşiş dağı’nın) batı ucunun, bulutsuz havalarda hayal-meyal göründüğü söylenen (adını bilmediğim; yoksa, çataldağ mıydı?) dağ yükselir. kasabanın doğu silüetini oluşturur bu dağ. işte bu dağa bakarken, birkaç gün evvel sürülüp, havanın sıcaklığından kurumuş tarlanın anıza yakın yerinde bir hareketlilik, bakışımı kendine mıhladı...