Haberler • ORADAN GÖRÜNEN: FELSEFENİN KÖRLÜĞÜ
ORADAN GÖRÜNEN: FELSEFENİN KÖRLÜĞÜ
''Mau mau önündeki kalabalığa seslenir: “Özgürlük istiyor musunuz?”. “Evet istiyoruz” diye bağırır kalabalık yumruklarını sıkmış bir şekilde.“Peki bunun için canını feda edebilecek olan var mı?” diye sorar mau mau. Kalabalıktan 50 kişi öne çıkar. Mau mau onlara seslenir: “Az önce yan yana durduğunuz şu arkanızda duran kalabalığı öldürün önce. En büyük düşmanınız onlar olacak.''
İnsanlık tarihinin bütün gelişim evrelerinin kökenini onun düşünsel zemininde sağladığı felsefik kazanımlar oluşturur. Yani bir gelişimin ilk, felsefesi yapılır, zemini oluşturulur. Üzerine inşa edilecek elemanları bir bir yorumlayan felsefeler, fikir çatışmalarının zirvesinde olgunlaşır. Toplumsal değişimlerin, akımların, izmlerin köken yapısına tohumlar eker.
Buna benzer oluşumlara zemin hazırlamak amacıyla XXI.yüzyılın felsefecileri, aydınlanmadan bu yana yaklaşık 500 asırlık bir birikimin sonucu olan modernizmin yıkıntıları arasında, yeni bir fikir inşaasından önce, gelinen noktada yaşanan zamansal ve mekansal tahribatın insan hayatına neleri eklemlediğini, neleri eksiltip neleri yok ettiğini tartışmak üzere, üç kıtaya yarım asırdan fazla başkentlik yapmış fikirler arenası İstanbul'da toplandı.
XX.YÜZYILIN ENKAZI YA DA UYGAR BARBARLAŞMA
Bugün insanlığın içinde bulunduğu tablo, bir enkazın görüntüsü niteliğindedir. Uygarlığın ürettiği barbarlaşmanın kıyısına gelmişken geriye dönüp, insanlık olarak nasıl bir yol izlediğimizi görmek önem arzediyor.
Bütün bir XX. Yüzyılı topyekün; benmerkezci, hodbin, kıyıcı, dışlayıcı, indirgeyici, geçmişine yabancı ve üstelik bu konuda kompleksi olan, sanata estetiğe yabancı, -bu yabancılaşmanın da yapay dinamikler üzerinden geliştiğini söylemeliyiz- bir izlek üzerinden tasvir etmek mümkün.
Köklerle kesilen bağlar,
yeni sanat anlayışlarının benimsenmesini de zorlaştırdı. Kendine güveni olmayan, silik, sindirilmiş ve hatta üzerinden silindir geçmiş gibi bezgin, bıkkın, amaçsız, gayesiz, suya sabuna dokunmayan, neme lazım bitkinliğinde, bireyselliğin zirve yaptığı, anlamı dışlayan anlamsızlıkları ile varolmaya çabalayan sanat anlayışları varlık gösterdi.
Manipüle edilmiş bir
tarih anlayışı ile, geçmişin mirasından sadece 'ödenmesi gerekenler' düşüldü, gerisi 'modern çağın kazanımları' karşısında lüzumsuz teferruatlar olarak tarih kitaplarında ortaokul seviyelerinde sıkıcı ders notlarına dönüştü. Modernizmin son nefeslerinde yedinci sanat dediğimiz ve aslında güçlü bir muhalefet gücünü elinde bulunduran
sinemanın bazı örnekleri ile bu sıkıcı ders notlarını bıçkın delikanlı hülyaları formatıyla reyting tarihine altın harflerle yazdırmak niyetleri görülüyor halihazırda. Bu durum yalnızca bize özgü değil, fakat modernizmin bir kimlik buhranına dönüştüğü Doğu topraklarında herşey daha dramatik bir hal alıyor maalesef.
Öte yandan; tüketime endekslenmiş bir hareketlilikle şekillenen iş hayatı, 9-18 mesaisinin öldürdüğü özel ilişkiler, kibir biriktiren servet sahipleri, tasarım olarak düşünüldüğü andan itibaren tüketilmiş sayılan devasa mal sirkülasyonu, global ölçeğin ağırlaştırdığı bireysel tüketim çılgınlığı, insan ilişkilerindeki derin güvensizlik uçurumları, paylaşmanın, bölüşmenin, istişarenin, ustalığın, kıymet bilirliğin, saygının, vefanın, fedakarlığın, diğergamlığın çıtasının gittikçe aşağılara indiği, kalabalıkların tek ruh olarak sürü psikolojisine sürüklendiği, dini-milli-geleneksel duyarlılıkların eskimiş yırtık astar gibi yüz değiştirdiği bir koca meydanın bireyleri olarak bu yüzyılı kapattık. Sayısal değer olarak kronoloji bize bunu söylüyor. Fakat yeni bir yüzyıla başlarken, modernizmin yıkıntılarının ortasında ne yapacağını bilemeyen umarsız çocuklar kadar da savunmasızız.
Bugün, modernizmin enkazıyla, beş yüzyıllık bir yığıntıyla XXI. yüzyıla giriyoruz. Aydınlanma dediğimiz, felsefesinin bütün algı odaklarını ve yaşam biçimlerini etkileyen bilgi teorileri sırasıyla; XVI. Yüzılda, rönesans ile başlayan hareketinde; XVII. Yüzyılda,
Descartes, Leibniz, Spinoza, Hobbes, XVIII. Yüzyılda,
Kant, Huma, Hegel, Locke, Adam Smith, Berkeley ile, XIV. Yüzyılda,
Auguste Comte, Marx, Saint Simon, Darwin, Spencer ile ve nihayet XX. Yüzyılda;
Russell, Sartre, Sausseure, Adorno, Habermas, Benjamin, Luckas ile temelleri kuvvetlendirilen felsefi izm'ler, bugün gelinen noktada tekil ve çoğul taraftarları ile kapitalizme ve onun doğurduğu bütün olgulara eleştiriler sunmaktadırlar. Fikirsel harcın bu enkaz karşısında hangi felsefeyi savunacağı meçhulken, insanın sürekli kendini inkar eden, kendinden kaçan ve bir türlü kendini gerçekleştir-emeyen odaklanmalarıyla tablo daha da karamsar hale gelmektedir. Fakat sorun şu ki, geçmiş yüzyıllarda insan yalnızca kendisi ile didişirken şimdi izmlerin kemikleştirdiği yapılara direnmek, ekolojik sorunları halletmek ve İlk-el konumundaki saflığa bir şekilde dönmek için eldeki malzemeyi tüketmiş görünüyor.
YENİ BİR DÜNYAYA DOĞRU
XXI. Yüzyılın başında bulunan dünya için yeni arayışların ve yeni felsefelerin tartışılmasına, filizlenmesine olanak sağlayacak denli yıpranmış ve tüketilmiş bir insanlık durumu ile karşı karşıya olmamız, bu felsefecilerin ne söyleyeceğini, neyi nasıl yorumlayacağını daha da önemli hale getiriyor. Nitekim, Yeni Dünya düzeni (New World Order) denilen ve temelleri XVII. Yüzyılda atılan aydınlanma felsefesi uzun süredir iflas etmiş durumda.
İşte tam da bu çıkmazların derinleştiği bir ortamda, 'Demokrasiler Çağından Uygarlık' başlığını taşıyan uluslararası toplantıda bir çok isim bir araya geldi. Fransa, Amerika, İtalya, Almanya ve Türkiye'den düşünce adamlarının buluştuğu felsefe toplantısı, eleştirilerin yöneltildiği alanların bir bir gözden geçirilmesine de olanak sağladı.
MonoKL Yayınları'nın özverili çalışmaları ile Türkiye'de üç gün ağırlanan felsefeciler cinsellikten siyaset felsefesine bir çok konuyu masaya yatırarak tartıştılar.
DEMOKRASİLER ÇAĞINDA UYGARLIK
Demokrasiler Çağında Uygarlık adını taşıyan konferansın katılımcı profiline baktığımız zaman, önceki yüzyıllarda kapitalizmi doğuran nedenlerin yılmaz savunucusu olanların bugün gelinen sonuca ciddi eleştiriler yönelten ve fakat temel problemin yüzyıllar önce kutsal ile kopartılan bağlar olduğu üzerinde hala ciddi şüpheleri olan düşünce silsileleri olması şaşırtıcıydı. İçinde barındırdığı en temel sorunsal olan 'çözüm önerileri bizi bir başka bağımlılığa sürüklemektedir' tezi ciddiyetini korusa da, Almanya, Fransa, İtalya ve Amerika'dan katılan felsefecilerin söz birliği etmişçesine kapitalizmi eleştirirken sosyalizme açık ve örtük vurgu yapmaları, dünya ölçeğindeki örneklerin ıskalanmış olduğu gerçeğini ortaya koyduğu gibi, pozitivist mantalitenin kökenlerinin kolay kolay silinmediğini de göstermesi bakımından önemliydi.
Konferanslar dizisinin adının zihinlerde oluşturduğu paradoksu belki de en iyi anlatan bu başlığın altındaki iki ok işaretinden oluşan grafik idi. Başlangıç noktası belli dikey aşağı bakan bir ok ile, yine başlangıç noktası belli yatay sağa uzanan bir sonsuz doğrunun tam da üzerindeki boşluğa iliştirilen 'Demokrasiler Çağında Uygarlık' başlığı, grafik doğruların neyi temsil ettiği konusunda çelişkileri ve imkansızlıkları vurguluyordu. Zira, aşağı bakan ok demkorasiyi ya da uygarlığı, doğrusal sonsuza giden ok yine demokrasiyi ya da uygarlığı temsil edebiliyordu. Ama her iki durumda da ne demkokrasi uygarlık ile ne de uygarlık demokrasi ile kesişmiyordu. Halbuki aydınlanmanın insana vaadettiği sistem, uygarlık ile demokrasinin birbirine çok yakıştığı ve hatta birbirinin bütünleyicisi olduğu yönünde idi.
Tam da bu çizgisel dilin anlamı üzerinden konuşmacılar, demokrasinin, uygarlığın geldiği son noktada siyaset felsefesinin eleştirilerine maruz kalmasını, onun en ideal siyaset şekli olarak lanse edilmesinin bu sorunsalı derinleştirdiği üzerine vurgu yaptılar.
Uygarlık ile demokrasinin, 'zorunlu' karşılaşmasının sosyal, siyasi ve kültürel olanaksızlıkları üzerinde duran konuşmacıların, uygarlığın geldiği nihai noktada, demokrasi'nin onun ayrılmaz bütünü tamamladığı yanılgısını dillendirmeleri, önerdikleri bir başka çıkmazı gösteriyordu. O da şu idi. Bugün sosyal adaletsizlikler, mal paylaşımı, iktidarların ve dinlerin baskıcı tutumu ve her türlü kısıtlayıcı özneller, insanın kendini gerçekleştirmesinin önündeki ciddi engellerdir. Ve insan birey olarak 'kendini gerçekleştirmediği' sürece bu sömürü devam edecektir. Peki insan, sistemin besleyici ana unsuru olarak aynı zamanda bu başkaldırıyı nasıl gerçekleştirebilecektir.? Eğer gelinen nihai nokta, 'tanrının intikamı' ise, buna muhatap olan insan, bundan kurtulmanın yolunu yine Tanrı'dan kaçarak mı bulacak?
METAFİZİĞİN 'DOKUNAN' AYRICALIĞI
'Siz özgürlüğü gözetirseniz, hakikat de sizi sizi gözetir.' sözü ile üç günlük felsefe toplantısına
Gianni Vattimo damgasını vurdu. Vattimo'nun fikirlerini diğer konuşmacılardan ayıran temel nokta 'kutsal insan' kavramına yüklediği anlamları derinleştirmesi idi. XX. Yüzyıl felsefelerinin koyu pozitivizmi içinden öze dönüşün işaretini göstermesi bakımından Vattimo, en gerçekçi katkı ile ilgi odağı oldu. Vattimo, ortaçağda kilisenin hakim alanlarına modern dönemlerde bilimin hakim olduğunu ve aklın konumunun artık bilim tarafından devralındığını vurgularken, bilimin katı pozitivist ketumluklarının insanın özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olduğuna vurgu yapması dikkat çekiciydi. Zira bilinen genel kanı, bilimin kilisenin statükosunu yıktığı ve insanı prangalardan kurtararak onu aklını kullanması yönünde özgürleştirdiği idi. Halbuki gerçekte insan, aklını bir otoriteden, kilisenin hakimiyetinden bir başka otoriteye, bilime (bilimciliğe) teslim etmekten başka bir şey yapmamıştı.
'Günümüzde gerçekten metafiziğe yönelik yeni bir ihtiyaç söz konusuysa, bunun sebebi çelişik bir biçimde bizim yine bu mitik ilkel insana özgü durumda olmamızdır.' diyen Vattimo, metafizik ihtiyacının insanın uygarlık arayışından hiçbir dönemde bu denli ihtiyaç haline gelmediğinden bahsederken, aynı zamanda bir çıkmazı da beraberinde getirdiğine değindi. Birtakım geleneksel yapıların (iktidar, etik, bilim) metafiziğe duyduğu ihtiyacın Nietzsche’nin 'değerler çoktanrıcılığı'nı doğruduğu gerçeğini görmemiz gerektiği üzerinden açıklayan Vattimo, bu durumun metafizik ihtiyacını da sorunsallaştırdığına değindi.
Konferanslarda, kapitalizme karşı başkaldırının özellikleri, başkaldırının nedenleri, insanın kendisini savunması bağlamında kapitalizme direnme noktaları, kapitalizm ve cinsellik alanları, sibernetik kapitalizm, politik felsefenin imkanları ve felsefecilerin politikaya bir yapıcı unsur olarak katılımının güçlükleri, olanakları, bilişsel bilim ve neo-bilimin insanın özgürleşmesinde barındırdığı imkanlar ve bütün bunların tek bir amaca hizmet etmesi, 'kendini birey yapmak' hedefi ile insanı çıkmazlarından nasıl kurtaracağı üzerinde duruldu.
Bu bağlamda
Fredric Neyrat, aydınlama ile temelleri atılan bu sorunlu sistemin vaadettiği hiçbirşeyi yerine getirmediğine vurgu yaparken panaromayı gözler önüne serdi. Neyrat, sistemin, verdiği her sözü insana karşı tehdide çevirdiğini ifade ederken, sistemin tevazuyu vaadetmiş olmasına rağmen, iktidarların finans kurumları ile birlikte hareket ederek kibri öne çıkardığına vurgu yaptı. Aynı bağlam üzerinden; ekolojiyi koruyacağına söz veren sistemin, mali krizlerle ekolojik krizi gözlerden kaçırdığına değindi. Mali kriz hikayelerine inanmadığını, bunların tamamının artık geri dönülemez derecede tahrip edilen doğanın halini kamufle etmek için kullanıldığına inandığını belirtti. Neyrat'ın üzerinde durduğu diğer önemli bir nokta ise antognizm. Öngörülemez bir duruş olarak antognizma. Kapitalizm, insana sayısal değerler ve bilimin yanılmazlığı ışığında, istatistiklerin, matematik grafiklerin gözetiminde öngörülemez hiçbir şeyin olamayacağını yani öngörmeyi vaadetmişti. Şimdi gelinen noktada, yaşam şartları yokedildiğinde nasıl davranacağımızı öngöremiyor. Bu durum, insanın kendine olan güvensizliğinden çok sistemin, ona güvenmesi konusunda verdiği sözün hedefinden büyük bir ivme ile ne derece saptığını göstermesi bakımından önemlidir.
Thomas Metzinger ise daha içsel bir soruna değinirken, yazının başında belirttiğimiz sistemden bir başka sisteme koşulan insan tipinde çıtayı biraz daha yükselten isimlerdendi. Metzinger, artık siyaset felsefesinden zihin felsefesine geçmek gerektiğine vurgu yaparken,
Alain Brossat'ın savunduğu düşüncelere atıf yaptı. Felsefecilerin masaya yumruğunu vurabilme cesaretini göstermesinden yana olan Brossat gibi Metzinger de felsefenin, felsefecilerin söylemlerinin hakimiyet altına alınmaması gerektiği üzerinde durdu. 'Medyada herşeyi söyleyebiliriz. Fakat ben öyle bir felsefi-entellektüel yaklaşıma ihtiyaç duyuyorum ki, siyasiler bunda tehdit hissetsinler.' dedi. Metzinger'in vurgusu farklı bir bireyi işaret ederken, konferansın öne çıkan tezlerinden biri olan 'kendini birey yapma' konumunun felsefeci profilini de dönüştürmesi gerektiği üzerinden bir çıkıştı. Çünkü bireyselleşme artık, aydınlanma felsefesi ile ortaya çıkan bireyselleşme değildi. Birey olmaktan uzaklaşma kapasitesi olarak bireyselleşme, kendini birey yapma aşamasında kapitalizme ciddi bir başkaldırıydı. Çünkü kapitalizm bireyi varetmeye değil onu ezerek yoketmeye yönelik projeleriyle varlık gösteriyordu.
Jean Luc Marion'un resim üzerine yaptığı eleştiri, bakmak ile görmek arasında fenemenolojik dinamikleri kurarken kullandığı dil, bizim kapitalizmin görünmeyen alanlarına da dikkat kesilmemiz üzerinden bir uyanıklığı 'göstermesi' bakımından önemli açılımlar sundu. Resmin kitap ile olan sarsıntılı bağında ikisinin de görünür okunur ve kendisiyle yetinilir oluşundan hareketle, görmenin kökeninde gizli duran yüz ve algı üzerinde yaptığı açılım oldukça önemliydi. 'Fenomen her zaman bir karışımdır. Sunan ve kendisi sunulan bir karışım. Bu yönü ile biz aslında hiç bir zaman hiç bir şeyi görüyor değilizdir. Sunulan ve kendini sunan olarak baktığımızda dünya her zaman bir fluluk içindedir.' diyen Marion, resim sanatını merkez alarak görme ve semboller üzerinden yaptığı fenemenolojik okuma ile kapitalizmin kör noktalarına dikkat çekti.
Giorgio Agamben'in hastalık mazereti ile toplantıya katılamaması, konferansın belkemiğini oluşturan Agamben tebliğleri açısından dinleyicileri hayal kırıklığına uğrattı. Fakat
Jean-Luc Mario, Jean-Luc Nancy, Bernard Stiegler, Joan Copjec gibi felsefecilerin katılımı ile üç gün süren felsefe toplantısı kapitalizmin insanı her yönü ile yuttuğu bu çağda bir çıkış noktası olarak önerilerin çeşitliliğini ortaya koydu.
Yeni yüzyılda felsefenin, insan ve yaratımlarının sonuçları üzerine söyleyeceği çok sözü olması gerekir. Günümüz düşünürleri, insanın kayıp parçasının, onun 'kutsal' ile kuracağı bağda saklı olduğuna vurgu yaparken, kutsal'ın insan yaşamında bölünemez bir bütün oluşturduğunu beşyüz yıllık izmlerin her birinin ayrı ayrı insanın bu yönünü törpülediğini, gerçekçiliği ve rasyonalizmi yıkılmaz sütunlar olarak insanlığın karşısına diktiğini ve bunun, insanın arayışlarına kendini varedişine darbe vurduğunu belirtiyorlar.
Yeni yüzyılda felsefenin bu tesbitlerinin ve yeni arayışların varlığı, can çekiştiğini düşündüğümüz modernizmin popüler söylemlerine ya da görmezden gelmelerine kurban gitmezse, önümüzdeki yüzyılları şekillendirecek en önemli felsefi mesele olacaktır.
(edebistan 2012 Aralık)