Sanat, kendiliği içinde kalsaydı insan müdahalesi ya da katkısı olmadan daha saf ve naif bir dünya sunabilir miydi?Değilse, bu vahşet ve çılgınlık kimin eseri?
Hep anlatır yazarız. İnsan sanata ne katar? Sanat insana ne verir? Bir araştırma esnasında yolum dadaist Joel Witkin'e çıktı. Ekpresyonist ve sürrealist sanattaki bilinçaltı, düş dünyası, cinsellik, erotizm ve ölüm gibi kavramları kendi fantastik fotoğraf dünyasında ve sanat anlayışında da kullanmaktadır deniliyordu kendisi için. Yapılan yorumlar ise, bir 'dahi' ile karşı karşıya olduğumuz yanılgısına sürüklüyor. Son yüzyılın en iyi ressamları arasında sayılması sanat adına fotograf adına kaygı verici olduğu kadar, sanatın nereye doğru yol aldığı konusunda da ürkütücü ipuçları taşımaktadır.
Kısa bir araştırma sonucunda karşıma hemen Witkin'inin o 'muhteşem, şaheser' resimleri çıktı. Bir bakanın bir kez daha bakmak konusunda epey cesaret göstermesine gerek duyacağı ya da buna gerek olmayacak kadar iç kaldırıcı bir tablolar bütünü ile karşılaştım. Yaşamına dair, çocukluğuna dair anektodların varlığı ise sanki onun 'sanatsal' yolunun gerekçeleri olarak kapının yanıbaşından dikiliyordu.
Witkin'i 'izlerken' Susan Sontag'ın şu cümlesini hatırlamamak mümkün değil. 'Modernitenin kocaman midesi, gerçekliği çiğneyip yutmuş ve sonra da yediğini görüntüler şeklinde geri tükürmüştür.'
Witkin özelinde tartışılması gereken şeyin, sanatın nasıl bir serüvene doğru yol aldığıyla ilgilidir. Doğunun ve Batı'nın sanat anlayışının, argümanlarının, çıkış noktalarının farklı olduğunu, bunun bir kültür birikmesi sonucu ontolojik gerekçeler kazandığını her zaman söyleriz. Ama şunu da ekleriz, Batı, ahlaki normları parodileştirmenin de mümessilidir aynı zamanda. Modern anlayışın aşamalarına baktığımızda bunun kaçınılmaz sonuçlarını okuyuveririz.
Parodileştirmenin sanatın bütün alanlarında gözle görünür hale gelmesi üstelik de bunun bir 'akım' la yaygınlaştırılması bizi; hastalıklı yazarların, yapıbozuma uğrayan metinlerin, neyi nasıl 'okuması' gerektiği konusunda hiçbir kriteri bulunmayan okurun ve bütün bunların jel sürülmüş bir zemin üzerindeki kaygan hallerine kadar götürür. Hiçbir yazar psikanalizin acımasız eleştirisinden kurtulamaz, hiçbir metnin estetik olmak ya da değer ifade etmek gibi bir kaygısı yoktur ve hiçbir okur, iplerini tam olarak salmış, özgür, bireysel ve kaotik değildir. Bu sonuç bize şunu sordurabilir mi? Sanat, kendiliği içinde kalsaydı, insan müdahalesi ya da katkısı olmadan daha saf ve naif bir dünya sunabilir miydi?
Savaşların, kıyımların, zulümlerin fotoğraflandığı ve adına ödüller alınarak 'görme-görünme' bağlamında şiddetin kanıksandığı, edebiyat, sinema resim gibi sanat alanlarının kullanımıyla şiddetin estetize edildiği ve kötülüğün 'şeffaf' damarlarında yeni peydahlanmaların oluşturulduğu 21. yüzyılın başında, bu kadar vahşeti üretenin de kendi cehennemini hazırladığını görmekteyiz. İnsan tekinin Tanrı ile olan hesaplaşmasında 'tanrısal'ın tahammül edilemez derecedeki estetik, bütünleştirici, kuşatıcı ve her an tazelenen eserlerine karşı topyekün bir savaş açılmış ve insan kendi pörsümüş organlarıyla Tanrıya kafa tutmanın bir başka cephesinde savaşmaktadır.
Biz bugün 'frenkeştayn gıdalar'ı tartışırken onların yalnızca sağlığımıza olan zararlarından hareketle endişe unsuru oluşturup oluşturmadıklarına bakıyoruz. Asıl dramatik olan, bu gıdaların nasıl bu hale geldiği, limonun kivinin genini nasıl 'çaldığı'dır? Sanatta da insanoğlu tanrının varlığıyla olan hesabını bitiremediğinden, onu bir türlü öldüremediğinden, şimdi onun eserlerini /yapıtlarını bozarak, dönüştürerek, parodileştirerek ve daha da ötesi vahşileştirerek ortadan kaldırma çabası içine girmiştir.
Bu dönüştürmenin en bariz görüldüğü tür fantastiktir. Daha doğrusu tür buna alet edilmiştir. İlk çıkışından bu yana kadim kültürlerin mitolojileri ile beslenen, ortaçağ gotik akımın her türlü donesini kendine eklemleyen, bir amaç etrafında iyi-kötü mücadelesi çizgisinde 'konum' oluşturan, dahası bir düş aleminde insanın düşünme sınırlarını sonuna kadar kullanan, masal dünyasının kapılarını kışkırtıcı bir şekilde sonuna kadar açan bir yeni dünya kurgusu vardı.
Değişen algı ve sanat
Eğer bugün, fantastik edebiyata gönderme yaptığımızda, satan-ist figürlerin atbaşı gittiği bir dünya algılayışı karşımıza çıkıyorsa, miti parodileştirirken 'akıldışı' olarak algılanan 'olağanüstü'lüğü küçümseyici bir vahşet gerçekliği ile karşılaşıyorsak, gotik dönemin ürkütücü vampirleri Witkin'in tabloları yanında Kırmızı Başlıklı Kız kadar masum kalıyorsa bundan fantastiği sorumlu tutmak ne kadar insaflıcadır? Görünen şey, insafsız olan şey, insan tekinin, kendi vahşetine tapmasının yolunu açacak her türlü aracı kullandığıdır. Bu, edebiyatın bir türü olsa bile.
Herşey çıplaktır artık. Duygular, hisler, algılayışlar, görünenler ve görünmeyenler. Kendi dramını yeterli bulmayan insan son kalesi sanatı; olağandışı yaratıkların, mitolojik anlatıların, her türlü fantastik ürküntünün çok uzağına iterek onu tamamen sanat-sal olandan dışlayarak gerçek-vahşet kategorisine yerleştirme peşindedir.
Tam da bu noktadan alarak şunu teslim etmemiz ve görmemiz gerekiyor. Batı dünyası önce keşfettiği, ardından kullandığı, geliştirdiği, sonra değiştirdiği, dönüştürdüğü yozlaştırdığı ve en nihayet parçalayarak absürd hale getirdiği sanatı şimdi vahşet sahnesine taşıma işiyle meşguldür.
Bir sanat dalı nasıl olurda insan eliyle kendi kendini vahşileştirebilir. Bunun cevabını verenlerden en kıdemlisi şüphesizki Susan Sontag'dır. Sontag gerçekliğin artık seyirlik bir manzaraya dönüştürüldüğünü anlaltırken müsebbib olarak Batı'nın kendini herşeyin üstünde gören kibir ilahları olarak sanata yön verdiklerini iddia eden bir seçkinci sınıfın varlığından bahseder. Ona göre bu sınıf, 'seyir alışkanlığımızı' evrensel hale getirerek sanatı yozlaşmaya uğratmakta mahir davranışlar içindedir.
Yeniden fantastik, yeniden sanat
Sanat üreten toplumun, ürettiği sanatla insanları vahşileştirdiğine, etik değerlerden boşandırdığına ve dönüp dönüp kendine tapındırdığına şahitlik ettiğimiz bu yüzyılda, temel referansların değişmesi gerektiğine, ibrenin yönünü değiştirerek sürekli görmezden gelinen Doğu dünyasına doğru çevrilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bugün sanat adına dünyanın; Orta Asya anlatılarından, Dede Korkut satırlarından, Attar'ın zengin sofrasından, Şeyh Galib'in pınarından devşireceği olağanüstü güzellikte değerler olduğuna görmemek mümkün değil. Gittikçe yaygınlaşan fantastik edebiyat, okullarımızda klasik dönem ve akım anlatımlarından vazgeçilerek ve güzide örnekleri tanıtılarak müfredata alındığında gençlerin, vahşet üreten sanata karşılık, Doğu'nun hazine sandığını keşfetmemeleri için sebep yok.
(2009 yediiklim ekim)