Menu
duvardaki tuğla: şerh
Deneme/İnceleme/Eleştiri • duvardaki tuğla: şerh

duvardaki tuğla: şerh


I.

Şerh; çeşitli alanlarda yazılmış eserleri daha anlaşılır kılma ya da şerhi yapan kişinin (şarih) bu konudaki düşüncelerini eseri esas alarak açıklamasına denir. Anlamındaki açmak, yarmak, genişletmek sözcükleri bu açılımı izah eder.

Klasik edebiyatımızın eserlerini daha anlaşılır hale getiren şerh, özellikle 15. yüzyıl Doğu coğrafyasında zirve yapmıştır. O dönemde yazılmış, bugün köşe taşı niteliğindeki eserlere, dilde ehil, ilmi seviyelerde kıdemli, ehliyet sahibi mutasavvıf düşünür ve şairler şerhler yazmıştır. Bir eser üzerine sayısız şerhler yazıldığı olmuştur. ( Buhari'nin el- Camiu's- Sahih'ine yetmişbeş şerh yazıldığı bilinmektedir.)

Edebiyat araştırmacılarının edebiyatın kaynaklarını belirlerken atıf yaptıkları dini kaynaklar olan, Kur'an-ı Kerim, hadis, fıkıh, kelam tasavvuf gibi alanlarda yazılmış eserlere şerhler yazılmıştır. Hatta, şerhlerin tefsirlerden daha fazla olduğuna dair notlar mevcuttur. İlginçtir, bu şerhler bugün, edebiyat ve düşünce tarihinde 'anlam'ın izini sürdüğümüzde önümüze çıkan temel eserler niteliğine bürünmüştür. Böylece şerh, edebiyatı kutsala bağlamış, din ve edebiyat şerhler yoluyla birbirini içselleştirmiştir. Edebiyatın kadim zamanlardan bu yana kutsalla beslenmesini en hızlı kayıt altına alan şerhlerdir denilebilir.

Doğu'nun edebiyatını dinden, dinini tasavvuftan ayırmanın zorluğu en iyi şerhlerde görülür. Bir edebi eylem olarak anlamın peşine düşen şerh, din-tasavvuf alanındaki eserlere dikkat kesilerek eşsiz eserlerin meydana gelmesine neden olur. Hal böyle olunca tasavvufi ve edebi şerhleri birbirinden ayırmak imkansızlaşır.

15. yüzyıldan itibaren en çok şerh edilen eserlere baktığımızda tablo yukarıdaki kanaati destekler niteliktedir. Özellikle Fars edebiyatından çevrilmiş olan eserlere yazılan şerhler ilk sıralarda yer alır. Başta Mevlana'nın Mesnevi'si olmak üzere, Hafız'ın Divan'ı, İbn-i Arabi'nin Fusus'ul- Hikem'i, Sadi'nin Bostan Ve Gülistan'ı, Şebüsteri'nin Gülşen-i Ra'z'ı, Attar'dan başta Mantıkut'tayr olmak üzere pek çok eser şerh edilmiştir. Özellikle 15-18.yüzyıl arasında taavvufi disiplinlerin bütün alanlara yayıldığı dönemde hem tasavvufun ana kaynakları hem de beslendiği yan kaynaklar üzerine şerh çalışmaları olmuştur. Eserleri en çok şerh edilenlerden Hacı Bektaş-ı Veli, Eşrefoğlu Rûmi, Niyazi-i Mısri gibi kişilerin oluşturdukları doğal ortam içinde yüzlerce sayıda şerh yazılmıştır. Toplumun anlayış ve seviyesine göre yapılan şerhler, böyle bir ihtiyacın doğduğu her ortamda, önemli boşlukları doldurmuştur.

Bir Doğu geleneği haline gelen şerh, Batı'dan özellikle felsefi alanda yapılmış çevirilerle, Doğu'nun önemli eserler kazanmasına neden olmuştur. Aristo'ya ait olduğu düşünülen Sırru'l-esrâr adlı siyasetname kitabına İbn-i Arabi'nin yazdığı Tedbîrat- ı İlahîyye adlı şerh başlıbaşına bir eser olmuştur. Bunun gibi Batı'dan yapılan tercümelere bir çok şerh yazılmış, zaman zaman reddiye adını alan ve bu nitelikte olan şerhler, Batı düşünce dünyasını anlama adına kaleme alınmıştır.

Çevirilerin şerh edilmesi 'anlaşılma'nın ya da 'anlatma'nın bir art alanı olarak görülebilir. Aynı dilde yazılmış eserlerin şerh edilmesi ise ikinci bölümde değinileceği üzere, günümüze dek uzanan yabancılaşmayı sabote etme eylemi olarak yorumlanabilir. Aynı dilde yazılmış eserleri şerh etmenin, anlaşılabilir bir nedeninin olabilme ihtimali üzerine kurulan bir çok tezden biridir yabancılaşmayı sabote etme.

II.

2009'un sonunda edebiyat dünyasına kazandırılan Ateşten Kelimeler (Ömer Lekesiz, Selis, 2009 ist.) vesile kılınarak, şerh tarihine genel bakış etrafında bir kaç noktaya değindikten sonra, kitabın şerh tarihindeki yerinin, duruşunun bir 'ateş denizi'ne terkedilmeyecek kadar yük taşıdığının ayırdına varmak, unutulmuş bir geleneği, şerh etmeyi hatırlamamıza vesile oldu.

Kitabın iki yönü ile şerh edebiyatımızın içinde bir çağdaş örnek olarak yerini aldığını söyleyebiliriz.

Birincisi; bir eserin şerhine neden teşkil eden gizli-açık kültürel yabancılaşmanın duvarlarını yıkma girişimi olarak kitap önümüzde durmaktadır. Yabancılaşma, Tanrı'nın elinde (bir rahmet olan) ateşin çalınarak insana verilmesiyle (ki insan elinde ateş bir yangına dönüşmüştür) başlar. (Bu anlayışın modernizmin can damarı oluşu ve zamanla mitsel olmasa da düşünsel olarak Doğu'yu etkilediği ve sekülerleştirdiği söylenebilir.) Tanrı ile yaratılmış olan arasındaki açı gittikçe genişler.

Kitabın daha ilk sayfasında hatta daha şarihe ait tek bir satırla karşılaşmamışken bu niyet farkediliyor. Hulki Aktunç'tan yapılan: 'Yangın kavmindeniz, ne giysek alev' alıntı cümlesi kitabın adı ile birleşince şerhin amacı netleşmiş oluyor. Şöyleki; şarih bu cümledeki yabancılaşmayı bütün bir tarihe, kültüre, kaynaklara, kimliğe, öze yönelik gördüğünden bir telaşa düşmüş, dert yüklenmiş gibidir: Madem bir yangın kavmindeyiz ve madem ben 'kelime' nin izini sürüyorum o halde İbrahim'in kuşandığı dua gibi ben de kelimelerimi kuşanmalı ve dalmalıyım ateş denizine. İbrahim'e serin olan şey de bir 'kelime' değil miydi? Aynı kelimenin izini sürüyorsam, aşk! diyorsam inleyerek, yangın kavmine serpmeliyim parmak uçlarımdan damlayan 'serin' kelimeleri. Adı Ateş, verdiği serinlik olmalı. Yani Aşk!

Kavmi ateşle başbaşa bırakamamanın ağır sorumluluğunu 'yarılan' her sözcükte bulmak mümkün. Bu dert, şerh tarihindeki neredeyse bütün şarihlerde göze çarpıyor. Bir şey üzerine söyleyecek sözün olması, hele de söylenmiş bir şey üzerine sözün izini sürme son çağdaş örneği ile Ateşten Kelimeler'de vücut bulmuş gibidir.

İz sürme; peşine düşme, yabancılaşma, duyarsızlaşma ve görünmez olmayı rahatsız etmenin adıdır. Muhammed(a.s) kendisine yabancı olan ve defalarca 'bilmiyorum!' dediği 'oku!' kelimesinin peşine düşmese idi, Mekke'nin putlar kadar katılaşmış duyarsızlığını rahatsız edebilir miydi? Varaka'nın kapısını çalışı bir 'peşine düşme' değil miydi? Peşine düşme, yaratılan ile yaratıcı arasındaki yabancılaşmayı yok etme, perdeyi kaldırma, görünür kılma ve 'kelime'ye sahip çıkmadır.

'Şairin şiiri tokluk hararetidir; aşıkın şiiri ise alâ- tarik'il ilham tefsir-i Kur'an'dır.' (Tedbîrat-ı İlahîyye)

İkincisi; Kitabın, tasavvuf edebiyatında evrenin yaratılışındaki ilk nüvenin, aşkın başat unsur olduğu şerhlerin izinden gidiyor olmasıdr. Özellikle tasavvufi eserlerin şerhlerine baktığımızda, Doğu'ya has bir inceliğin aşk üzerinden yürüdüğüne şahit oluruz. Tıpkı yukarıdaki ' Şairin şiiri tokluk hararetidir; aşıkın şiiri ise alâ- tarik'il ilham tefsir-i Kur'an'dır.' sözündeki gibi bir hassasiyetin izdüşümlerine rastlarız. Yazarın da kitapla ilgili olarak: 'Beni önce kelimeye, sonra söze yani şerhe götüren süreç Aşk'tan ibarettir' deyişi de buna işaret olarak yorumlanabilir.

Ateşten Kelimeler'i, aşka boyandığından ateşe yazgılı kelimeler olarak okuduğumuzda, kitabın baştan ayağa aşk olduğunu görürüz. Bu aşk, pek çok yerde çok özgün dua pasajları oluşturmuştur. Tarihteki tasavvuf içerikli eserlere yazılan şerhlerde benzer bir tablo görülmesede aşka bakış, yorumlayış, aşktan hareketle hayalin, tasavvurun sınırları genişletilmiştir. Ne ki, daha önceki şerh örnekleri tasavvufi disiplinlerden geçerek aşka ulaşırken, Lekesiz, şiir mısralarından yola çıkarak aynı 'aşk kapısı'nda okuyucuya bir vecd hali yaşatmaktadır.

Bu bölüm için yukarıdaki cümleyi tekrar etmek, sözün bittiği yeri gösterir. ''Şairin şiiri tokluk hararetidir; aşıkın şiiri ise alâ- tarik'il ilham tefsir-i Kur'an'dır.'

Bir eleştirmen olarak kendisini eserleriyle tanıdığımız Lekesiz, modern insanın 'ihtisas' hastalığına yüz vermeden şerh alanında da söyleyecek sözü olduğunu göstermiştir. Bir Fuzuli'nin, Baki'nin ya da Ömer Hayyam'ın mısralarının bu yöntemle şerh edildiğinde nasıl duracağı konusunda şarihe okuyucuları tarafından bir davetiye göndermeleri ihtimali yüksek.

Son olarak, şarihin durumunu en iyi anlatanın Gabriel Garcia Marquez olduğuna inanıyorum. Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık romanın en son paragrafında Aureliano'nun gizemli kitap karşısında halini şu cümlelerle anlatır: 'Aureliano, içinde yaşadığı anı anlatan bölümün şifresini çözmeye koyuldu. Bir yandan şifreyi çözüyor, bir yandan okuduklarını yaşıyor, konuşan bir aynaya bakıyormuş gibi son sayfalarda yazılı olanları söyleyerek yaşıyordu. Sonra kendi ölümünün nasıl ve ne zaman olacağını öğrenmek için bir sayfa daha atladı. Son satıra gelmeden önce, o odadan bir daha çıkmayacağını anlamış bulunuyordu. Çünkü el yazmalarında Aureliano Babilonia'nın şifreleri çözdüğü anda aynalar (ya da seraplar) kentinin rüzgarla savrulup yok olacağı, insanların anılarından silineceği ve yazılanların evrenin başlangıcından sonuna dek bir daha yinelenmeyeceği yazıyordu.'

(HECE EDEBİYAT, ŞUBAT 2010)

Diğer Yazıları