Menu
MİTOLOJİ OKUMALARINDA ‘OLAĞANÜSTÜ’NE BAKIŞ I
Deneme/İnceleme/Eleştiri • MİTOLOJİ OKUMALARINDA ‘OLAĞANÜSTÜ’NE BAKIŞ I

MİTOLOJİ OKUMALARINDA ‘OLAĞANÜSTÜ’NE BAKIŞ I

İnsanın inanç tarihi, doğaya yüklenen gizil anlamlarla doludur. Olağanüstü kavramıyla açıklamaya çalıştığımız alanda, inanma ihtiyacının ilk insandan bu yana form değiştirerek evrimleştiğine ama temel doneler etrafında bir döngünün de yaşandığına şahit olmaktayız.

Lowie, dini duygunun kökenini incelediği çalışmalarında karşılaşmalardan en önemlisinin olağandışı kavramı olduğuna vurgu yapar. ‘Şeylerin olduklarından başka bir şekilde olabilecekleri düşüncesine yol açabilecek tek şey konuşulan dil (işaret, iz, yazı) toplumsal kurum, (tapınak, ev mekan) ve homo faber’de (teknik adam/katı bilimsel veri adamı) görülen zihinsel gelişme aracılığıyla varolabilen mistik deneyimdir.’ Der.

Lowie’in bakış açısını takibettiğimizde, insanın inanma ihtiyacının ortaya çıkardığı ya da sebep-sonuç ilişkisine indirgenen noktalar dil, toplumsal kabul ve insanın teknolojik ilerlemesine bağlı olarak gelişebilecek mistik deneyim parçacıklarıdır. Mitolojinin derinlerine inildiğinde ortaya çıkan olgularda da olağandışı olarak algıladığımız pek çok unsurun, duygu kökenli bir olağanlık içinde yaşamın bir parçası olduğu görülür. Bu anlayışı besleyen dini duygunun, totem, büyü, kurban, ruh-sal etkiler ve pek çok mitik deneyime yer açtığını görmekteyiz.

İlk insandan bu yana duygusal ve dilsel akışın, buluşlarla, icadlarla ve şimdi sahip olduğumuz medeniyete dek bir ‘ilerleme’ ile mesafe alındığı genel yargısının mitolojik okumalarda ‘sarsıntıya’ uğradığını, gelişme, ilerleme, bulma, ekleme, kolaylaşma ya da yaygınlık kazanma kavramlarının her zaman olumluyu göstermediğini kaydetmekte fayda var.
Araştırmalar ilk-el insan yaşamındaki pek çok unsurun doğa ile daha barışık, doğa -insan bağının ‘karşılıklı anlama’ formunda daha zengin ve duygusal deneyimin de o oranda daha derinlikli geçtiğini gösteriyor.

Olağandışı, mitolojik dönemde insanın ‘mesafe’ almasında etken bir rol oynar. Hatta en önemli unsurdur denilebilir. Kavram, işlerin yolunda gitmesine ya da tam tersi talihsizliğe yolaçan bir özelliğe sahiptir. Büyü ile olan bağı, kötü ruhlarla olan ilgisi toplumsal ya da kişisel iyi-kötü şeyler olacağına dair işaretler barındırması, simgesel işaretler vermesi ile pek çok örneğe konu olur. Kavram, bizim için yalnızca bir sözcük iken, mitsel özelliklerin ağır bastığı ilk toplumlarda başlı başına bir olgu olarak karşımıza çıkar.
Sözcüğe, olaylar ve mitsel varlıkların bizimki gibi koşullandırılmış zihinler üzerinde bıraktığı izlenimin bir ifadesi olarak olağan-ın-dışı diyoruz. Halbuki bu kavram tam olarak büyülü bir dünyayı ifade ediyor.

Anormal olanı algılmaya çalışırken normal olanın, yalnızca günümüz kabullerinin bir parçası olduğunu, bizim normal olarak gördüğümüz şeyin gelenek, toplum ve ‘geçer’ sınıflandırmasının ‘sunum’ aşamasına getirdiği bir mönüden başka bir şey olmadığını görmek zorunluluğu vardır.


Olağanüstü’nün Doğallığı

Uygarlık birikimindeki postmodern aşamayı yaşadığımız bu dönemde fantastik sınıfına dahil edip statikleştirdiğimiz olağandışı/olağanüstü, gerek beslediği ruh bakımından gerekse ifade ettiği gerçeklik yönünden ilk- insanın yaşamının temelini teşkil ediyordu. (Bunu yalnızca bilimsel gerçeklerin o dönemde henüz bulunmamış olması kolaycılığı ile açıklamak çok yüzeysel ve manipüle edilmiş bir zihin hareketidir.)

Olağandışı olanın olağan olanı temsil ettiği ve totemlerin oluşum aşamasının nüvesi olan bu nokta, ilk-insanda simgesel anlamından öte bir şey ifade ediyordu. Varlıklar arasındaki ilişki bütünleşmeler yoluyla insan yaşamının ayrılmaz parçaları haline geliyordu. Baudeleaire, bu tür zihinlerin bizimkinden daha fazla simgelerle uğraştığını ifade eder. (Ev, mekan, totem, pars pro toto-bütün yerine geçen parça-, dövme, kutsal mekan taşlar v.s.) simgesel bütünleşmeler ayrı ayrı ele alınacak derecede önemlidir ve bize olağandışı konusunda insanlık birikimi olarak önemli ipuçları verir.

Pars pro toto (bütün yerine geçen parça) günümüzde bize eski insanın yaşamı ile ilgili bilgiler veren mağara ‘çizgileri’ ni açıklamaktan öte, ardlarındaki gizili anlamlandırmamıza yardımcı olur. Bu verileri yazı öncesi dönemin kendini ifade tarzlarından biri olarak algılamak mümkün. Ama örneklere ve yorumlara baktığımızda bunun yalnızca kendini ifade etme kavramını karşılamadığı görülür.
Eşya ile kurulan bağ, onu anlam, anlamı kutsama, kutsamayı kendi ruhuyla bütünleştirme ve bütünleştirmeyi simgeleştirme şeklinde bir yol çiziyor. Mağara duvarlarına çizilen yarım hayvan figürleri bunun en belirgin göstergesidir. Bütün yerine geçen parça mantığından dolayı da figürler yarım çizilmiştir. Yani bir hayvanın belli birkaç uzvu dışında herhangi bir yerinin çizilmesine gerek duyulmamıştır. Çünkü, tek bir parça bile anlatılmak istenen şey için yeterlidir. Bir insan figürü için yalnızca bir iki uzuv yeterli görünmektedir. Amaç o figürü yeniden yaratmak/yeniden üretmek (sanatsal yaratım gibi) değil. Figürün varlığını ‘belirlemek’ ve resmi görecek olanın kafasında figüre dair bir canlandırma yapmaktır.
Yine bu tür figürlerde insan çizimlerinin toplumsal konum konusunda ipuçları verdiği görülür. Bir erkek resmi çiziliyorsa o kişinin toplumsal konumuna uygun olan giyisiden yalnızca bir tek ayrıntı çizilmesi yeterlidir.

Dövme dediğimiz insan vücudunun herhangi bir yerine çizilen resimlerde ise daha farklı bir anlam gizlidir. Dövme, çizildiği şekil ne ise insana o şekille bütünleşmiş bir ruh ya da tesir ‘bulaştırmaktadır.’ Savaşçıların, güç ve cesarete en çok ihtiyaç duydukları savaş meydanlarından önce, vücutların herhangi bir yerine (en çok göğüs, sırt ve bilek) güç ve cesaretle bütünleşmiş hayvan figürleri çizdikleri kaydedilir. Kırmızı mürekkep, kil ya da kömürün çizim aleti olarak kullanıldığı bu vücutlar artık bir yılan sinsiliği, aslan cesareti ya da ejderha gücüyle bütünleşmiş/yıkanmış/ içiçe geçmiş durumda savaşa hazırdır. Bu figürlerde de bütün yerine geçen parçaları görmek mümkün. Bir ayı ayak izi, bir yılan dili ya da ejderha yelesi savaşçıya gereken gücü verecektir. Parçanın kişinin kendisiyle bütünleşmesi onu o varlığın gücü ile kuşatırken simgesi haline de getirmektedir.

Fantastik düzlemde de bütün yerine geçen parça mantığının izlerini sürmek mümkün. Kötülüklerini kurbanın saçları ya da bıraktığı yiyecek kırıntıları aracılığıyla gerçekleştiren büyücü aslında bunu gerçek kişi üzerine uygulamış sayılmakta ve o kişiyi bu parça simgelerini kullanarak öldürmektedir.
Hans Nauman da yaptığı araştırmaların kendisini götürdüğü noktayı açıklarken, fantastik ile mitolojinin güçlü bağlarını ortaya çıkarır. ‘Halk masalları her açıdan mitolojik devirlerin öğeleri ile bezelidir. Bir farkla, yalnızca narratif malzemeyi teşkil eden motiflerin eski olduğu’dur.

Kutsal mekan kavramı açısından da mitolojik kaynaklar ilginç anlam yüklemeleri ile doludur. Kanak yerlilerinin mekana yükledikleri anlam, yeri kutsamanın çok ötesinde bazı sosyal ritüellerin görünürde olduğu, asıl anlamın ise bütün olağanüstü objelerde olduğu gibi simgesel ifadelere büründüğü şeklindedir. Bir yerin kutsallığı o yerde yaşayan insanların, doğa ile olan bütünleşmelerinden kaynaklanıyordu. Orada bulunan hayvan ya da bitkilerin arasındaki bağa insanın zorunlu dahli, doğa merkezli bir anlayıştan öte, doğanın doğaüstü güçlerle bağlantı kurulmasında bir halka olduğuna dair kurulan kuvvetli bağ idi. Bu mistik bağ, bir mekanla sembolize ediliyordu. Böylece insanlar doğanın hem simgesi hem de temel unsuru olarak yaşamlarını devam ettiriyorlardı.
Lucian Bruhl, bu kabilelerin yaşamlarını incelerken kaleme aldığı notlarda mekan kutsallığı ile ilgili ‘gensel’ bir devamdan bahseder. ‘Belli bir bölgede uygarlıklar ardarda değişirken kült yerlerinin hep aynı kalmış oldukları görülür. Bir mekana karşı hissedilen dini bağlılık duygusu, bir toplumdan diğerine aktarılacağı gibi yeni inanç biçimleri eskiye ait ne varsa yok etmiş olsa bile, bağlılık duygusu sonsuza dek sürdürülebilir’ der.

Taşların simgesel anlamları da bu bağlamda ele alınan özellikler barındırır. Fakat Sedat Veyis Örnek, konu ile ilgili araştırmalarında bir noktanın öne çıktığına vurgu yapar. İlkel dönemlerde din kavramı konusundaki araştırmalarında, mitlerin kökeninde yatan manizm ( öldükten sonra ruhların yaşamlarını sürdürmeleri inancı) nın taşlara yüklenen anlam ile yakından ilintili olduğunu savunur. Günümüzdeki fantastik kurgularda ‘devlerin perilerin bir yerleri mekan tuttuğu’ anlayışıyla özdeş bu anlayış, tek tanrı inanışının yaygın olduğu toplumlarda bile korku ve çekinge yaratan bir çekim merkezi gibidir.
Dağlara, yontulmuş taşlara yüklenen anlam, onların doğaüstü gücün bir simgesi olarak insan yaşamında şans, uğur ya da tam tersi bir uğursuzluk yaşandığında bir paratoner gibi kendi üzerinden bu sorunları yoketmesi anlamına geliyordu. Bazı simgeler, gizil güçlerin bu mekanlarda ‘yer tuttuğu’na dair bazı işaretler bu yerleri doğaüstü güç kavramı ile bütünleştirip kutsal mekan seviyesine taşımıştır. ‘
Bu tür simgeler ve onların temsil ettikleri ölüler arasındaki bütünleşme gereğince, ölülerin mevcudiyeti gerçeklik kazanmakta ve yaşamsal kolaylık sağlamaktadır.’

Yağmur taşları olarak anılan simgelerin de bu bağlamda ‘yağmur tanrıları’ ile bütünleştiği görülür. Bu taşların belirli kişiler ya da yağmur dönemlerinde yeryüzünü terkedip bulutlar şeklinde gökyüzüne çıkarak, orada yaşayan kişilerin ‘ruhları’ yağmurun da onların ‘teri’ olduğuna dair inanç kuvvetlidir. Yağmur mevsiminin tam ortasında bu taşlar üreyerek yeni başka taşların ortaya çıkmasına (doğmasına) neden olmakta ve kurak mevsimde aynı taşlar bozkıra dağılarak yağmur yağdırıcılar arasında paylaşılmaktadır. ‘Bu taşlar, ölülerin nasıl olup da somut bir şekilde torunlarının etkisi altında kaldıklarını göstermekte ve kendilerinden yararlanılan, törenlerin de ana çizgileriyle ölüler onuruna yapılan diğer şölenler ve kurban törenlerine benzedikleri görülmektedir.’

Sonuç olarak olağandışının, bir olumsuzlamayı temsil etmediği aksine bir yaşam damarı olarak ilk insanın hayatında ayrılmaz bir parça olduğu görülür. Olağan olanın (döneme göre) çizdiği sınırın dışında bir yerde konumlandığını da gösterir.
İnsanlık tarihinin ilk temsilcileri olağanüstü ile tam bir bütünleşik yapı içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Olağandışı olan şeyi yaşamlarının önemli bir parçası olarak bir simgeye adapte ederek onunla bütünleşirlerdi. Bu simgesel temsilde amaç o şeyi yeniden üretmek ya da anlamlandırmak değildir. Tözsel birliğe kadar ulaşabilen bir bütünlük anlayışına ulaşmaktır.

Günümüzde dini duygu deneyimi içine sıkıştırılan ve edebiyat ortamında yalnızca fantastik türde sıkça görülen oalğandışı öğeler çalışmanın ileriki aşamalarında ele alınacağı gibi bize şunu gösterecektir. İnsanın inanma/inanç tarihi uzun bir dönem olağanüstü figürlerle donanmış ve günümüze dek kendini temsil etmiştir.
Fakat bütün bunları ‘tam’ anlayabilemek için algımızın ibresinin olağan halinden biraz seğirmesi gerekir. Modern zihin, uygarlık düzeyinde pek çok şeye sahip olabilmiştir. Ama kaybettiğimiz bir ‘boyut’ yüzünden ilk-insan yaşamına dair olağanüstünün onlar açısından nasıl olağan şekilde algılandığını anlayamıyoruz. O boyut derinliktir. Belki de kazanımlarımız derinliğimizi çakıl taşlarıyla doldurdu ve artık attığımız taşlardan çıkan sesleri duymuyoruz.

(HECE EDEBİYAT, MART 2008)