Menu
ÖKÜZLÜĞÜNÜ BİLEN ÖKÜZE NE MUTLU...
Haberler • ÖKÜZLÜĞÜNÜ BİLEN ÖKÜZE NE MUTLU...

ÖKÜZLÜĞÜNÜ BİLEN ÖKÜZE NE MUTLU...



iftardan sonra, çantayı funduğa bırakıp, fişavi’ye çay içmeğe gitdim. bizim cankuş efendi ile karşılaşdım. beni görünce pek gülümsedi, bin neşve ve sürur ile istikbal eyledi.

sebeb–i süruru şu imiş ki: ikindi vakti, hazreti rıfai, hasan ve mehmed ali terekesi beynindeki ağaçlı çemenlikde mesnevî–i şerîf meşk iderken, hazret–i rûmî efendimiz, ona, ey öküz, diye seslenmiş!

diyir ki:

ne mutlu bana ki, öküzlüğünü bilen öküzlerdenim artık… az şey mi mirim: öküzlükden ıraklaşma şansı verildi bana! inayet bu inayet! hazret isterse, hiç sebebsiz, benim gibi bir herzevekile böyle ihsanda bulunabiliyir… öküzlüğünü bilmek, öküzlüğe sırt dönmenin ilk adımı değil mi? ya bilmeseydim? ya bu bilgi bana ihsan buyurulmasa idi? kasabın bıçağına öküz olarak teslim olacak, kayığa lâşe olarak yüklenecek idim! işte bak, bana vahyetdiğinâme:

«büyük bir cezirede (adada) birbaşına bulunan o öküzün hikâyesidir ki, hak teâlâ o büyük cezireyi o öküzün alefi (yiyeceği, yemliği) olmak için nebâtlar ve reyhanlarla doldurur. hava kararıncaya kadar o öküz bunların hepsini (otlayıp) yer ve bir dağ parçası gibi semiz olur. vaktâki gece olur: “bütün sahrâyı (adayı) otladım; yarın ne yerim?!” diye gussadan (tasadan, üzüntüden) ve korkudan gözüne uyku girmez. nihayet bu gamdan hılâl (kürdan, çırpı) gibi zayıflar. ortalık aydınlanınca kalkar, bütün sahrayı dünden daha yeşil ve daha bolluklu görür ve yine hepsini yer, silip süpürür. nihayet semizler; yine o gâmı tudar… seneler vardır ki o böyle görür ve i’timâd etmez.»

«hiç düşünmez ki: “bu kadar yıl ben bu yeşillikden ve bu çimenden yiyiyorum… (2861)

«“benim rızkım hiçbir gün eksik gelmez. benim korkum ve gamım ve gönül yakıcılığım nedir?!” (2862)

«yine gece olduğunda o iri öküz “rızk gitdi, kim getirir?!” diye zayıf olur. (2863)

«nefis o öküzdür ve o sahrâ bu dünyadır ki, o ekmek korkusundan zayıf olur.» (2864)

dinleyip anlayabilecek kulağım olmasa, kulaklarıma kadar öküz ola idim, bana bu hitab, bu vahy vâki olur mu idi?!

insan olacak, insaniyet yolunu tutacak (tıynetdeki) öküzün, kılavuz ayağına gelirmiş… rüşde bâliğ olmamış birine nasıl ki bebeği leylekler getirir ise, kulağı insan kulağı olmamış öküze bu sözler havada gezer, yere ayak basmaz. o, insan ve öküzlük birliğinden ve ayrılığından bîhaberdir.

«der ki: “acabâ gelecek zamanda ne yiyeceğim? yarının gıdasını nereden taleb edeceğim?”» (2865)

“onlara bu hayat–ı dünyeviyede mükellef meskenler ve süslü elbiseler ve otomobiller ve hasnâ kadınlar, velhâsıl dış yüzü naîm ve iç yüzü elîm olan hayât lâzımdır. zîrâ bu hayat içinde bulunanların hiçbirisi sükûnet–i kalbe mâlik değildir. kimi kadın yüzünden ve kimi idâre ve tezyîd–i servet (mal–mülk yığıp arttırma) yüzünden ıstırâbât–ı kalb içindedir. danslarda ve balolarda ve içki âlemlerinde ve sâir eğlencelerde duydukları zevkler ve hazlar talaş alevi gibi hemen sönüp gidicidir. dikkat olunur ve hallerinden ibret alınır ise, mahsulleri (ellerine geçen, ürettikleri) gam ve elemdir.»

«yıllarca yedin ve sana yiyecekden eksik gelmedi. gelecek zamânı bırak da geçmişe bak! (2866)

«yenilmiş olan aksâm–ı (çeşid–türlü) gıdayı da hatıra getir! gelecek zamâna bakma da az zayıf ol!» (2867)

––mesnevî–i şerîf ş. 10(5) a. a. konuk–

***

bu minval üzre mükâleme ile çayımızı içdikden sonra, gel cankuş arkadaş, dedim, nil kenarına, endülüs çayırlığına gidelim. orada hem metruş hem ber–duş olalım. bakarsın cân–hôş veya hûş oluruz! tâhir’in yerine gideriz, nûş işleriz, semada nakşımızı izleriz.

/

tahir’in yerinde televizyon denen haşhaşîn kutusu. memalik–i islamın hemen her bir köşesinde (mısır, türkiye, suriye, lübnan, tunus, cezayir v.s.), din–i islamın beyninin, bu haşhaş kutularında sulandırılıp bulandırılması ve uyuşturulması, daha doğrusu, uyandırılmamasına/uyanmamasına yönelik bir kampanyaya hız verildi. bütün unutturulma, örtülme savaşına rağmen, dindarın beyninde kıpırdanma başlayınca, bizzat bu haşhaş kutusu uyuşturucu tezgahlarına yatırıldı ve bilip bilmeyen her bir ayık olmayana mıncıklattırılıyor…

kutuda biri hanende, biri manende, biri film acûzu, biri leşkerî ve laikçil bürokrasiye (merdübanâna) yalakalık adına sakal–ı şerifini jiletlemiş bir edebiyat pirefesörü müsveddesi, dinin bir rüknünü konuşuyor/lar. görülüyor ki hepsi şu anki medar–ı maişet tarîkini yanlışlıkla dutmuş, yoksa, eline ve diline su dökülemeyecek kertede müf’tî–i derya ve tarîkat–ı al’iyeden birinin pîr–i engîni olacak imiş…

hanende, dalgıcı olduğu konuda ne kadar da derin ve hem de kibrit gibi çakıp aydınlatıcı, ya’ni, mumları–meş’aleleri tuduşdurucu sorular soruyor –ki, göz yaşarması için soğana ihtiyac yok… lafda, mes’elenin fetva makamı mevkiindeki pirefesör müsveddesi, karşısındaki işkenbeden müf’tî’lerin müfteriliğinden, dinî bilgi alanının namusunu koruyacak.. –yerde, program sonunda ve gelecek programlar boyunca gelecek para aşkına, pişkince, bulaşık süngerinin bulaşık suyunu çekmesi gibi, bile bile, şarap çeker gibi sineye çekiyor hezlnâmeleri.. doğrunun, işkenbeden müfti–i laklakân tarafından ırzına geçilmesine, üstüne iftiraya uğramasına, dolar doldurulmağa yalvarmaklı ağzından ses çıkaramıyor. dini konularda çok bilmiş, dünyanın müftisi acûs–ı film: “başını örtmeyenin günahkâr olduğunu söyleyemezsiniz” diyor; “allah ile kul arasına girmeğe kimsenin hakkı yokdur” diyor (bu araya giremeyecek ‘kimse’lere başörtüsü dahilmiş demek, öğreniyoruz!); benim ile allah arasına kimse giremez” diye yırtınıyor…

prefösör bozuntusu, hiç bozuntuya vermiyor bu sahtekârlık karşısında, susup oturuyor. anlaşıldığına göre, hanendeye sazendelik etmek üzere çağırılmış, ama, aklı fikri, yediği ve yiyeceği dudda ve içeceği şerbet güğümünde…

cankuş efendi dayanamayıp, açıyor ramazanlık ağzını:

“be hey, sahtekar kere sahtekar!

aranıza kimse giremeyek kadar yakın isen, hani nişanesi? hani dumanı? hani bu yakınlığın, birleşmenin mahsûlü: hani başında örtü? başın niye dumansız, niye ayık, niye çıplak, niye kel –ey âşık?!!

hani aşk ateşi, hani dumanı?

bu yakınlık iddiasından sonra , o yakın olduğunun emrine uymamak, yasağından sakınmamak ne oluyor?

allah ile kul arasına kimse giremez, dedikden sonra, emirlerini yerine getirmemek, yasaklarından uzak durmamak, dünyanın gözü önünde, dünya kadar büyük bir sahtekarlık değil de nedir?!

yani: sen allah’ı o kadar çok seviyorsun, aranıza kimseyi sokmayacak kadar çok seviyorsun ki, bu sevgini göstermek için onun emirlerine uymuyor, yasaklarını çiğniyorsun.. böylece sevgini göstermiş oluyorsun –ona ve cümle âleme!..

bre acûz, bre kokuşmuş kokana; sevgisinden dolayı dinini değiştirenlerin, can verenlerin, can alanların haberi senin gözüne görünmedi ise, yani kör isen, kulağına da mı gelmedi, ki, aynı zamanda sağırsın? hem kör hem sağır mısın? o halde ne diye çıkıp burada aleme fetva veriyor, racon kesiyorsun? dünyayı, körler sağırlar birbirini ağırlar sahnesine çevirdiniz, ama, perde inip, perdenin arkasındaki gerçek sahne görününce ne olacak –bu halin, hiç düşündün mü? orada kimi, nasıl kandıracaksın? çünki orada körlük ve sağırlık dahil, bütün perdeler kalkmış olacak. yeşile boyayıp erik diye yutturmağa çalıştığın zakkumunun boyası dökülmüş olacak; yaldızlayıp arap atı diye üstüne binip meydanda gezindiğiniz eşeklerinizin eşekliği, akıllı–akılsız herkese görünecek; yani her şey kendi gerçeğinde görünecek… sen allah’ın dinine, şeriati(yap ve yapma dedikleri)ne, allah’a bunca sevginden, araya kimseyi sokmayacak kadar yakınlığından dolayı mı uymuyor, yan çiziyorsun? o kadar yakın olduğunu iddia ettiğin allah’ın dininden bu uzak durman niye?

bu allah aşkı mı, yoksa, yan çizme ve kaytarma aşkı mı? kavuşma aşkı mı, savuşma aşkı mı?

yoksa, araya kimseyi sokmamadan maksad, arada bir şey, bir yakınlık falan olmadığının anlaşılmaması mı? hatta arada bir soğukluk olduğunun anlaşılmaması mı?

derdin allah’a yakınlık falan değil, yalancı! kaçak güreşiyorsun, faullü güreşiyorsun. bana zor geliyor, diyemiyorsun, dürüstçe. inanmıyorum, iman edemiyorum, diyemiyorsun, doğrudan. allah’ı rab olarak, emredici olarak, yasaklayıcı olarak, efendi olarak kabul edemiyorum; şeytan efendim ve şeytani efendilerim buna izin vermiyor.. diyemiyorsun. ben şeytanın kuluyum, diyemiyorsun. benim rabbim şeytan ve şeytanın dostu patronlar, diyemiyorsun. ve kafanı, “araya kimse giremez” kumuna sokuyorsun; ama, gerin dışarda ve herkes görüyor: geriden ibaretsin. aklı başında herkes görüyor bu lafın gerisindeki niyet ve mana ve manevrayı; ama, sen aklını kuma verdiğinden, âlemi kör ve sağır ve ahmak sanıyorsun (ki bundan alâ, bundan muazzam ahmaklık olmaz)!

hele şu kirli sakallı, kös kös oturan kirli yüzlü, kirli vicdanlı, kirli tacir pirefesör/sör bozuntusu, şeytan çarpmış bir eblehlik ile kem küm edip, doğruyu dosdoğru söyleyemiyor; doğrunun yer ile yeksanına seyirci kalmış (aynen televizyon seyircisi gibi), allık–şıllık bakıyor; çünki, şeytanın boyunduruğunda bir kemre mahlûku ve hammalı…

eh, elbet haram lokmadan ilim ve doğruluk doğacak değil; hezl ve yamukluk doğar; tıpkı, şu pirefesörün el’an, şeytan ve şeytaniler doğrunun, bilginin ırzına geçerlerkenki boynunun yamukluğu gibi...

zeytinden zeytin, zakkumdan zakkum çıkması gibi,

vesselam…