Menu
GÜLŞEFDELİ YEMENİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • GÜLŞEFDELİ YEMENİ

GÜLŞEFDELİ YEMENİ

Hüseyin Su Gülşefdeli Yemeni hikâyesine bir nişanın bitişini tasvir ederek başlıyor. Ancak bu bitiş ağızdan çıkan sözün de bitişi yahut düşüşü ile ilgilidir. “Gırtlak dokuz boğum; sekizini yut, birini söyle” şeklinde ifadelenmiş bir deyiş, hikâyenin hemen başında ağızdan çıkan sözün ne denli ağır kaçacağı hususunda vazifelendiriliyor. Böylece Hüseyin Su, söz’ü bir hayat inşaına, hayatın evrilişine, bir birlikteliğin devamına ya da hitamına zemin kılıyor. Hikâyenin kahramanı, söylenen söz’ün vardığı yerde verdiği abesliğini, kanırtarak bir şeyler elde etmeye dönük ihtirasını cezalandırıyor: iki yıllık bir ilişkiyle süren nişan bozuluyor.

Sözün değer dünyası ile birebirliğine hikâye içinde birçok kez tanık oluyoruz. Yazar, bu “değer alanını” halanın dünyası/hakikatleri üzerinden anlatıyor. Hala, onu hayata bağlayan duyguları, anıları, kalbinde yedi kat muşambaya sarılı bir muska gibi sakladığı sevgisi ile vardır ve o koruduğu şey nazenin bir kristal kadar değerlidir. Bu, en başta kendisini Halakız kılan olgunun değerler alanı ile ilgisinden kaynaklanmaktadır. Böylece hikâyede eski-yeni kuşak çatışmasından ziyade değer-iktisadî karlılık çatışmasının figürlerini aramanın yolu açılıyor. Burada söz, ayartan ve ekonomik kazanımlarını önceleyen sahtelikten sıyrılır. Söz, uğrunda hayatın da ortaya konulduğu, ihtiyaçların arkaplana atıldığı ahlâkî bir edimi temsil eder. Nitekim Halakız’ın su yolunda bir kez gördüğü nişanlısı ile tüm ilişkisi bu değerler dünyasının içinde anlam kazanmıştır. Kadının altmış yıldan beri belleğinde sakladığı resim, nişanlısının üç beş adım ilerisinde durmasına o göz ucu bakışın alıntıladığı görüntüdür. Bağlı kaldığı yakınlık ise yanından geçişten ibarettir. Nişanlısı “Yarın gidiyorum, Allahaısmarladık” demiştir sadece. Nişanlısının askerliği esnasında “inceağrıdan” ölmesi, halada anlaşılmaz derecede incelmiş bir sevgi ve sadakate döner. Hüseyin Su, modern zaman insanlarının belki de anlamakta hiç başarılı olamayacağı bir hassasiyeti anlatıyor bu hikâye ile. Bu, değerleri ile yaşayan insanların hikâyesidir bir bakıma. Söz verenlerin sözlerinin arkasında duruşlarının, sadakatin, erliğin hikâyesi. Bir yazıklanma, ahlanma yaşanmaz Halakız’ın hikâyesinde. Ama bir teslimiyet, kadere boyuneğiş vardır. Ancak Hüseyin Su, bu hikâyede kaderi olumsuzlamaz, onu insan faaliyetinin ayak bağı olarak değerlendirmez. Tam tersine “insan oluş”u ya da “insan-ı kamil”i ortaya çıkaran bir bağlanış, bir kabulleniş olarak yeniden inşa eder. Asker “inceağrı”dan ölmeseydi kavuşma olacaktır. Söz kesilmiştir. İyi ve doğru insanların iyilerle akitleridir bu. Hikâye Halakız’ın isteyeni olup olmadığı hususunda başkaca husustan bahis etmez. Belki Halakız nişanlısı kadar “değerlerine” bağlı bir başka kişi bulamayacağını düşünmüştür. Belki de nişanlısının “inceağrı”dan ölümünü sevdası için bir şehadet bellemiştir. Madem nişanlısı sevdası için “inceağrı”ya tutulmuş ve kurtulamamıştır, kendisi için de “başkası” olmamalıdır. Erkeğin “ermişliği” kadını da bu alana çeker ve hala, Halakız olur. Çile, kemale döndürülür. Ölmüş bir “ermiş” olan askerin yaşayan nişanlısının da kendine benzer bir tutumu seçmesi abes değildir artık; hatta sadakattir: “Canlı bir bereket gibi dolaşırdı evimizin içinde halam. Onun gözünün gördüğü her yer düzelir, elinin değdiği her şey çoğalırdı âdeta. Ağladığımızda elini başımıza koysa su gibi durulurduk. Ne ablalarım birbirleriyle, ne de ben ablalarımla kavga edebilirdik halamın yanında. Sesini yükseltmeden, hiçbirimizden yana farkedilebilir bir tavır koymadan hepimizin hırçınlıklarını giderir, bir ortasını bulup isteklerimizi yerine getirir ve sonunda dördümüzü de kanatlarının altında toplardı.”

Hüseyin Su hikâyesinde Müslümanca yaşamanın göstergelerinin ideolojik bir söyleme yaslanmadığı söylenmelidir bu vesile ile. Böylece İslamî edebiyat diye bir tarz varsa eğer, bunun Hüseyin Su hikâyesinde, hayatın içindeki sıradan adam- emektar kadınların hayatları üzerinden “yansıtıldığı”nı söylemek gerekiyor. Bu, yaşayan adamların siyasî bilinçlerinin eksik olmasının mesele edilmediğini, yaşanmış hiç bir zamanın, hayata gelmiş hiç bir ferdin “dışarıda” bırakılmadığını da gösteriyor. Bu çerçevede Hüseyin Su, sufî bağlanışlara ait kavram ve hallere sırtını dönmüyor. Örneğin “muska”nın ait olduğu anlam dünyasını, sığınıştan sadakate çevirebiliyor. Halakız’ın evde iffet, vakar ve sadakat ile süren hayatını “bereket” ile izah edebiliyor. Bu dilin modern zamanlara dair algıları geleneğe bağlayan ve yeniden inşa eden özgünlüğüne işaret etmeden geçemedim. Hüseyin Su, mürşid’e bağlanışı anlattığı parçada sufî kemalin pek çok kavramını yeniden üretiyor. Zühd, çile, halvet, heybet, vecd, gaybet, huzur, rıza vs. gibi ıstılahların karşılığı olan davranışlar Halakız üzerinden ete kemiğe bürünmektedir. Okuyucu, halanın mazlumiyeti, sille yemişliği meselesini anlamak için sufî ıstılahların anlam alanına geçmek zorunda gibidir: “Halamın, benim gözümde bu denli saygınlık kazanması, ona, bir manevî kişiye bağlanır gibi bağlanmam, benim bir pervane, onunsa bir mum kesilmesi, geçmişiyle, geçmişine bağlılığı ve bu bağlılık uğruna evlenmeden, çoluk çocuk sahibi olmadan, ev bark kuramadan, önce baba evinde, sonra da kardeşinin ve gelinin yanında yaşaması, kendisi için genç kızlık düşleriyle süslediği, göz nuru dökerek gece gündüz düzdüğü çeyizlerini, yüzünden hiç eksik etmediği süzgün tebessümle vere vere, yalnızlaştıkça sevgisinin tümünü en yakınındaki kimse ona yöneltmesi değil; bütün bunların ötesinde, hatta üstünde, hayat karşısındaki mazlûmiyetini, sille yemişliğini, dik bir omuzla, ışıltılı ama dokunaklı bir bakışla, hep sessiz ama hiçbir şeyi de cevapsız bırakmayan bir dille, vakarlı ve razı bir duruşla karşılaması, bu karşılamadaki kararlılığı, bir ayak bile olsa geri çekilmeden, sarsılsa bile düşmeden durmasıydı. Halam buydu işte; müşfik ve gergin, ağlamaklı ve güleç, zayıf ve dik, sevecen ve sessiz, yaşlı ve diri…” Bakire ve bir “ibadet dirisi” olan Halakız’ın yaşamının “çile” ile açıklanması makul olacaktır.

Bu nedenle Halakız hayattan şikayet etmez. Bu nedenle başkalarının hayatının içinde eğreti kalmaz. Bu nedenle İbn’ul vakt halinde yaşar. Müslüman bir saat algısı ile yaşamaktadır. Ahmet Haşim’in Müslüman Saati başlıklı yazısında telaffuz ettiği zaman Halakız’ın dünyası üzerinden yeniden yansıtılır. Ahmet Haşim’in “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslub-ı hayata göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder (…) Ecnebi saati iptilasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif evkatın kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakayiini bu saatlerle ölçtüler” diyerek anlattığı zaman kurgusu Halakız’ın hayatını sürdürürken yaşadığı duygularla birebir aynılık oluşturur. Hüseyin Su, şimdi nakledeceğim parçada Ahmet Haşim’in zaman’a yaptığı vurgunun benzerini Halakız üzerinden yineliyor: “Geç yatar, erken kalkar, az uyur, ama hep dingin olurdu. Ramazanda sahur, diğer günlerde sabah namazları ve bütün vakitler için evimizin, ileri gitmeyen, geri kalmayan, durmayan çalarsaatiydi. Her sabah babamı, annemi, ablalarımı ve beni mutlaka uyandırırdı. Günde beş vakit, vaktin geldiğini, ihmal etmişsek geçtiğini bize hatırlatır, aymazlığımız devam ediyorsa sitem ederdi. Yatmadan önce her gün hiç aksatmadan abdest alır, odasına çekilir ve gecenin geç saatlerine dek ışığı yanardı. Hayattan farklı bir birikim elde etmişti halam. Hayatı, hepimizinkinden çok farklı bir süzgeçle süzmüştü o. Bu nedenle onun elindeki hayata ilişkin tutunacak ipuçları, değer yargıları ve yaslanılacak dayanakları bizimkilerden çok daha farklı ve yalın görünüyordu bana. Onun korunakları bambaşkaydı. Onun için de bize dokunan ona pek dokunmuyor, bizi yıkan onu yıkamıyor, belki yalnızca sarsıyordu. Onu yıkan ve yakan şeyler de bize kâr etmiyordu. Onun çifte kavrulmuş kâlbi, yakınlarının ve tanıdıklarının tümünün yerine birden yanacak kadar göyünmüştü acı ve hasretle.”

Zamanın böyle konumlanmasının, Halakız’ın durduğu yerden tahkim edilmesinin Türkiye’nin Doğu- Batı kültürleri içinde kararsız kısılmışlığına dönük bir yönü de olmalı. Böylece hikâye bir kuşak çatışmasını anlatıyor olmaktan da çıkarılmaktadır. Halakız nişanlısının ismini verdiği yeğeni ile bir ideali yaşatıyor; ama yeğen de Halakız’ın altmış yıldır bekçisi olduğu değerleri yıkmıyor. Elbette günümüz modern hayatı içinde dindarlığın yeni gelen nesillerce öncekiler gibi sürdürülebilmesinin ne kadar mümkün olduğu hikâyede tartışılmıyor. Ancak bu duygunun bir umuda dönüştürüldüğü, nişanın atılmasıyla ortaya çıkıyor. Eski-yeni çatışmasından uzak düşen bir değer aidiyeti hikayenin ana örgüsünü oluşturuyor. Bu çerçevede nişanlı kızın tarzı, tutumu, dünya algısı, gelecek beklentisi hakkında bilgi verilmiyor. Bir anlamda hikâyenin iki kişiyi anlattığı, “değerle yaşayan” ile “değer aktarılan” arasında döndüğü söylenebilir. Nişanlı kız ise değerleri savurduğu için hikâyeden çıkarılıyor. Halakız’ın sadece bir kere görmekle sevdalandığı nişanlısına sadakati ile nişanlı kızın ise sevgide serbestliği tenakuz oluşturuyor. Hüseyin Su, bu kurgusu ile Batı’yı temsil eden kuşaklarla bir meselesinin olmadığını işaret etmektedir. Asıl tartışma, geleneğin nasıl sürdürülmesi gerektiği hususundadır ve bunu yaşayanlar arasındadır. Modern hayat içinde zaman’a göre yaşayan ve İbn’ul Vakt olan insan ile; saate göre iş ve dünyasını tanzim eden, nispeten seküler adamların dindarlıkları arasındaki çatışma hikâyenin ana örgüsünü oluşturuyor. Halakız’ın sandığı, basit eşyaları ile nişanlı kızın “ayak ayak üstüne” atması, onun “elinden su alıp” içmek istemesi, “hemen her şey için haladan önce” davranması, evdeki işi Halakız’ın “işiymiş gibi istifini bozmadan” beklemesi arasındaki çatışmanın verilmesi ilk elde sanıldığı gibi nesil çatışmasını ifade etmiyor. Bunlar değer çatışmasıdır ve Halakız’ı çok önemsediğini, her şeyini ondan öğrendiğini itiraf ettiği halde nişanlı gencin içselleştiremediği değerlere aittir. Gencin göremediğini Halakız görmektedir. Halakız, kadının rolü, ailenin vasfı konusunda bir rol sahibidir. Nişanlı gence verilmek istenen mesaj vardır:  “Halamın gördüğü, benim de görmemem için son derece dikkatli olduğu bir şey vardı. Onu görmeye başlıyordum galiba. Halama yukardan bakıyor, onu evde kalmış bir kız, işçimen, hatta hamarat bir yaşlı kadın olarak görüyordu nişanlım. İlk önceleri tamı tamına böyle tanımlamasam da, hatta tanımlamaktan eğilimlerim nedeniyle kaçsam da gücüme gitmeye başlamıştı nişanlımın tavırları.”

Hikayenin sonunda delikanlı gerçeği anlar. Delikanlının sadakata dair değerleri ayakta tutan bir kız ile nişanlanması gerektiği Halakız tarafından kimseyi incitmeden öğretilmiştir. Hikâye kadına evin içinde bir rol vermektedir. Halakız sandığını açar ve emaneti genç kıza sunar. Ancak genç kız emaneti küçümseyecektir. “Halam, belki de onun etkileneceğini umarak, benim için sandığında kalan son bohçasını getirip göstermek için odasına gittiğinde, salonda ikimiz oturuyorduk karşılıklı. Saçlarını geriye atıp, ‘Ne vardı ki, onları nereye koyacağım ben?’ dediğinde dişime taş değmişti. Ama iş işten geçmişti çoktan. Halam salona girdi elindeki sarı nakışlı yeşil bohçayla. Belki de kalbine doğmuştu, yüzünde ürkek bir tebessüm dolaşıyordu. Halamın çıkarıp gösterdiği onca çeyizden yalnızca karyola ve masa takımını eline alıp şöyle bir baktıktan sonra sehpanın üstüne bırakıverdi. Kehribar tespihi bana verdi halam. Acemi parmaklarımın arasında kayan tespih tanelerinin çıkardığı şıkırtı kâlbimin üstüne vurup salonda yankılanıyordu. En sonunda bir çift yemeni çıkardı bohçasından halam, gülşefdeli bir çift yemeni. Yemeniler dillerinden iple birbirine bağlanmış ve topuklarına da basılmıştı. Hiç giyilmemişti. Derisi buruşmasın için olacak içleri de bezle doldurulmuştu. Yemenilerin içlerindeki bezleri çıkartıp bana uzattı ve ‘Onun için almıştım ta o zaman, sonra sana sakladım. Kısmet seninmiş’ dedi. Yüzünü allar bastı halamın. Titreyen ellerini boşalan bohçaya dolayıp gizledi. Yemeniler manevî birer eşya olarak elimdeydi, nutkum tutulmuştu. Deri ve naftalin kokusunu hissediyordum yalnızca. Nişanlıma uzattım. İki parmağıyla yemenileri birbirine bağlayan ipten kaygısızca tuttu ve yan tarafa bırakıverdi. Basit bir gülüşle güldü. O basit gülüş, bir değirmen taşı gibi halamla benim kâlplerimizin üzerine düştü. Sonra da bir cümle ile o değirmen taşını döndürdü: ‘Zevksiz ve çok eski şeyler hepsi de’ dedi. Sesinin bu denli soğuk ve kuru olduğunun farkına nasıl da varmamıştım. Halam da, koynundan çıkardığı beşibiryerde’yi ona uzatıyordu tam o sırada. Boşalan bohçasını kıskıvrak toplayıp kalktı halam. Nişanlıma baktım. Ne yaptığının, neyi küçümsediğinin farkında bile değildi.”

Bu noktada hikâyenin başlangıcında yapılan atıfa değinmek ve o atıfı hikâyeyi yorumladığım zaviyeden değerlendirmek istiyorum: Yunus’un anısına/ ‘paslanmaz bıçak’ gibi.

Sarıköy’de ekincilikle geçinen ve gayet yoksul olan Yunus Emre, bir kıtlık yılında buğday istemek üzere, Suluca Karahöyük’te HacıBektaş Veli Dergahı’na gider. Hacıbektaş Veli, adamları vasıtası ile sordurur: Buğday mı verelim, nefes mi? Yunus: Nefesi ne yapayım bana buğday gerek, diyecektir. Hacıbektaş’ın emriyle öküzünün götürebileceği kadar buğday yüklenir. Yunus yola koyulur, fakat köyden biraz uzaklaşınca aklı başına gelir. Dönüp dergaha gelir. Öküzüne yüklediği buğdayı indirir. Hacıbektaş Veli buyurur ki : Biz onun kilidi anahtarını Tapduk Emre’ye verdik.

Hüseyin Su, “Yunus’un anısına/ ‘paslanmaz bıçak’ gibi” demekle muhtemel ki Yunus Emre’ye atıf yapmış değildir. Ancak her şeye rağmen hikâye hitama erdiğinde Halakız’ın ahşap sandığı ve himmeti ile nişanlı kızın dünyalık arayışını Yunus Emre’nin kıtlıkta dünyalık arayışının benzeşi gördüm. Paslanmaz bıçağın çelikten imal edildiği, çeliğe çifte su verildiği, eşyanın manevi değerini bununla kazandığını Yunus Emre ancak Taptuk Emre yanında öğrenebildi. Çeliğe çifte su verilmesinin anlamı, çeliğin akkor olup su teknesine iki kere sokulması değildi. Çelik onu işleyenin teriyle, emeğin buharı ile ıslanmakla, helal olanı aramakla ikinci kere suya verilmişti. Hikâye Halakız’ın gönlü hakkında da bu metaforu kullanır: “Onun çifte kavrulmuş kâlbi, yakınlarının ve tanıdıklarının tümünün yerine birden yanacak kadar göyünmüştü acı ve hasretle.” Gülşefdeli Yemeni, ham olmak, pişmek ve yanıp kemal bulmak; nasip isteyene nasip, buğday ve dünyalık isteyene meta vermek hakkında önemli sembolizm içeriyor.

-    SU Hüseyin, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yayınları, 2012