Menu
İKRA AYDIN: ÜMMİLİK ÜZERİNE
Haberler • İKRA AYDIN: ÜMMİLİK ÜZERİNE

İKRA AYDIN: ÜMMİLİK ÜZERİNE

Kur’an’ın ilk inen sûrelerinden Alâk’ın ilk beş âyetinden sonra bir fetret devri geldiği, uzun bir süre vahiy indirilmediği yolunda bir görüş var. Ancak akademik bir makalede farklı bir neticeye ulaşmamıza yarayacak başka verilerden bahsedilmiş. Mustafa Akçay’ın bu makalesine göre Alâk sûresinin nüzûlünden sonra vahiyde fetretin vuku bulduğuna dair rivayetler muhtelif. Akçay’’n makalesinde fetret-i vahiy, İbn Cüreyc’e göre on iki gün veya yirmi beş gün; Ferrâ (ö. 823) ve Kelbî’ye (ö. 763) göre onbeş gün; İbn Abbas (ö. 687) ve Mukatıl (767)’a göre kırk gün; İbn İshak (ö. 845)’a göre üç yıldır (AKÇAY, 2000). Akçay’ın aktardığı bilginin önemi şu bilgiyi değiştirmesidir: İslam Düşüncesi üzerine yazılmış bazı metinlerde Hz. Peygamber (asv)’e vahyin gelmediği fetret-i vahiy zamanının üç yıla kadar uzaması ile üç yıllık zaman diliminin gizli davet dönemi olduğu ifade ediliyor. Bu dönemde Hz. Peygamber (asv) gizli bir siyasi çalışma yapıyor anlamına gelecek çıkarımlara varılıyor ve modern zamanlar Müslümanlarının da benzer bir tavrı metodik olarak kabul etmelerinin “sünneti ihya” kapsamında olduğu söyleniyor. Ancak İbn İshak değil de öteki ulemanın kanaatları kabul edilecek ise tarih bir anda değişmeye uğrayacaktır. Çünkü eğer fetret-i vahiy dilimi gerçekten kırk güne varan kısa bir zaman parçasını ifade ediyorsa Alâk sûresinin ilk beş ayetinden  sonra nüzûl olan Müddesir ve Müzemmil sûrelerinin ilk ayetlerinin birbirini bütünleyen yapısı, İslam’a çağrının yapısını değiştirecektir. Dolayısıyla bu üç sûrenin birbiri ardına inen ilk parçaları özetle şu sistematiği ifade edecektir: 1) Yaratan Rabb’inin adı ile oku, o kalemle yazmayı öğretendir; 2) Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar, elbiseni temizle; pislikten uzak dur, Rabbin için sabret; 3) Ey örtüsüne bürünen, gece kalk Kur’an’ı tane tane oku, sana ağır bir söz vahyedilecektir, Rabbi’nin ismini an ve O’na yöneldikçe yönel, Doğu’nun da Batı’nın da Rabbinden başkasını vekil tutma.

Fetret-i vahiy dilimini üç yıldan kırk güne çeken bu yaklaşım kabul edilirse Müslümanların tarih algısının bir anda değişmeye zorlanacağı açıktır. Böyle bir kabul sonrasında Hz. Peygamber’in siyasi bir mücadele yapmadığı tam tersine ilmî ve ahlâkî bir mücadeleyle kavmine hitap ettiği söylenebilecektir. Üç yıllık zaman dilimi kabul edildiğinde ise, konu ister istemez Hz. Peygamber’in Alâk sûresinin ilk beş ayeti dolayımında bir siyasi mücadele yaptığı fikrine gelmektedir. Zira, bu beş ayetle üç sene boyunca ne anlatılmış olabilir? sorusu kaçınılmaz olmaktadır. Hz. Peygamber (asv) Alâk sûresinin ilk beş ayeti ile muhatap olunca dehşete kapılmış, vücudu titremeye başlamış ve bu hal ile evine gelmiştir. “Kendimden endişeleniyorum, beni örtün!” demesi üzerine eşi Hadîce onu örtmüştür. Hadîce’nin Hz. Peygamber (asv)’i teskin için ifade ettiği sözler O’nun vahiy öncesinde dahi yüksek bir ilim ve irfan sahibi olduğunun kanıtıdır: “Allah’a and olsun ki, Allah seni hiçbir zaman mahcûb etmez. Çünkü sen akrabalarına gider gelirsin. Sözün doğrudur, sıkıntıya katlanır, misafire ikrâm eder, haktan gelen musibete dayanırsın” (İBN KESİR, 1987: 8522). Bu şahitliğe nispetle söylemek gerekmektedir ki, Hz. Peygamber (asv)’in ümmîliği vehbî olana açık bir ilim karakteri taşımaktadır. Bunun kesbî bir ilim olmadığı, çalışmakla kazanılamayacağı, Allah’tan gelme, ilahî manada verili bir ilim şeklinde anlaşılabileceği açıktır. Dolayısıyla “ümmîlik” ile ilgili olarak Hz. Hadîce (ra) validemizin sözü üzerinden bir tasavvur geliştirmek gerekirse salt “okuma yazma bilmezlik”, “çağa tanıklık” ya da “ilhama açık olmak” anlamları çıkarmak pek mümkün görünmeyecektir. Hz. Peygamber (as) Hz. Hadîce’nin yukarıya aldığımız cümleleri üzerinden bakıldığında Kur’an’ın şu ilkelerini vahy gelmeden hayatına geçirmiş, yaşayan bir Kur’an olma hususiyetini daha vahiy inmeden hulk edinmişti: 1) Çünkü sen akrabalarına gider gelirsin: “Allah anne, babaya ve akrabaya iyilik etmeyi emreder” (Bakara 2: 83; Nisâ 4: 36); 2) Sözün doğrudur : “Ve onlar ki emanetlerine ve ahdlerine riayet ederler” (Mearic 70: 32);  3) sıkıntıya katlanırsın: “ (Resulüm!) Sen şimdi sabret. Bil ki Allah’ın vaadi haktır” (Rûm  30: 60); 4) misafire ikrâm edersin: “İbrâhim’in ağırlanan misafirlerinin haberi sana geldi mi? Onlar İbrâhim’in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden “bunlar, yabancılar” demişti. Hemen ailesinin yanına giderek semiz bir dana kebabını getirmiş, onların önüne koyup “Buyurun, yemez misiniz?” demişti.” (Zariyat 51: 24- 27); 5) haktan gelen musibete dayanırsın: “Onlar başlarına bir musibet geldiğinde ‘Şüphesiz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz’ derler” (Bakara, 2: 156).

Müslümanların ümmi bir Peygamber’e tabi olduğu, bu nedenle de gelecekteki medeniyet inşasının ilim yönünden ümmîleşmekten geçtiği yolunda bir görüş bulunmaktadır. İslam düşüncesinde ümmîlik nedir diye düşünülecek olursa Arap dilinin mantığı içinde bir arayışa girmek gerektiği açıktır. Soysaldı- Şimşek tarafından yapılmış bir çalışmada ümmîlik meselesi ele alınmıştır. Çalışmaya göre ümmî kelimesinin lügat anlamı “el- ümm” kökünden veya “el- ümmet” kökünden türemiştir. “El-Ümm” kelimesi sözlükte “anne, bir şeyin aslı, temeli” anlamlarını ifade etmektedir. “el-Ümmet” ise, topluluk, bir kabilenin bir kısmı anlamına gelir. Bu kök “ümmiyyetü” şeklinde kullanılırsa gaflet ve cehalet anlamını ifade eder ki “el-ümmî” kelimesi bu köke nispet edildiği taktirde, “bilgisi az olan kimse” anlamını taşır. Ayrıca makalede;  şiir söylemesini bilmeyen, sözü bir araya getiremeyen kimseye de “ümmî” denir, ifadesi yer almıştır. Hz. Peygamber’in sıfatı olarak “ümmî”nin “ümmü’l-kur’â’ya (yani Mekke’ye) mensup” anlamını taşıdığından söz eden Soysaldı- Şimşek, Öğrenim görmemiş, okuma yazma bilmeyen kimseye de “ümmî” dendiğini ifade eder. Makalede “ümmî” kelimesi, “bağlı bulunduğu toplumun arasında yetişmiş, şahsiyeti doğuştan getirdiği melekelerle ve çevresinden aldığı, öğrendiği şeylerle şekillenmiş, toplumundan kopuk bir hayat yaşamamış kimse” şeklinde de tarif edilmiştir. Zikrettiğim çalışmada ümmî kelimesinin Kur’an’da altı yerde geçtiği, Hz. Peygamber’e nisbetle “ümmî” kelimesinin ise Araf 157 ile Araf 158. ayetlerde beyan edildiği ifade edilmiştir. Makaleye göre “ümmî” okuyup yazmayla uğraşmamış manasına gelen bir vasıf, özelliktir. Ancak makale, ümmîlik kavramını salt okur yazar olmama meselesinden ele almayarak onu tüm eksiklikten tenzih eden bir icaz dolayımında kavrar: “Ümmîlik, sıradan insanlar hakkında kullanıldığı zaman genelde ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatıdır. Ümmîlik, Hz.Peygamber için kullanıldığında okuyup yazanlardan daha bilgili olması, Allah tarafından ilâhî bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması sebebiyle, bu onun fıtratının yüceliğine delalet eder. İlmî yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları aciz bırakan bir peygamber hakkında “ümmî”lik, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah’tan gönderildiğini her türlü şüpheden arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir, yani başlı başına bir mucizedir” (SOYSALDI- ŞİMŞEK, 2003).

Böylesi bir yorumla Müslümanların “ümmî” bir toplum olmadığı ortaya çıkmış oluyor. Ümmîliğin Peygamber’e nisbet edilmesi nedeniyle, Müslümanlara ümmîlik perspektifinden bir öneri getirme imkânı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber’e nispetle ümmîliğin  “okuma yazma bilmemek”, “Dünyevî bir tahsil görmemişlik” yahut “ilhama açıklık” anlamında ele almak da yeterli ve olası görünmemektedir. Çünkü Hz. Peygamber (asv)’in ümmîliği bir acziyet değil icazettir. Alak suresi ilk ayetlerinde ortada bir kitap yokken “oku” denmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Elmalılı Hamdi de bunu ifade ederek Hz. Peygamber’in ümmîliğini, keramet ve mucizeler bağlamında ele alır ve Müslümanların ümmîlik vasfını bir bakıma iptal eder. Elmalılı Alak suresinin “O insana bilmediği şeyleri öğretti” (90 Alak 5) ayetini yorumlarken bu mucizeye de işaret eder. Der ki: “İnsanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri, kabiliyetleri yaratarak ve deliller getirerek ve ayetler indirerek vehbî (Allah vergisi) olarak da öğretti. Çalışarak kazanma yoluyla da öğretti. İşte öyle sonsuz kerem sahibi olan Rabb’in sen hiç okumamışken, yalnız cömertliğinden sana Ledünni (Allah tarafından ihsan edilen) bir ilim vererek böyle bir emir ile seni kaleme muhtaç etmeden de okutur, bilmediğin şeyleri bildirir ve bildirdi. Onun için sen de onun ismiyle bu Kur’an’ı oku, oku” (YAZIR, 9: 325).

Bir anlamda ilk insan Hz. Adem ile son Peygamber Hz. Muhammed (asv) arasında ortak bir hususiyet bulunmaktadır. İkisi de sonsuz kerem sahibi Allah’tan gelen vehbî bir ilm ile öğrenmiştir ve onlardan gelen ilim sayesinde sonraki insanlık “kalemle yazmayı öğre”nmiştir. Hz. Peygamber, ilm bakımdan hiç bir kitaba, alime, entelektüel bir çevreye aidiyet içinde değildi ve yazı yazmamıştı. Fakat O (asv) ümmiliğiyle beraber bütün ilimlere vakıftı, bilmediği bir şey yoktu. Rabbi O’na her şeyi öğretmişti. Nitekim Hz. Adem de hiçbir şey bilmez iken Rabbi O’na isimler öğretmişti. Meleklerin Adem’in bildiği isimler nedeniyle ona secde ettirildiğini Kur’an zikretmektedir. A’lâ Suresi’nin 6. ayetindeki “Bundan böyle sana Cebrail’in öğreteceği üzere Kur’an’ı okutacağız da, unutmayacaksın” beyanına dayanarak Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hz. Peygamber’e verilen mucize ile ilgili bir yorum bulunmaktadır: “Allah tarafından okutulanı unutmayacağına dair kendisine güvence verildiğinden, ezberleme ve kavrama için de yazmaya ihityacı olmadığı, fakat indirilen ayetleri ümmetin ezberlemesi için vahy katiplerine okuyup yazdırdığı bilinmektedir. Acaba kendisi yazmamakla beraber yazılanı okumayı peygamberlikten sonra da bilmiyor muydu? (...) Bu “Oku”, emrinden sonra yirmi üç sene Kur’an’ı okumak ve yazdırmak vazifesi olmuş olan Hz. Peygamber’in bu müddet içinde yazıyı da bellemiş olması akla uzak değil, uygundur. Bu onun hiç okumamış, yazmamış ümmi iken Allah’ın emri ile okur peygamber olması mucizesine aykırı olmaz, yasaklanmış da değildir” (YAZIR, 9: 326).

Anlaşılan o ki, Hz. Peygamber (asv)’in ümmîlik vasfı “Sen Kur’an’dan önce hiçbir kitabı okur değildin, elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı müşrikler elbette şüphelenirdi.”  (29 Ankebut 48) ayetinin de beyan ettiği üzere daha önce kitap, mektep, alim, ilim meclisi, vs. Görmemekliği ile ilgilidir. Ancak Kur’an “O Rab ki kalemle yazmayı öğretti” (90 Alak 4) ayeti gereği ümmî olan toplumu kitabî bir topluma tahvil ederek büyük bir mucize göstermiştir. Dolayısı ile Müslüman toplumun gelecek medeniyet tasavvurunda “ümmîleşelim” söyleminden bekleyebileceği bir hayr bulunmamaktadır. Bilakis Müslüman toplumun gelecek medeniyet tasavvuru kalemle yazmanın gücüne dayanmaktadır. Nitekim Kalem Sûresinde Allah: “Nûn. Andolsun, kaleme ve yazdıklarına” (68: 1) diyerek kalem üzerine ve yazdıklarına yemin etmektedir. Kaleme ve yazdıklarına yemin edildikten sonra Hz. Peygamber (asv)’e “Muhakkak sen azîm bir ahlâk üzeresin” (68 Kalem 4) beyanı da gösteriyor ki ilmin kaynağının ahlâk ile rabıtası kaçınılmazdır. Bu, Müslüman toplumların artık ümmî olamayacağına, ümmîliğin yalnızca Hz. Peygamber’e has bir vasıf olduğuna, ilmin kalemle insanlara aktarılacağına, kalemle yazmanın ahlâki bir cehd sayılacağına işarettir. İnsana öğreten ve bilgili kılan Rabbidir. Bilgi de Kerim olan Rabbin izzet-i ikramı ile yazılmıştır. Artık ümmî değiliz ve ilim Kur’an ile vehbî olmaktan çıkarılmıştır. Azîm bir ahlâk, ittikaya açılan bilgi için, “İkra” aydın!

NOTLAR:

-AKÇAY Mustafa, Vahiyde Fetret Problemi Üzerine, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 2, sayfa: 79- 88, 2000

-İBN KESİR, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları, c: 15, 1987

-SOYSALDI H. Mehmet, ŞİMŞEK Songül, Kur’an’da Ümmî Kavramının Semantik Analizi ve Bu Bağlamda Hz.Peygamber’in Ümmîliği Meselesi, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 16, s: 85-102, 2003

-YAZIR Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, c: 9, tarihsiz