Menu
sabaha ne kaldı?
Öykü • sabaha ne kaldı?

sabaha ne kaldı?



Kan ter içinde, dehşetle uyanıyorum. Yatağıma oturuyorum. Gördüğüm kâbusun alnıma biriktirdiği damla damla terleri siliyorum. Şakaklarım zonkluyor. Nabzım yükselmiş olmalı; kalbim göğüs kafesimi zorluyor.

Yanımdaki pencereden uyuklayan şehre bakıyorum. Her taraf karanlık. Elektrikler kesik olmalı. Saate bakıyorum; güneşin doğmasına iki saat var. Yatsam, uyuyamam; kalkıyorum. El yordamı ile bir mum yakıyorum. Masama oturuyorum.

Hava soğuk değil ama bir titreme kaplıyor içimi; garip bir ürperti… Gördüğüm kâbus zihnimi didikliyor, rahat bırakmıyor beni.

Mumun alevi cilveli cilveli isini odaya dağıtıyor; yanmış kibrit kokusuna is kokusu da karışıyor. Aydınlıktan griliğe, oradan siyaha uzanan halkalar oluşuyor. Gölgeler büyüyor karşı duvarda. Kâbusun ürpertisine, yalnızlığın hüznü, sessizliğin korkusu karışıyor. Uyandırmaktan korktuğum kimse olmadığı halde; ses çıkarmıyorum, çıkaramıyorum. Sessizlik büyüyor; sağır eden tiz bir çığlık gibi odanın duvarlarında çın çın yankılanıyor…

Masanın  üzeri darmadağınık… Kitaplar, kâğıtlar, kalemler, dergiler…

Bir kitap çekiyorum önüme; kâbus korkularını bastırmak için…  Okudukça, okuduklarımı anlamaya çalıştıkça; nefesim daralıyor, cümleler ağzımı kapıyor, kelimeler genzime kaçıyor; boğulacak gibi oluyorum. Kitap yüzüme abanıyor, yapış yapış ıslaklığını duyumsuyorum.. çekmeye çabaladıkça inadına kapanıyor suratıma… Sülük gibi kanımı emmeye çalışıyor.. kanını kanıma karıştırmaya çabalıyor… Cümleler deri gözeneklerinden girmek için zorluyor. Ağzımdan, burnumdan kelimeler doluyor ciğerlerime… Can havli ile kurtarıyorum kendimi. Kan ter içinde, dehşetle uyanıyorum. Kitabın üzerine yığılıp kalmışım…

Mum yarı olmuş… Diğer yarısı bir avuç donmuş yağ yığıntısı... Kitap önümde açık duruyor. İs kokusu genzimi yakıyor. Saate bakıyorum; güneşin doğmasına iki saat var.

Sandalyemi masaya doğru çekeyim derken, parkelere sürtüyorum. Bir cayırtı  kopuyor. Ürperiyorum. Tüylerim diken diken oluyor.

Kitaba kaldığım yerden devam etmek geçiyor aklımdan ama az önce yaşadığım dehşeti hatırlıyorum. Ürkek bakıyorum kitaba. Yeniden üzerime atlayıverecekmiş gibime geliyor. Bunun yüzüme yapışan kitap olmadığını fark ediyorum. Açık sayfasında, altını çizdiğim bir cümleye takılıyorum: “İçimdeki boşluk, dışıma doğru büyüyüp duruyordu. Dışımdaki boşluk nasıl oluyor da içime sığıyordu!”

Masanın  üzerinde, ancak yarısına kadar yazabildiğim bir yazıya gözüm ilişiyor. Kâğıdı önüme çekiyorum. Kaleme uzanıyorum. Mum ışığı kalemi mızrak boyu uzatıyor. Siyah, paslı, kadim bir mızrak... Söz kadar sivri.. havayı yara yara uçuyor odanın içinde. Sanıyorum, az sonra ciğerime batacak... Sakınıyorum kendimi. Korkularımın yersiz olup olmadığını düşünüyorum.

Tekrar okuyorum yazdıklarımı. Sonuna bir iki cümle ekliyorum. Muhayyilemdekiler avuçlarımdan kaleme akıyor. Mürekkebe karışıyor. Sonuna noktayı koyar koymaz kâğıttan fırlıyor cümleler. Yakalamak isteyen varmış gibi koşuşturuyorlar odanın içinde. Gecenin sessizliği bozuluyor. Bir uğuldama, çığlıklar… Yakalamak istedikçe gölgelere saklanıyorlar. Oynuyorlar benimle. Arkalarından elimi uzatıyorum. Boşluğu avuçluyorum. Ter içinde kalıyorum. Yoruluyorum. Birisini tam yakalayacakken.. aramızda bir uçurum açılıveriyor. Kara, dipsiz bir uçurum. Aşağıda, bütün o karanlığın içinde parıldayan şeyler görüyorum. Sonra bunların uçurumdan düşenlerin kemikleri olduğunu anlıyorum. Hava soğudukça soğuyor. Üşüyorum. Fırtına çıkıyor; her şeyi önüne katıp götürmeye çalışıyor. Karanlık çullanıyor üstüme. Etrafa bakıyorum.. sığınacak bir yer arıyorum. Her yer alabildiğine çorak. Önümde kırık dökük asma bir köprü; tahtaları yer yer kırılmış, ipleri sarkan, dehşet verici... Kalakalıyorum köprünün başında, çaresiz... Akıbetimden endişe ediyorum.

Karşı taraf aydınlık, yeşillik, sıcak.. berrak sularıyla şırıldayan derlerin sesi çalınıyor kulaklarıma. Cümlelere kızıyorum; önümden kaçıp beni böyle ortada bıraktıkları için... Köprüden geçmeye korkuyorum. Bütün ümitlerim sessiz çığlıklarımda boğuluyor. Yere yığılıp kalıyorum. Kan ter içinde, dehşetle uyanıyorum.

Mum bitti bitecek. Kulaklarım uğulduyor. Kâbus içinde kâbus mu görüyordum? Nasıl bir geceydi bu? Pencereyi aralıyorum. Gecenin serinliği ile birlikte, balkondaki fesleğen kokuları doluveriyor odaya. Şehir uyuyor. Saate bakıyorum; güneşin doğmasına iki saat var.

Alnımdaki terler yazmaya çalıştığım öyküye damlamış; kelimeleri birbirine karışmış. Akşamdan beri birkaç cümle dışında ilerleyememiş, sayfanın yarısına kadar ancak yazabilmiştim. Zihnim allak bullaktı. Bir anaforda durmadan dönüyordum sanki. Çıkışsız bir lâbirentte çaresiz koşuyordum sağa sola...

Bütün kâbuslara rağmen bir şeyler yapabilmenin yolunu bulmalıydım.

Açık pencereden bir rüzgâr esti. Kuvvetli bir esinti değildi ama mumu söndürmüştü. El yordamı ile kibrite uzandım. Mumu tekrar yaktığımda odamda değildim. Nerdeydim? ‘Yine mi?’ dedim kendi kendime.

Burasının bir kuyunun dibi olabileceğini tahmin ediyordum. Az da olsa elimde mum vardı. Yukarıya baktım. Ay ışığı, kuyunun ağzından içeriye doluyordu. Mumu yere bıraktım. Kuyunun duvarından ağaç kökleri çıkmıştı. Onla tutunup tırmanmayı düşündüm. Bir gayretle kavradım kökleri. Ancak o kadar inceydiler ki, her tuttuğum elimde kalıyordu. Gayretle birkaç metre tırmanmıştım.. kopuverdi kökler. Mum azalıyordu.

Yukarıya çıkmak için o kadar çok uğraştım ki, ne zamandan beri orada olduğumu unuttum. Ay ışığın görebildiğime göre, güneşi de görebilirim diye bekledim, bekledim, bekledim... Bir türlü sabah olmadı. Mum çoktan sönmüştü. Gözlerim karanlığa alışacağı yerde, gittikçe zifirîleşiyordu ortalık. İçimde git git artan bir korku, büyüdükçe büyüyordu. Sığışamaz olmuştuk kuyunun içine.

Bekledim. Ne güneş doğdu, ne kuyudan çıkabildim. Zaman; yitik... Uzam; kayıp...

Açlık, susuzluk çekmiyordum ama bu ümitsizlik...

Gözlerim kapanıp gidiyordu artık. Aklımın son şuleleri ile geçmişime ait birkaç kareyi aydınlatıyorum. Ölümü bekliyordum. Kan ter içinde, dehşetle uyanıyorum. Hemen saate bakıyorum; güneşin doğmasına iki saat var. Elimi yüzümü yıkamak için kalkacakken mum sönüyor. Yeni bir kâbus mu başlayacak diye endişeleniyorum. Zaman yerinde mi sayıyor ne! Ama ben kuyunun rutubetini, küflü havasının saçlarıma, sakalıma sinmiş kokusunu hâlâ duyuyorum. Hemen mumu yakıyorum.

Şimdi kurtuldum mu? Bu gece bir daha kâbus görmek istemiyorum ama... ‘Biraz daha dayanmalıyım’ diyorum kendi kendime. Şunun şurasında sabaha ne kalmıştı ki!

Mum alevini titreterek yanıyor.

Gözlerim alabildiğine yorgun. Uykusuzum.

Sessizliği dinlerken, avuçlarımda bir sıcaklık hissediyorum... Isıtan bir sıcaklıktan ziyade; güven veren, ümitlendiren, saran sarmalayan bir sıcaklık...

Gittikçe artıyor sıcaklık. Avuçlarımdan kalbime doğru ilerliyor. Kalbimden, benliğimin çeperlerinden kâbusun korkularını kazıyor. Anlaşamadığım cümlelerle arama giriyor, barıştırıyor bizi… Muhayyilemde sisler dağılıyor. Elimden tutup, geçmekten korktuğum köprülerden güvenle karşıya götürüyor beni. Kuyunun duvarlarına meşaleler yakıyor, bir ip sarkıtıyor aşağıya… Üzerimde yapışıp kalmış, eğreti ne varsa söküp atıyor. Kulaklarımdan örümcek ağlarını temizliyor. Göz çukurlarım eskisi kadar ağrımıyor artık. Zihnimdeki kurtlar kaçıp gidiyor…

Dudaklarımda tatlı bir gülümseme ile ufka dalıp gidiyorum. Günün ilk ışıkları gözlerimde parlıyor. Kalemime bakıyorum; ışıktan bir mürekkep dolmuş içine, karanlıkları delecek cümleler yazmak için bekliyor.


Eflatun bir müjdenin sevinci doluyor kalbime. 
 


Ekim 2009

AKİF

Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi.  Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)  

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları