Menu
MESLEKÇİLİK
Haberler • MESLEKÇİLİK

MESLEKÇİLİK

İslamcılık  düşüncesinin  iktidar yapılanması içinde hesaba katmadığı bir takım olgular nedeniyle kendi içinde çatlama yaşaması kaçınılmazdı. Bu, Müslümanların Anadolu’ya girdikleri zamanlardan beridir asıl çalışma alanlarının, iktidar yapılaşmasının dışında kaldığının anlaşılmamış olması nedeniyledir. Müslüman topluluklar Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren fütüvvet ilkesine dayanan zaviyeler, loncalar, mahalleler, vakıflar, bedestenler ile iştigal etmekten başkaca bir derdin sahibi olmamışlardır. Bu çerçevede İslamcıların ve Bediüzzaman’ın söylemlerini, iktidarın egemenlik hududunu tayin etmeye dönük bir hedefle belirlemeleri, Anadolu’da belki bin yıllık gelenekle beslenen iktisadî- sosyal hayata yabancı bir çözüm sunmuştur. Eğer Somuncu Baba ve Hacı Bayram-ı Veli ekseninden bakılacak olursa, gerek İslamcı düşüncenin müellifleri ve gerek ise Bediüzzaman, toplumun meslekî manada önünü açacak bir dünya kurgusu ifade etme imkânına yaklaşamadılar. Eğer İslam siyaset düşüncesi kapsamında değerlendirilecek olursa bu iki entelektüel mecranın Ebu Yusuf’un Kitab’ul Haraç, Maverdî’nin el- Ahkâmu’s Sultaniyye, İbn Cemâa’nın Tahrîrü’l ahkâm fî tedbîri ehli’l İslâm gibi eserleri yanında “Halifenin Tayini” ile “Halife Olmaya Mani Haller” gibi pek sınırlı bir iki bahis etrafında eser verdiği görülecektir. Oysa bu üç kitapta da asıl yekûnu; haraç, otlaklar, mîrî arazi, toprağı ihya, adalet işleri, zekat işlerini idare, divanlar tesisi, hisbe teşkilatı, suçlar ve cezaları, vs. bahisler oluşturmaktadır. Bu bahislerin geniş bir meslekî ihtisaslaşma alanı açtığı, rızk dünyasını kurduğu, “er-rızkı alallah” şiarlı feta adamların gireceği bir eşik mesabesinde sayılacağı hatırdan çıkarılmamalıdır. Kur’an’da bir zümre var ki emek, ticaret  ve geçim ehli olup kendilerinden ricalûn diye bahsediliyor (Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş, kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz: 24 Nur 37). Yiğit kişi kimseye muhtaç olmamak için dünyaya doğru cehd eyler ama mürüvetiyle de onu terk eder. Mürüvvet ki, doğru sözlü olmak, doğru tartmak, helalinden geçinmek, insanların eziyetine katlanmak, insanlara ihsanda bulunmak ve Allah’a itaat etmektir. Anadolu’yu inşa edenler, bu bahçe bostan ve ticaret ehli, “halvet der encümen” meşrepli adamlardan gayrısı değildi. Zamanında Anadolu’da bir Müslüman pazarı var ise, o, bu adamların zuhurundan sonra olmuş idi.

Hz. Peygamber (asv), Yesrib’i Medine yapan iradesinin bu şehirde din ile iktisat ilişkilerini tanzim eden bir yönelişi inşa ettiğini, Cengiz Kallek’in çalışmalarından biliyoruz. Hz. Peygamber (asv) “Müslüman Pazarı” diyerek o dönemde proleter üreten Mekke iktisadi oligarşisine meydan vermeyecek yeni bir anlayışı tesis etmek yolunu tutmuştu. “Müslüman Pazarı” demekle, pazarı olabildiğince geniş tutarak, herkesi bir meslek ve “iş sahibi” kılmanın imkânını arayan Peygamber (asv)’in bu tavrının nebevî geleneğe eklemlenmiş bir tasavvur u ihya ettiği reddedilemez. Kur’an’ın büyük işletmelerden değil küçük işletmelerden yana olduğu hakkında Hz. Musa’nın tavırlarından çıkarılacak söylenebilecek çok şey vardır. Gemiyi deldiği için Hızır’a söylenip kızan Musa’ya bilahare verilen cevap“Gemiye gelince (o) denizde iş yapan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, ki, arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar vardı” (18 Kehf 79) şeklindedir. Ayetteki “lî mesâkine” (yoksullar, miskinler) ile “ya’melûne” (çalışıyorlar) kelimelerine bakılırsa, Hızır, “melikun ye’huzu kulle sefinetun gasben” yani bütün gemileri zorla ele geçiren melike karşı garipleri tutmaktaydı. Dolayısıyla Hızır’ın ledün ilmi iktisadî manada gariplerin yanında idi ve onlar da emek ehli idiler, çalışıyorlardı, kimseden ihsan ve yardım beklemiyorlardı.

Bediüzzaman, Musa (as) ile Hızır kıssasını ledün ilmi yönünden yorumlamıştır. Asıl vurgusu, Hz. Musa (as)’nın bilemediği bir ilme mazhar olan Hızır’a yöneliktir. O’nun iktisat düşüncesi, kanaat ve tevekkül esasına bina edilmiş bir durum arzediyor. Bu nedenle Onaltıncı Mektub’ta Dördüncü Nokta bahsinde der ki, “Ben iktisad ve bereketle yaşıyorum (...) Bereket ve ikrâm-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de; fakat Kur’an hizmetinin kerâmeti olarak, erzak hususunda ikrâm-ı ilâhî olan berekete mazhar oluyorum” (BEDİÜZZAMAN, 1993: 66). Üstad’ın iktisad meselesini kanaat ve ilâhî bağış şeklinde değerlendirmesi, Müslüman toplumun hayatını idame nazarından bakıldığında bir modele dönüşemeyecektir. Gerçekten de, onun tevekkül anlayışı kesb ve çalışmaya yönelik bir gayretin neticesine bağlanmamış halde kalmıştır. Emekle elde edilmemiş ama ilâhî bir bağışla gelmiş bir rızk telakkisi eserlerinde temel bir zihnî bağlanış olarak yer alır. Bu yönüyle, Hz. Meryem’in yanına gelen Hz. Zekeriya’yı şaşırtan sofra meselini hatırlatan bir bağlanıştır. Ne var ki bunun bir toplum modeli olduğu söylenemiyecektir. Üstad, Onaltıncı Mektub’ta bir yerde der ki, “Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız (...) diye düşünmede iken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim; gördüm ki: Koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman müjde! Cenâb-ı Hâk bize rızk verdi.” O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvanat-ı vahşiyye hiçbiri ilişmemiş” (BEDİÜZZAMAN, 1993: 67). Netice itibariyle Üstad’a bahş ve ikram edilen erzak , onun kanaat ve iktisad siyaseti hakkında bir model halinde tavsiye edilemeyecektir. Üstad, her ne kadar tevekkül ve ilâhî bağıştan bahsetse de İkinci Mektub’un Altıncı bahsinde, “istiğna sebebinin en mühimmi; mezhebimizce en mu’teber olan İbn Hacer diyor ki: Salâhat niyetiyle sana verilen bir şey, salih olmazsan kabul etmek haramdır” (BEDİÜZZAMAN, 1993: 14) sözünü nakletmek suretiyle salihlerin infak edilenleri kabul edebileceğine işaret etmiştir. Kaldı ki, Yirminci Lema- İhlas Risalesi’nde hizmet-i diniyyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi kabul ile ilgili bir haşiye düşmüştür “Hizmet-i dîniyyenin mukabilinde dünyada birşey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini te’min etsin. Hem zekata da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakit de, hizmetimin ücretidir denilmez.” (BEDİÜZZAMAN, 1977: 7).

Bediüzzaman’ın önünü açtığı bu hizmet, iktisadî yanının eksikliği nedeniyle infak toplamayı zarurî kılan bir yönelişle hareket etmekle yol bulabiliyor. Bu modelin İslam Tarihi açısından öncülünün Nizamülmülk’ün “Nizamiye Medreseleri” olduğu da söylenebilecektir. Gazali’nin modelin finansman ihtiyacını devletin karşılaması nedeniyle Bediüzzaman’a nazaran daha çok imkânlara haiz olduğu teslim edilmelidir. Bediüzzaman, Gazalici temellere yaslanan modelini, öncü azınlık diye tabir edilebilecek, ehl-i tahkik bir fedakarlar zümresi ile inşa etmeye mecbur kalmıştı. Bu nedenle İhlas Risalesi’ndeki haşiyesinde nâsdan gelen maddi ve manevî ücretten istiğna eden bu öncülerin “Sahabelerin senâ-i Kur’aniyeye mazhar olan “îsar” hasletini kendine rehber etmek”le mümeyyiz olduğunu ifade eder. Îsar’ın “başkasını kendi nefsine tercih etmek” erdemi olduğu bilinmektedir. Devlet erkânını temsilen Nizamülmülk ve ulemayı temsilen de Gazali’nin kurduğu bu model Selçuklu- Osmanlı yönetici katmanını yetiştirmişdi. Gazali’nin de tıpkı Bediüzzaman gibi riyazet ve halvet ehli olduğu, Bediüzzaman’ın modern zamanlarda Gazaliciliğin bir yansıması sayılabileceği eklenebilir. Ancak hiçbir toplumun salt salih yönetici modellemesiyle dirlik bulamayacağı ifade edilmelidir. Yönetici kadroların, üreten topluma nazaran sınırları aşılamayacaktır. Selçuklu’nun modeli uygularken yaşadığı başarısızlık, yöneten kadroyu taşıyan üretimin, üreten adam sayısının dengede tutulamamasıydı.

Bediüzzaman’ın karizmatik Gazaliciliği ile İslamcılığın iktidara yönelik taleplerle geliştirdiği model bir yerde kesişmektedir. Bu model, ancak toplumun üretici kılınması halinde başarılı bir şekilde sürdürülebilir bir yapı arzetmektedir. Toplumun üretici niteliğinin bozulması halinde ise sistem çökmektedir. Kadrolar ve yöneticiler büyüyüp üreticiler üretimden çekildikçe gelir gider dengesi çarpılmakta ve İbn Halduncu bir yok oluş kaçınılmaz olmaktadır.

Eflatun (Platon) Devlet adlı kitabında toplumu yapanın ihtiyaçlar olduğunu ifade eder. O, insanların varlığını sağlayan şeyleri yiyecek, barınacak yer, giyecek şeklinde sıralayarak bütün bu işleri yapacak çiftçi, duvarcı, dokumacı, dülger, kunduracı, yün ve deri sağlamak için çoban, alış verişi sağlayacak aracı tüccarlar, kafaları işlemeyip de beden işlerinde çalışan işçiler, avcılar, sanatkârlardan bahseder (EFLATUN, 1988: 59- 65). Eflatun’un bahsettiği mesleklerin, üreten adamların geçim meşguliyetleri şeklinde kavranabileceği çok açıktır. Oysa sanayileşme ve modernleşme ile asrî zamanların insanlarının hizmet sektöründe istihdam edilmesi, üretmeyen sektörlerde meşguliyetlere uğratılmaları gündeme getirilmiştir. Modern insan üretmeyen bir varlık haline dönüştürülmüştür. Bu nedenle temelde mesleği yani sülûku kalmamıştır.

Türkiye’deki İslamcılık felsefesinin de hizmet sektöründe büyümeyi politize ederek iktisadî alandan kendini çektiği, iktidar alanını tanzim ederek pazarın hayatiyetini ihmal ettiği gün gibi açıklık kazanmıştır. İslamcılık fikri, sanayileşme tasavvuru ile toplumsal dokunun meslekî formasyonunu bozmakta, yerel pazarları kapatmakta, ulus- ötesi kapitalist şirketlerin mal ve hizmetlerini pazarlayabilecekleri devasa “çarşı”lar yaparak moderniteyi tahkim etmektedir. İktidar alanı içinde yapılacak kurgu ve mücadeleler, Anadolu’da bin yıl önce ahiler, üreticiler, meslek adamları tarafından kurulmuş nizamın yeşermesine kifayet etmemektedir.

Türkiye’de belki çok bilinmeyen üçüncü bir yol, gelenekle beslenen, dünya kapitalizmine dirençli, küçük üreticilerin hissiyat ve geçimlerine uygun “meslekçilik” diye ifade edilebilecek bir dünya görüşü bulunmaktadır. Muhittin Birgen, Memduh Şevket Esendal, Kör Ali İhsan Bey (İloğlu) gibi bir avuç aydınca benimsenen “Meslekî Temsil Programı” yüzyılların fütüvvet ve ahi geleneğini yeniden hayata kavuşturmak azminde dayanışmacı, anti kapitalist bir yaklaşım sunmaktaydı. Halkın halk tarafından idare olunması, millete ait pazarların inşa edilmesi ile mümkün olabilecektir. İnsanları proleteryaya çeviren asrî zamanlar sanayiinin büyütülmesi, kentlerin alabildiğine genişletilmesi, işsiz adamları hazır bir kıta gibi tutarak işçi ücretlerinin baskılanması Anadolu’nun bin yıllık düzeninin ifadesi olmamıştır. Gazalicilik tek başına toplumu ihya etmeye yetmemekte, büyük yekûnun tıpkı Hacı Bayram-ı veli gibi medrese hocalığından sarf-ı nazar eyleyip burçak ekip, tarla biçerek; demir işleyip bakır döverek halka ahi-feta bir tarîkte irşad eylemesi gerekmektedir. Bina okuyup dönen adamların, “el kâsibu habibullah” bir topluma nazaran çoğaldığı bir dünyada hayr bulmak imkân ve ihtimali kalmamıştır.

-            BEDİÜZZAMAN, Mektubat, Envar Neşriyat, 1993

-            BEDİÜZZAMAN, İhlas Risalesi (Broşür), Hizmet Vakfı Yayınları, 1977

-            EFLATUN, Devlet, Remzi yayınları, 1988