Menu
MEMLEKET HİKAYELERİ: DİN NASIL ÇÖZÜLDÜ
Haberler • MEMLEKET HİKAYELERİ: DİN NASIL ÇÖZÜLDÜ

MEMLEKET HİKAYELERİ: DİN NASIL ÇÖZÜLDÜ

Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikâyeleri” kitabında din-ulema ve din-eşraf ilişkilerine konu edilebilecek iki hikâye var: “Boz Eşek” ve “Yatır”. Bu hikâyelerin alt anlamıdeşildiğinde, metnin ideolojisi çıkarıldığında,I. Dünya Savaşının arefesinde Türk köylüsünün merkezden uzak hayat meşgalesinde kendi kendine yeterliliği, geleneksel bir nizam ve adalet tasavvuru içinde sürdürdüğü dünyasının anlatıldığı söylenebilecektir. Köylünün kendine mahsus iktisadî hayat çeperinin vilayetle görece kopuk deviniminden pek de şikayetçi olmadığı görülür. Hatta hikâyeleri bu perspektifle okumanın sonunda “belanın”, yani savaşların, iktisadî alt üst oluşların, kıtlığın, hastalıkların, vs. dışarıdan-vilayetten geldiğine dair bir kanaat bile oluşabilir.

Osmanlı toplum düzenihikâyelerin yazıldığı tarihlerde [“Boz Eşek” (1918) ve “Yatır” (1916)] vilayetler bakımından içtimai kurumlarını yitirmiş görünmektedir. Bu hikâyeler köyde geleneksel değerlerin en azından köyde yaşayan “cemaat” içinde hâlâ nispeten yaşadığını anlatır. Değerler çözüldükçe devlet giderek ceberrutlaşmakta, halkın malını “kim vurduya” götüren nizamsızlık toplumu sarmakta, mülk “el atıp sahip olanın” eline geçmekte, bunun için gerekirse hile ve zor kullanılmakta ve belki de bu aldatış/sertlik, köylüyü umursamaz bu uyanıklık, toplumda yeni restleşmelerin rahmine dönüşmektedir. Her hal u kârda Sabahattin Ali’nin Kabadayısı Kuyucaklı Yusuf’un nizam bilmez şakiliğine doğru gidişin temelinde köylünün “değer dünyasının” kentli-okumuş ya da aylak adamlar tarafından saygısız-fütursuzca ve belki işgalci bir mantıkla yıkılışını görmek gerekmektedir. Osmanlı köylüsü Cumhuriyet’e doğru gidilirken geleneksel geçimliğini, vakfiyelerini, kutsal diye bilip inandığı mekanlarını, helal-haram korkusunu ve nihayet cemaat dayanışmasını yani birliğini yitiriyor. Bu yitirişin modernleşme süreci içinde halka iktidar olan okumuşlardan köylüye doğru geliştiğinin kanıtı bu hikâyelerdir. Bu nedenle biz bu incelemede köylünün “geri kalmışlığı” nazarından bir okuma gerçekleştirmedik. Köylüyü bu noktaya düşüren daha alt katmanları deşip gerçeği ortaya çıkarmayı yeğledik. Bizim için “gerçek” belki de Karay’ın niyetinde olmayan ama tasvirlerinin eşsiz yalınlığındaki iç kabuğundadır.

Köydeki iktisadi hayatın köylüyü memnun ve müreffeh yaşatacak bir üretim zemini kurduğunu R.H. Karay’ın bu iki hikâyesinden çıkarabiliriz. Karay, “Memleket Hikâyeleri” başlıklı kitabını oluşturan diğer hikâyelerinde de sefaletin kaynağını kentli zümrelerin üretimden yoksun hayat biçimleri üzerinden anlatır. Örneğin “Cer Hocası” adlı hikâyede kahraman kentlidir, işsiz bir memur eskisidir. Kentteki sefaletini aşmak için köylere dinî vaazlar vermek için yola çıkan bir gruba katılır. Osmanlı’da Cer Hocalığı hem suhtelerin (medrese öğrencilerinin) medrese bilgilerini pratik ettikleri, günümüz kavramlaştırmasında staj konusu ettikleri ve hem de iaşeyi temin için halk huzuruna çıktıkları bir uygulamadır. Hikâyenin kahramanı bir köyde tutunurve gönülleri gıdıklayan, sadre şifa vaazlar verir. Ama her şey yalan üzerinedir. Medrese öğrencisi değildir. Meşrutiyet’e karşıdır ya da meşrutiyet ilanı ile beraber memurluktan atılmıştır. Köylünün İstanbul’da olup da itibar ettiği hocayı tanıyıp tanımadığı sorusuna “benim hocamdır!” diyecektir, tanımamaktadır. Ancak köylü onu sever ve hatta kaymakamdaneski imamı görevden alıp Cer Hocasını tayinini ister. Ancak Cer Hocasını evine çağıran yaşlı ve hasta imam halini, fakirliğini, çocuklarının muhtaçlığını  arzeder. Durumu gören Cer Hocası merhamete gelir ve vicdanının emrettiğini yaparak şehre kendi sefaletine döner. Fakat dönmeyebilirdi de. Sefaletin kentten kıra doğru gelişi kentli adamın asalak hayatının bir sonucu olmuş gibidir. Batılılaşma sonrasında yaşam kalitesini yükseltmek isteyenler köylülükten sıyrılıp kente abanmıştı. Köylünün başına gelen bela işte bu kendi rahminden olup kente boşalttığı nesebidir. Kadir Canatan, İbn Haldun’dan hareketle kentlerin çürümüşlüğünü vurgulamıştı: “Haldun’a göre (...) kentlileşme, ahlaki çözülme ve çürümeye neden olmaktadır: Şehir ahalisi her çeşit lezzetler, bolluk ve genişlik içinde yaşamaya alıştıkları, dünyanın ve kendi arzu ve heveslerinin düşkünü oldukları için şehirlilerin fena ve bozuk birçok huy ve kötülükleriyle nefislerini lekelerler. Bundan dolayı iyilik yollarından o nispetle uzaklaşırlar. Kentlerdeki ahlaki düşüş ve çözülme, görevi insanlara doğru yolu göstermek olan siyasal yönetimlerin de baskıcı davranmasına neden olur (CANATAN, 2009: 188). R.H.Karay’ın bahsedeceğimiz iki hikâyesinde İbn Haldun’un bahsettiği gibi kentli adamın aylak, asalak ve ceberrut tavrını görmekteyiz. Ancak Karay, İbn Haldun’a nazaran bu çözülüşe karşı bir şey önermez ve hatta halkın inanç değerleri karşısında sessiz kalır.

R.H.Karay “Yatır” hikâyesinde köylü insanların kışı tasasızca karşılamalarına vesile olacak bir harman sonunu anlatıyor. Köylü yıllardır yoğun bir çalışmanın nihayetinde eriştiği bollukla mutludur aslında: “Harman sonunda ambarlarını zahire ile doldurup kilerlerine pastırmalarını, avlularına odunlarını istif eden halk”tan bahseder (KARAY, 1995: 102). Köylü halk için “yenecek ve yakacak ne gerekse Eylül ayı içinde hazırlamak, soğuk aylara kaygusuz bir düşünce, rahat bir yürekle girmek memleketin geleneğiydi”. Yazar, köylünün hummalı ve telaşlı çalışmasının ardından gelen, bugün bile ortalama zevk ve saadetle yaşamaya razı bir insanı gıbta ettirecek bolluk ve bereketi tasvir etmektedir: “Etlik dedikleri bu iş tam kırk gün sürer, kırk gün kasabada peri, dev masallarındaki şehzade düğünlerini andıran bir hazırlıktır giderdi. Bacaların boğula tıkana tüttüğü, kazanların taşa köpüre kaynadığı, evlerin sucuk dizeleriyle çepeçevre donandığı bu gürültülü, telaşlı günlerin arkasından ortalığa, hemen, güz yağmurlarıyla birlikte derin bir uyuşukluk çökerdi. Artık satır sesleriyle değirmen taşlarının uğultusu diner, baltaların çalışması biterdi. Dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklarıyla vücutlarının, ocaklarının yiyeceğini hazırlamış olan bu halk, kahvelere dolarak vakitlerini nargile höpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sık kesintiye uğrayan anlamsız sohbetlere dalmakla geçirirlerdi. Dışarıda ister kış bir sonbahar gibi ılık geçsin, Aralık, Ocak ayları içinde kızılcıklar sapsarı donanıp asmalar filiz versin; ister kar adam boyu yığılıp yolları örtsün, fırtınalar telgraf direklerini devirip kasabanın dünya ile ilişkisini kessin, onlar iri saç sobaların nar gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, ocaklarında kütükler alevlenen yer odalarında hindi doldurup birbirlerine ziyafetler çekerek kendi evrenlerinde kaygusuz yaşarlar, öz sınırlarından ötesini düşünmezlerdi” (KARAY, 1995: 102- 103). Karay’ın tasvirinden anlıyoruz ki Anadolu’da halk köy ve kasabasında “kendine ait bir evrende” ve “öz sınırlarında” egemen bir varlıktı. İktisadî bir güç Anadolu köylü-çiftçisini devlete karşı görece müstakil kılıyordu. Yol, okul gibi modernizmin gerekliliği olan araçlar bu iktisadî hayat için çok da aranılır bir şey değildi. Hükümete ihtiyaç duymakta iseler de, hükümet iktisadî hayattaki canlılık devam ettikçe ikincil bir alanda kalıyor yahut görünmüyordu. Köylülerin iktisadî manada görece özgürlüğü hakkında sadece Karay’ın ifadelerinin yetersiz sayılacağı düşüncesiyle başka bir kaynağı da delil almak faydalı olabilir.

Suraıya Faroqhi’nin Osmanlı kırsalı ile ilgili çalışmasından hikâyede bahsi geçen odunun iktisadî yönetiminin köylüye ait olduğu çıkarılabilir: “Ormanların kullanımı, genellikle devlete belli bir pay göndermek durumunda olan köylülerin elindeydi. Ancak biz bu bağlamda, göçebe Tahtacıların da izini sürdük. Bunların, kuzeyde Aydın Sancağı’na kadar uzandıklarını gösteren kayıtlarına rastlanıldığından; anlaşılan (...) onaltıncı yüzyıla kadar, yalnızca Antalya’nın batısındaki bölgeyle sınırlanmış değillerdi. Odunculuk yapan topluluklar, ücret yerine, bazı vergilerden muaf tutulmuşlardı” (FAROQHİ, 2010: 80). Faroqhi’nin yazdığına göre “arazisiz köylüler, gerçekte bir akrabalarının çiftliğinde çalışıyor olabilirdi; hatta, çiftliğin yasal sahibi yaşlı ya da hastaysa çiftlik faaliyetlerinin başına geçebilirdi. Kişinin sahip olduğu arazi çok küçük olsa dahi, koyun ve sığırları, ona görece rahat bir yaşam sağlayacak oranda olabiliyordu” (FAROQHİ, 2010: 80). Köylülüğün bu türden görece zenginlik/refah oluşturucu dinamiği kentte yetişmiş yeni aydın zümre tarafından başka ölçütler içinde ilkel bir hayat sayıldı. Aslında ilginçtir R.H.Karay “Koca Öküz” hikâyesinde bir anlamda bu ölçüt farklılığını da yansıtmıştır.

“Koca Öküz”  hikâyesinde Hacı Mustafa adlı eski ve uyanık bir jandarmanın “köylülüğü” ironik bir dille anlatılır. Hacı Mustafa ağa her sene pazardan bir öküz alıp ekin kaldırıp,döven döndürmede ve malı ambara taşıtmakta kullanmaktadır. Harman sonunda öküzü aldığı fiyata satar ve böylece öküzün emeğini bedavaya getirmektedir. Ancak bu kez
aldığı öküz hem tembel ve hem yiyicidir. Öküzüyattığı yerden kaldıramaz. Döver, tekmelerse de öküz bir türlü kalkmaz. Bunun üzerine satmaya karar verecektir. Kasap Cavga Rıza’ya gider. Öküzünün iyi beslenmiş olduğunu ve aldığı paraya satabileceğini söyler. Kasap öküzü iki mecidiye eksiğe almayı kabul eder. Hacı Mustafa, kasabın öküzü kendisinin taşımasını istediğinden bu zarara razı olur. Aklına göre kasap onu kaldıramayacaktır, yerinden kaldıramazsa olduğu yerde kesmek zorunda kalacaktır. Kasap öküzü almaya geldiğinde, öküz kasabın kirli ama muhtemelen çiğ et kokulu önlüğünü bir süre koklar. Kasap da azıcık bir dürtmeyle öküzü kaldırır. Bunun üzerine Mustafa sinirlenir sağa sola kızar. Bu arada bir tellâl kasabın dükkânında öküz kesileceğini, çığırır (KARAY, 1995: 49-56). Bu hikâyede köyün dünyasından ancak köylünün anlayabileceği iması verilmiştir. Köylü ile içinde yaşadığı alemin bitki-hayvan-insan örgüsü “aynı dil” kullanmaktadır. Jandarma bu dili konuşamaz.

Nitekim “Yatır” adlı hikâyede de İlistir Nuri, vaktini kahvede, gezmede, rakı âlemlerinde geçiren biri olarak köylük-kasabalık yerin gerçek “dilini” bilemeyecek biridir. O sene ilk defa iş tutayım demiş ve hamamcılığa karar vermiştir. Hamamı kiralar, masraf yapar. Ancak o sene bir veba gelir ve kırlık yerin öküzlerini sağ komaz. Savaş başlamış olduğundan kırın gençleri askere yazılmışlardır. Kasabaya odun getirmek eşek sahibi kadınlara düşer. Onlar da eskiden bir arabaya istedikleri parayı bir eşek yüküne istemektedir. Veba ve savaş kasabanın iktisadî yapısını değiştirmiştir.

İlistir Nuri hamamı işletmek için iki senelik kontrat yapmış ve parasını da ödemiştir. Odun bulamazsa işletmesi batacaktır. İşin içinden bir türlü çıkamaz. En sonra Maslak tepesinde içinde yatır olan ormana göz koyar. Halk içinde sözü dinlenir olan yarı ermiş ve bir miktar da kurnaz olan yarı ermiş köylü Abdi Hoca'ya yanaşır. Üç gecedir rüyasında Kadiri Şeyhi'nin kendisine göründüğünü, Maslak’taki yatırın etrafındaki çam ağaçlarından azap duyduğunu, onların gül ya da selvi sevdiğini, bu azaptan kurtarılması gerektiğini ve bunun da Abdi Hoca’nın bileceğini söylediğini ifade eder. Sonra da Abdi Hoca’ya “Bu rüyanın kendisine de malum olup olmadığını” sorar. Abdi Hoca, şanım şöhretim elden gitmesin diye İlistir Nuri’nin rüyasını doğrular. “Ertesi gün Maslak köylüsü, Abdi Hoca’nın: Haydi evlatlar, bize bir görev düştü başlangıcıyla verdiği emri, karşı koymağı hatırlarından geçirmeden yerine getirmeye koşmuşlar, asırlar görmüş ulu çamlara, dinsel bir boyun eğişle ve sevinçle baltalarını sallamışlardı” (KARAY, 1995: 109). Nihayette mezarın etrafında iki dönüm yer açılır. İlistir elli at yükü odunu pey sürerek alır. Ancak kutsallığı ve ruhaniliği yiten mezar artık eski kuvvetini gösteremez, mezarın bulunduğu tepe çıplak kalır, ormanı besleyen kaynak suyu da çekilir, kurur. Abdi Hoca, Rumeli göçmenleri mezarın yeşil parmaklıklarını söküp gidince “Dünyanın kötülüğü arttı, Maslak Dede artık bizden elini çekmek, nam ü nişanını kaybetmek istiyor” dese de, artık bu sözüne kimse itibar etmez, ünü azaldığından kulak asan çıkmaz (KARAY, 1995: 110). Bu hikâyede dinin eşraf ya da kentli avantacı sınıflar eliyle yakın menfaatler için kullanılması, geleneksel inançların tabiat-kutsal alanına değer bozucu müdahaleler getirdiğini görüyoruz. Kapitalizm “kutsal” alanı aşarak geleneği tasfiye etmektedir. Bu çerçevede Abdi Hoca dahi kapitalizme, dünya tamahına verdiği desteğe rağmen kendini “varedememiştir”. Kutsalın yok oluşu kutsalı çevreleyen tüm dokunun, kadronun, tabiatın, dokunulmaz alanların ve değerlerin de yokoluşu ile birliktedir.

Benzer bir müdahalenin “Boz Eşek” hikâyesinde ama bu kez ulema eliyle gerçekleştiğini görüyoruz. “Boz Eşek”  hikâyesi nispeten kısa bir hikâyedir. Bu hikâyenin bariz vasfı devlet-köylü ilişkilerinin trajik yönüne işaretinde belirir. Hikâyede köy sakinlerinin yaşlı ve hasta bir adamın köye gelişi ile gelişen vakıf ruhu anlatılır. Yaşlı adam köye gelir ve ölmek üzere iken Hüsmen Hoca ve köy halkına, sekiz altınla eşeğini Mekke'ye vakfetdiğini vasiyet eder. Köylü eşeğe kutsal bir varlık gibi bakmaya başlar. Düşünürler ve emanetleri kadıya teslim etmeye karar verirler. Hüsmen Ağa yorucu ve meşakkatli yolculuklar yapar ve kadıyı bir türlü kasabada bulamaz. Kabak Kadı İstanbul’dadır. Kaymakam ve Jandarma onu iki üç kere başından savar. Dördüncü seferde belgeler düzenlenir, mühürler basılır ve Boz Eşek Kadı’ya teslim edilir. Köylüler eşeğin Hicaz’a gittiğine orada zemzem taşıyacağına inanırlar. Fakat olayın yılında kasabada Hüsmen Ağa pirincini satmakla meşgulken, pazar yerinin tam kalabalık zamanında uzaktan “Savulun değmesin!” bağrışı duyar. Kabak Kadı, altında boz eşek, iri gövdesini sarsan bir hızla yöresine selam vererek geçip gider (KARAY, 1995: 101). Hikâyede köylü-yönetici diyalektiği had safhadadır. Hükümet temsilcileri sayılan Kaymakam-jandarma köylünün derdiyle dertlenmezler ve hele onun dini inanışlarının tezahürü olan kutsala iteleyici bir tavır gösterirler. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş arefesinde Osmanlı’nın kuruluş kurumu olan “vakıf” müessesesinin tamamen tasfiye olduğu görülmektedir. Kadı’nın vakıf malını şahsı için mal edinmesi de vakıfların sadece tasfiye edilmediği emlak ve malının da yağmaya uğradığını gösterir. Aynı zamanda bu tavır, halkın “kutsal”larını koruyacak kadronun da ahlâkî zaafa uğradığının işaretidir. Ancak en acı olan devlet-köylü ilişkisinde halkın devletine olan itimadı ve saygısıdır. Hüsmen Ağa devlet kapısına maruzatını bildirmeye gittiğinde Kadı’yı bulamaz ve Kaymakam’a çıkmaya karar verir. Bundan sonrasını R.H.Karay’dan okuyalım: “Hüsmen, bir defa da kaymakama işini anlatmak istedi. Kunduralarını kapıda çıkarıp, parmaklarını meydanda bırakan yırtık çoraplı ayaklarıyla, çekine çekine, elleri karnında yürüdü, hikâyeye başladı” (KARAY, 1995: 99). Hüsmen Ağa’nın bu davranışı Türk köylüsünün bütün o bereket-bolluk içinde ne kadar ezildiğini de göstermektedir. Devletten ayrı bir dünya kurması, yol gitmez- kervan geçmez yerlere rızalığı biraz da devletlu adamların İbn Halduncu baskılarıyla ilgili olsa gerektir. Oysa Ömer Seyfettin hikâyesinden R.H.Karay hikâyesine evrilen süreç çok uzun değildir. Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesindeki köylü Muhsin Çelebi değil kaymakama minneti, padişaha boyun eğmeyen adamdır:  “Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez. Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır. Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.  (…) çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. (...)Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı” (SEYFETTİN, 1995: 36- 38).

Ne oldu bu adamlara? Devlet değişti. Şehir ahalisi her çeşit lezzetler, bolluk ve genişlik içinde yaşamaya alıştıkları, dünyanın ve kendi arzu ve heveslerinin düşkünü oldukları için nefislerini lekediler. Bundan dolayı iyilik yollarından o nispetle uzaklaştılar. Kentlerdeki ahlaki düşüş ve çözülme, görevi insanlara doğru yolu göstermek olan siyasal yönetimlerin de baskıcı davranmasına neden oldu. Daire-i adalet çöktü. İktisat yamulunca, din de dindarlık da bozuldu. Köylümüz dindardı, milleti giydirip doyurandı. Kutsalına dokunulmasaydı.

KAYNAKLAR:
-CANATAN Kadir, İbn Haldun Sosyolojisinde Kent Ve Kentleşme, Hece Dergisi, Sayı: 150- 151 -152, 2009
-FAROQHİ Suraıya, Osmanlı Şehirleri ve Kırsal Hayatı, DoğuBatı Yayınları, 2010
-KARAY Refik Halit, Memleket Hikâyeleri, İnkılâp Kitabevi, 1995
-SEYFETTİN Ömer, Başını Vermeyen Şehit, Yeni Şafak, 1995