Osmanlı’dan Türkiye’ye evrilirken temel mesele halkın hangi kalkınma modeline göre teşkilatlandırılacağı hususu idi. Bu noktada Cumhuriyet elitlerinin karşısında geniş bir köylü nüfus bulunduğu açıktır. Dindar ve köylü bir nüfus. Osmanlı’nın gölgesini üzerinde taşımak istemeyen “yeni” bir devlet için mücadele edilmesi gereken de bu iki (dindarlık, köylülük) gerçeklik alanıdır. İkisi de birbirine karışmış bir kimliğin ifadesi olarak modernleşmeye (kapitalizmin gelişmesine) dışarıdan görünüşte direniyordu. Halifeliğin ilgası (3 Mart 1924) ile Türkiye, “radikal” ya da “devrimci” bir modernleşme sürecine girdi. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabında, Saltanat- Hilafet sisteminin çözümü hakkında “devrimci” değişmeler telaffuzunda bulunur. “Bu değişimlere devrimsel bir nitelik veren etken, ilk kapının açılışının devrim koşulları altında olmasıdır. Bu, yeni bir siyasal rejim, yeni bir devlet, yeni bir toplum olma zorunluğu sorunuydu. Bunun, var olan bir devlet için sadece bir Kanun-u Esasî yapmak ya da Osmanlı rejiminin din- devlet bileşimini modernleştirmek sorunu olarak başlamadığını gördük” (BERKES, 1978: 513). Tezcan Durna, Niyazi Berkes’in ve Kemal Karpat’ın Türk modernleşmesini “devrimci” ya da “radikal” olarak değerlendirmelerinin bir görme kaybına sebep verdiğini söylüyor. Bu görme kaybı muhafazakârlıkla ilgilidir. Durna, muhafazakârlık ile modernleşmenin birbirleriyle uzlaşmaz karşıtlıklar şeklinde kurgulanmasının kör noktaya düşmekle sonuçlandığını söylüyor. “Muhafazakârlık, gerici ya da reaksiyoner değil, günün cari değerleri ile uyum gösterebilen esnek bir düşünce akımı olarak karşımıza çıkar (…) modernleşme ile muhafazakârlık arasında kurdukları karşıtlık nedeniyle, inşa dönemindeki Tek Parti’nin “radikalizmi”ni, “inkılâpçılığı”nı, “ilerlemeci ve gelişmeciliği”ni, “modernistliği”ni kutsar ya da ön plana çıkarır (…) İşte Tek Parti dönemine dair bu kutsama, bu dönem içinde var olan muhafazakâr unsurları görmeyi engellemekte (dir) (…) Oysa Tek Parti dönemi inkılâplarına ve inşa sürecine, sadece modernleşme paradigması hâkim değildir. En azından “milliyetçi kalkınmacılık” olarak tezahür eden Kemalist ilerleme fikri, bir yandan ödün vermez bir modernleşme fikrine, diğer yandan, “Türk milletine özgü benzersiz niteliklerin” Osmanlı döneminde baskılanan unsurlarının keşfedilme kaygısına dayanması nedeniyle de muhafazakâr düşünceye yaslanır (DURNA, 2009: 28). Böylelikle Durna, geleneklerle modern değerleri barıştırma/ bağdaştırma kaygısı ile siyasal olmaktan çok toplumsal bir kategori sayılan “halk” kavramına işaret eder. Halk geleneklerin taşıyıcısı olarak “tarih, tin ve millet” gibi geçmişten günümüzü şekillendirmek için devralınan değerleri arama kaygısının durağıdır. Halk kavramı, millet kavramına doğru yürüyen, farklılıkların “bütün” içinde yok sayılması gibi işlemler yoluyla inşa edilen bir unsur olarak ele alınır. Bu anlamda “halk” burada “ulus/millet” kavramının bütünleştiriciliğine varılırken kat edilen yol olarak algılanır (DURNA, 2009: 34). Dikkat edilirse Durna’nın bahsettiği “muhafazakârlık” karakterli değişim ya da iç içe geçmişlik bile, ilerlemeci, şekillendirici ve pozitivist yüklenmişliklerle birliktedir. Durna’nın dikkat etmediği husus, muhafazakâr değişimin ancak kendiliğinden gelişebileceğidir. İçeriğinde ne kadar yoğun geleneksel değer bulunursa bulunsun toplumsal değişimin icbarî niteliği, değişimi radikal/devrimci ve dıştan dayatılmış kılacaktı. İktidar seçkinlerinin meseleyi nasıl anladığı değil, “Halk”ın değişimi nasıl algıladığı önemsenmeliydi.
Cumhuriyet aydınları Anadolu kırındaki değişimi olağan karşılıyorlardı. Cemal Süreya’nın Kısa Türkiye Tarihi başlıklı şiiri, Cumhuriyet seçkinlerinin, asker-bürokratların halkın yaşam biçimine yönelik değişim ısrarlarını olumlar.
I
Şelaleye
Düşmüştür
Zeytinin dalı;
Celaliyim
Celalisin
Celali.
Zeytin dalı, barışı temsil ediyor. Şelale artık patlamış, tutulamayan isyandır. Barış, huzur, dirlik kırılmıştır. Celalilik Anadolu’da Osmanlı iktidarına yönelik ayaklanmaları ifade ediyor. Cemal Süreya, Celali isyanlarına niçin atıf yapmaktadır? Bunun cevabı şiirinin ikinci bölümünde veriliyor:
II
Üç anayasa
ortasında büyüdün:
Biri akasya
Biri gül
Biri zakkum.
Cemal Süreya’nın Akasya dediği Anayasa 1924 tarihlidir. Gül ile kasdı da 1961 Anayasası. Zakkum ise 1982 Anayasası’nı temsil ediyor. 82 Anayasası özgürlükleri ve devrimcileri (celalîleri) kırmıştır. Cemal Süreya’nın bu şiirinin son iki dizesi ise Yemen Türküsü’ne atıf yapar: “Giden gelmiyor acep ne iştir ?”Bilindiği gibi Osmanlı askeri savaşa gidip geri dönmemiştir. Süreya’nın “kahvede subay yok” ifadesi de bu “geri dönmeme” meselesini soracak muhatap bulunamaması ile ilgilidir.
V
Kahvede subay yok,
Bu nasıl iştir.
Cemal Süreya toplumun değişme değerini kendiliğinden olana bırakmamış görünüyor. Zeytin dalı ile Celaliliği karşıtlık içinde kurguluyor. Süreya’nın kurgulamasında ortaya çıkan hata Celaliliğe yüklenen anlamdan kaynaklanıyor. Celalilik haklılaştırılıyor; çünkü, barış kalmamıştır, yaşamı sürdürme imkânı yitirilmiştir. “Çare kalmamıştır.” Cemal Süreya, zulüm ve baskının genelleştiğini vurgulayacak şekilde kurguluyor şiirini. Bu nedenle herkesi “Celali” kılacak bir dil seçiyor. Hem tekil ve hem çoğul iyelik (aitlik- sahiplik) eki kullanıyor.
Şimdi bu noktada Anadolu’da gerek 16. Yüzyılın ikinci yarısında, gerek Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve gerek ise günümüzde ortaya çıkmış Celaliliğin toprak sistemi ile oynanmasından kaynaklanan nüfus baskısı olduğunu ifade edeceğiz. Şahin Ceylanlı’nın Osmanlı Devleti’nde Celali İsyanları başlıklı makalesinde Celaliliğin toprak sistemi ile oynanmasından kaynaklanan nüfus baskısı olduğunu ifade etmektedir: “1550-1576 tarihleri, mirî toprak sisteminin değiştiği dönem olup, dolayısıyla ekonomik darlık sebebiyle, Celâli isyanlarına zemin hazırlayan korkunç bir işsiz kütlesinin meydana geldiği dönemdir. Celâli isyanlarında işsizlerin çok büyük fonksiyonu olmuştur. Yukarıda belirtilen tarihler arasında Osmanlı nüfusu % 40-50 arasında bir artış göstermiş ve bu nüfus artışı, ekonomik bunalımla birleşerek işsiz kitlelerinin büyümesine sebep olmuştur” (CEYLANLI, http://www.os-ar.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=501224). Ceylanlı’nın ifadesine göre Celali isyanlarına katılan zümreler; “Ehl-i örf” diye tanımlanan devletin üst seviyesindeki memurları (beylerbeyi, sancakbeyleri, subaşı gibi memurlar); kapukulu süvarileri; suhte taifesi, yani medrese öğrencileridir.
Yunus Koç’un makalesinde ise Celali isyanlarının ekonomik temelleri hakkında önemli bir analiz yapılmaktadır. Bu analize göre, Anadolu halkı fetih hareketi ile tarımsal alanda istihdam meselesini 1402’ye kadar sorunsuz yürüttü ve askeri hizmet yolu ile devlette vazife alabildi. Devlet hizmeti sınıf değiştirmeyi mümkün kılan dikey hareketlilik fırsatı veriyordu. Ancak zamanla sipahi dirlikleri sayısı sınırlı tutuldu ve sipahilerin oğullarından karşılanmaya başlandı. Bu gelişme Müslüman halkın sınıf değiştirme kanalını sadece eğitim kurumlarına bıraktı. Bu kurumlara yönelik aşırı yüklenme, halkın statü değişimi talebini karşılayamamasına neden oldu.“Tarım sektörünün iki temel koşulu olan resm-i tapu bedeli ve öküz satın alınması gibi temel yatırım maliyetinde görülen fiyat artışı baba mesleği çiftçiliğe devam etmeyi de imkansız hale getirmiştir. Müslüman halkın bir diğer değişim kanalı ise bir şekilde raiyyetlikten kurtulup şehirli halka dahil olarak zanaat ve ticaretle uğraşmaktı. Ancak, kanunlar, sipahilere reayayı yerinde tutma ve başka yere göçmesini engelleme yetkisi vermekteydi ve bu yetki kullanılmaktaydı. Zira kurumsallaşmayla gelen sistem (ya da klasik sistem) her kesimin artık yerli yerinde durmasını, kendi işini yapmasın öngörmeye başlamış, hatta bunu zorunlu görerek kanunlaştırmıştı. Sistemdeki tıkanma süreciyle birlikte toplumsal hareketliliği, yani zümreler arası geçişkenliğin XV. Yüzyıldaki gibi artık rahat ve kolay olmadığını ifade etmek gerekiyor. Sistem, artık sadece “kılıcıyla etmek çıkaran kimesneler ve yoldaşlığı ile timar almak isteyenler”e değil, normalde hak sahibi olması gereken sipahi oğullarına dahi dirlik veremez duruma gelmektedir. Böylece askeri olarak devlet kademesinde yer alıp statü değiştirmenin önü kapanma noktasına gelmiştir. Toprak yetmezliği, tarımdaki girdi maliyetlerinin yükselmesi, askeri sınıfa mensubiyetin cazibesi ya da başka sebeplerle, statü değiştirme eğiliminde olan kimselerin, kontrolsüz gruplar halinde, önce medreseler önüne yığılmalarında, buraların da tıkanması sonucu, ya bey kapılarına hücum ederek “kapu halkı” olmalarında, yahut da kitleler halinde köylere, kasabalara dalarak “eşkiyalık” yapmalarında ve devamla adına Celali İsyanları denen büyük kargaşa döneminin başlamasında, söz konusu sosyal statü değiştirme imkanlarında görülen tıkanmanın önemi büyük olsa gerekir. Böylece önce medrese talebeleri (suhte) şeklinde, daha sonra da “Celali eşkıyası” namıyla ortaya çıkan aktörleri, artık ne devlet tarafından yürütülen savaş mekanizması aracılığı ile değerlendirilmesi mümkün olmayan ne de kendilerine başka bir statü değiştirme yolu bulamayan dinamik bir nüfusun dışa vuran unsurları olarak değerlendirmek mümkündür” (KOÇ, 2005). Koç’a göre sistemin taşradaki en önemli ve somut temsilcisi olarak küçük timar sahiplerinin oluşturduğu zümre, aynı zamanda geçişkenliğin de en yoğun olduğu, diğer ifadeyle raiyyetlikten askeriliğe sıçrayışın görece fazla olduğu alanı temsil eder. İşte bu zümre raiyyetlikten askeriliğe sıçrayamadığı oranda yağmaya yönelmiş, devletten askeriliğe kabul beklemiştir.
1923 sonrasında Anadolu’da hayata geçirilen siyasetin de kırdaki üretim ve egemenlik ilişkilerini değişime zorladığı ortadadır. Tezel’in yazdıklarına göre, Cumhuriyet’in liderkadrosunun birinci ana hedefi Türkiye’nin sanayileşmesini sağlamaktı. “Kemalist yöneticiler ülkede oluşmuş olan mamül mallar iç pazarını, koruyucu bir gümrük politikası ile yurt içi üretimine tahsis etmek; sanayi kesimindeki sermaye birikimini bir takım doğrudan desteklemelerle hızlandırmak kararındaydılar (…) 1920’lerin başlarında Kemalistlerin tarımsal gelişme konusunda ele gelir bir eylem programı yoktu” (TEZEL, 1994: 154- 155). Çağlar Keyder, 1924- 1925 olaylarını Ankara Hükümeti’nin o zamanki ittifakları olan aşiret oligarşisini ve büyük tüccarlarını hedef alan ve içinde dinî ve ayrılıkçı renkler barındıran tam teşekküllü bir ayaklanma olarak niteler. Ayaklananların toprak taleplerinin açıkça belli olmamasından bahseder. Ancak bu ayaklanma ile ülkede sıkıyönetim ilan edildiğini ve tüm muhalefet kanallarının kapandığını vurgular (KEYDER, 1990: 70). Açıkça ifade edilmiş bir toprak talebi bulunmasa da Türkiye’nin 1924- 1925 olaylarının hemen ertesinde Toprak Reformu konusunu gündeme getirmesi rastlantı olmamak gerekir. O yıllarda nüfusun % 83’ü kırda yaşamaktadır. Toprakların % 40’ı aşiret oligarşisinin elindedir. Topraksız köylü nüfus % 42 kadardır. Merkezi Hükümetin “Modernleşme” politikası ile rakibi durumunda bulunan aşiret oligarşisini tasfiyeye çalıştığı ifade edilebilecektir. Toprak yetmezliği, tıpkı Osmanlı Celaliliğinin ortaya çıkışında görüldüğü gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında da benzeri etkilere sebebiyet vermiştir. 1937 yılında Toprak reformu hakkında anayasa değişikliği kabul edilmiş ise de bu konuda II. Cihan Harbi’nin başlaması nedeniyle adım atılamamıştır. Ancak, Atatürk, 1937 yılının Meclis açış konuşmasında, çiftçiyi topraklandırma yasasının ana ilkelerinin, 1) “ülkede topraksız çiftçi bırakmamak”, 2) “bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir şekilde bölünme”sine izin vermemek ve 3) “büyük çiftçi ailesini ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliğinin, arazinin bulunduğu bölgelerin nüfus yoğunluğuna göre ve toprağın verimliliğine göre sınırlandırmak” olacağını açıklamıştır (İNAN: 2005). Açış konuşmasında belirlenen ilkelerin Osmanlı’da tatbik edilen tımar sisteminin aynısı olduğu açıktır. Bu, Tezcan Durna’nın Kemalist modernleşme ilkesi ile geleneksel yapının uzlaştırılması gereğine dair muhafazakârlığın içiçe geçtiği hakkındaki yargısına örnek gösterilebilir.
Gerek 70’li yıllarda ve gerek ise 80’lerden beri devam eden “yeni” Celaliliğin, Anadolu’nun kır ve kasabalarında ortaya çıkan iktisadî daralma ile büyük ilintisi bulunmaktadır. Modernleşmenin kültürel kodlarına itiraz eden düşüncelerin temellendiği bir zeminde değiliz. Türkiye’de modernleşme geniş kitlelerce “ekmek umuduyla” talep edilen bir süreçtir. 1970’li yıllarda varoşlarda tutunma- “gecekonduculuk” ve 1980’lerden itibaren “kent merkezine inme” şeklinde beliren sosyal hareketlilik kendine statü değiştirme alanları açamadığı ölçüde Celaliliği yeniden çalışmıştır. Türkiye’de modernleşme problemi bulunmuyor. Modernleşme, Türkiye şartlarında kapitalist birikim sağlama sürecidir. Radikal modernleşmeye direniş, sermaye karşısında varlık gösteremeyen köylülüğün, zanaatkârlığın ve küçük esnafın (yani tımar işleteni ve ahî kesb ehlinin) pazarda yer tutmasını imkansız kılan mülkiyet ve statü kavgasının yüz örtüsüdür.