“Medeniyet” Türkçe’de 1835’ten sonra Sadık Rifat Paşa tarafından “civilization” kavramına karşılık olarak kullanılmaya başlanmıştır (BAYKARA, 1992: 27- 32). Murat Belge’nin İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde verdiği bir konferans var. Konferansın başlığı, Sivil Toplum Nedir? Şimdi bu konuşmadan uzunca bir alıntı yaptığım zaman konunun bizim “medeniyet” kavramına geldiği görülecek. Bize ait entelektüel ortamın kendi kavramlarıyla konuşamayışının ifadesidir Murat Belge’nin izahı. Oldukça da doğru yerden bakmaya çalışmıştır. Ancak konu onun açısından da bir yerde tıkanıyor. Örneğin Batı kenti ile Müslüman toplumların şehri arasındaki farkı vermekte zayıf kalıyor tanımlar. Aynı kargaşa kent- şehir farklılaşmasına vurgu yapan pek çok yazarda görülmektedir. Bu ayrımı yapanların ŞEHRi tarif etmeden biçimsel bir farklılıktan bahsettikleri görülüyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ya da Turgut Cansever’in şehir hakkında yazdıkları üzerinden hareket eden bir bakış bu. Tanpınar’ın ya da Cansever’in bakışlarını eleştirmiyorum burada. Ne var ki onların bakışı işin kültürel yönü ile ilgili idi. Oysa biz Hz. Peygamber (asv)’in Mekke gibi aristokrasisi, silahlı güçleri, sistemli çarşı/panayırı, diplomatik kuralları olan bir kenti niçin terkettiği zaviyesinden hareket ediyoruz. Yani Yesrib’e gelip de hiçbir beledî vasatı olmayan bir beldeye “Medine/şehr” demesindeki hikmeti arıyoruz. Ayrıca böyle bir tanımlamanın daha önceki peygamberler tarafından yapılıp yapılmadığı fikrinden hareket ediyoruz. Bu nedenle sözü fazla uzatmadan Murat Belge’nin konferans metnine ait alıntıyı yapmak istiyorum.
“Biz Türkçede birçok terimi, kavramı birtakım yabancı dillerden başka başka zamanlarda çevirip, adapte edip kullandığımız için, bu aileler tam olarak oluşamıyor. Şimdi “sivil toplum” diyoruz; İngilizcede civics diye bir kelime var. Nedir civics, ne diye çeviririz Türkçeye? Bu, bizim okullarda “yurt bilgisi” dediğimiz şeydir. İngilizce konuştuğumuz zaman civil ve civics arasındaki bağlantı belli; ama Türkçede bunu tam çıkaramıyoruz. Citizen da aynı kökten geliyor, biz buna ne diyeceğiz, “yurttaş” diyeceğiz (…) İngilizcede ya da Batı dillerinde bütün bunlar cityden geliyor. Biz buna “kent” veya “şehir” diyeceğiz. Dolayısıyla “kent, yurt, sivil” diye, biri öbürünü çağrıştırmayan, bir anlamda biri diğerini üretmeyen kavramlarla konuşmak durumunda kalıyoruz. Tabii buradan başka şeyler de türetmek mümkün; civics, “t”nin “v”ye dönüşmesi; civil kelimesini biraz uzatınca, karşınıza civilisation çıkıyor. Bu da o kökten türeme bir şey. Peki buna ne diyeceğiz; “uygarlık” diyeceğiz; ya da konuştuğumuz Türkçeye göre “medeniyet” diyeceğiz. Şimdi yine ötekilerle hiç alakası olmayan bir şey çıktı, aralarında etimolojik bir ortaklık yok. Bugünkü konumuz sivil toplum, orada gördüğümüz şeyler; ama Türkçede pek çok terminoloji meselesinde böyle bir sorunla karşılaşırız. Kavramlarıyla vs. uzun zamanda oluşmuş bir Batı dünyası var. Sen, bir tarihten sonra o dünyanın içine girmeye kalkıyorsun, bunu da büyük ölçüde tercüme ederek girmeye teşebbüs ediyorsun; 1890’da bir şey deniyor, 1910’da başka bir şey deniyor, arada Öz Türkçe gibi sorunlar da var, sonunda içinden çıkılmaz bir hale geliyor. Cite kelimesi Latince; bu terimler Batı medeniyeti içinde zamanla oradan çıkmış (…) Peki Yunanca’da “kent” nedir? İstanbul’un “bul”u nereden geliyor? İstanbul “Konstantinopolis”ten bozma değil, “İstinpoli”den geliyor; to the city ya da in the city, yani “kente” ya da “kentte” anlamında. Adamlar “istinpoli istinpoli” diye konuşurken bu, şehrin adı sanılmış. Öteki Konstantinopolis’i zaten “Konstantiniyye” diye çevirmişiz. Evet, polis bunu Yunancası. Bu kavramdan ne gelmiş günümüze dediğimizde, hemen “polis” deniyor! Peki, başka? Polis de yine 18. Yüzyıl Avrupasının bir icadı; kentte, mesela Londra kentinde güvenlik sağlayacak olan zabıta. Sonra bu isim bütün dünyaya yayılmış. Bugün hâlâ kullandığımız başka neler geliyor? “Politika” tabii... Politics, political... Dünya için önemli bir kavram. Bir de, hafifçe yolunu sapmış bir kelime olan polite... Nedir bu? Nazik, kibar, terbiyeli... Aynı çağrışımlar civil için de geçerlidir. Demek ki kent, terbiyelilik, görgü, nezaket kaynağı. Buna bizim kendi dilimizde bir karşılık bulabilir miyiz? Evet, “medeni”. Medeni, Medine’den geliyor. Yani, yine şehir. Demek ki bayağı evrensel bir kavrayış bu; medeniyetin kentten çıkarak gelişmesi gibi bir şey. Peki uygar nedir? Bilinen ilk Türk yazısı Orhun anıtları nerede? Uygurların bulunduğu yerde. İşte oradan benzeterek “uygar” demişiz. Bu etimolojiler ilginç tabii. Mesela bir Amerikalı, bir Norveçli, bir İsviçreli için, yine etimolojisi, kelime kökeni ya da arka planıyla düşüneceksek, kentli medeniyet için buradan gelmek yeterli. Ama kelimeleri bizim kullandığımız şekliyle medeni olabilmek için, galiba bir de Uygur olmak gerekiyor” (BELGE, 2003: 2- 3).
Şimdi anlaşılacağı üzere bir konuşma metninden hareketle tüm entelektüel hafızamıza eriştik. Murat Belge, sivil toplum, civil, civics, citizen, to the city- İstinpoli, politics, political, polis, medeniyet, uygarlık, medeni, uygur, kent, yurt, yurttaş, sivil… gibi pek çok terim kullanıyor. Murat Belge’nin tarifinin gelip durduğu nokta şu cümlelerde ortaya çıkıyor: “Demek ki kent, terbiyelilik, görgü, nezaket kaynağı. Buna bizim kendi dilimizde bir karşılık bulabilir miyiz? Evet, “medeni”. Medeni, Medine’den geliyor. Yani, yine şehir. Demek ki bayağı evrensel bir kavrayış bu; medeniyetin kentten çıkarak gelişmesi gibi bir şey.” İşte bu tarifte bir yanılsama var. Biz Medine’nin Mekke’ye nazaran öne çıkmasını izah edemiyoruz bu tarifle. İşin psikolojik tarafını düşündüğümüzde Mekke’nin daha çok “şehir” olması gerekir. Hatta Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkmamak için direnmesi makul sayılırdı. Örneğin şimdi Filistin halkı Kudüs’ten çıkmama mücadelesi vermekte. Kudüs, ikincil bir kıblegâhtır. Dolayısıyla Murat Belge’nin Medine ile kent/civic kavramlarını aynılaştırmasına tarihsel manada “olur” vermek mümkün görünmüyor. Bizim entelektüel hafızamızda ise Murat Belge’nin tasnifi pek evvelden yerleşmiş görünmektedir. Örneğin Namık Kemal, “medeniyet” kavramını Avrupa kentleri ile izah etmekteydi. “Evet şöyle bir kaç sene içinde İstanbul’u Londra veya Rumeli’yi Fransa haline getirmek mümkün olmadığını biz de biliyoruz. Fakat medem ki Avrupa bu hale topu [topu] iki asır içinde gelmiş ve madem ki esbâb-ı terakkice onlar mûcid olmuş, biz o vesâiti hazır bulacağız; iş etraflı tutulursa hiç olmazsa iki asır içinde olsun biz de en mütemeddin memleketlerden sayılacak bir hale gelebileceğimize hiç iştibâh var mıdır?” (KEMAL, 2005: 219). Medeniyet durumuna varmak için iki asır zaman biçen Namık Kemal aynı sürede Batı toplumlarının varacağı yeri hesaba katmamış olmalıdır. Öngördüğü hedefe ulaşmaya mecbur bir psikoloji yazı ve düşüncesini belirliyordu: “Madem ki cihana galebe-i mutlakası müsellem olan âlem-i medeniyeti tuttuğu usulün tahviline icbâr etmekte kudret mefkûddur, o usule arada kendi hakkımızı kayıp etmeyerek ittibâ etmeye mecbur olduğumuzu lâyıkıyla bilmeliyiz” (KEMAL, 2005: 163). Namık Kemal’in yazılarında medeniyetin nakısalarından sayılan fuhşiyat dışında Avrupa kent hayatına dair büyük hayranlık hissine rastlanır. Sonraları “kibarlık” şeklinde değerlendirilen kentlilik (civilité) anlamını yüklenmese de Namık Kemal için de “medeniyet” kent insanına özgü özelliklere haiz olmaktır.
Medeniyet kavramını uygarlık (civilization) ve Medine kavramını kentlilik (civitas) olarak, son tahlilde “barbarlığa mahsus olmayan” diye ifadelendirilmiş bir anlam dünyasından okuyan sadece önceki kuşaklar olmamıştır. Nitekim İbrahim Kalın’ın “Dünya Görüşü, Varlık Tasavvuru ve Düzen Fikri: Medeniyet Kavramına Giriş” başlıklı makalesinde kavrama benzeri yüklemeler yaptığını görüyoruz: “BATI DİLLERİNDE “medeniyet”in karşılığı olan “civilization” kelimesi ilk defa Victor Riqueti Mirabeau tarafından 1757 yılında yayımlanan L’ami des hommes ou traité de la population adlı kitabında kullanılmış ve kısa sürede diğer Avrupa dillerine yayılmıştır. Latince civitas kelimesinden türetilen “civilization” kelimesi ve türevleri, Türkçedeki “medeniyet” gibi, kök manası itibariyle “medine” yani “şehir”le ilgilidir. Yunancada şehir anlamına gelen polis kelimesi de, civitas gibi, nezaket, kibarlık, incelik (“politeness”) manalarını taşır. Nitekim Osmanlıcada 19. yüzyıldan itibaren tedavüle giren medeniyet kelimesi -ki bir rivayete göre kelimeyi “sivilizasyon” şeklinde ilk kullanan kişi Mustafa Reşit Paşa’dır- sözlüklerde “ünsiyet, tehzib-i ahlak, te’dib-i ahlak, te’nis, te’dip, zariflenme” olarak tercüme edilmiş, “medeni” (civilized) kelimesi de “munis, müzehhebü’l-ahlak, edeblü” ifadeleriyle karşılanmıştır. Kınalızade Ali Çelebi, bu manaları içerecek bir şekilde “temeddün” kelimesini kullanır ve manasının “ictimâ‘-ı efrâd-ı insan” olduğunu söyler. İnsanların bir araya gelmesinin ve medeniyet kurmasının amacı, erdemli bir toplum inşa etmektir ki “anda olan temeddünü ictimâ‘ın sebebi hayrât u mesâlih ola”. Bu tanımlar, medeniyet ve medenilik kelimeleri arasındaki etimolojik ve kavramsal ilişkiyi ortaya koymakta ve medeniyet fikrinin tarihî gelişimi hakkında önemli ipuçları vermektedir. Medenilik barbarlığın karşıtı olarak insanî- hukukî- ahlakî tutum ve davranışları ifade ederken, medeniyet bunların sonucunda ortaya çıkan fikrî, fizikî, siyasî ve ekonomik düzeni ifade etmektedir” (KALIN, 2010: 2)
İslâm Düşüncesi açısından şehir mevzuu açılınca onu hiç alakası olmadığı halde “kibarlık- incelik” ile açıklamak, bir yanlışlığı sürdürmek ve modern kent zihniyetini desteklemek anlamına geliyor. Meselenin barbarlık/ bedevilik ile ilntisinden ise bahsedilebilir. Ancak bu da köylülük ile karıştırılmamalıdır. Kur’an’da yerleşik hayat yaşayanlar Arab denilerek bedevilerden ayrıştırıldılar; Kur’an’a göre yerleşik hayat ile (yani şehir- köy hayatı ile) göçebelik/ bedevîlik tanımları birbirinden farklılaştırılmıştır. Oysa aydınlar bu meseleyi şehir- köy ayrışmasına ait kıldılar ve teoriye döktüler. “Sami dillerde ‘çöl’ manasına gelen arab kelimesi eski devirlerde aynı zamanda çölde yaşayan kimse yani bedevî için kullanılıyordu (…) Buna karşılık bir kabile adıyla veya oturdukları yerlerin ismiyle anılan yerleşik hayat yaşayanlara arab denilmiyordu (…) İlk defa Kur’an-ı Kerim’de, yerleşik hayat yaşayan Araplar’la bedevî Araplar açık bir şekilde birbirinden ayrılmış ve bedevîler a’rab olarak adlandırılmıştır. Böylece bir ırkın adı olmakla birlikte yarımadanın köy ve şehirlerinde yaşayanlara arab, çölde göçebe olarak yaşayanlara a’râb (bedevî) denilmiştir” (İA, c: 5, 1992: 312). İslâm düşüncesi açısından yerleşik hayatı terk etmek ve göçebe (kayıtsız) bir geçim modeli kurmak kabul edilmemiştir. Köylü olmak bir toprağa bağlı hayat yaşamak, tahıl yetiştirmeyi ya da hayvanlar için mera tesis etmeyi icbar edeceği için bir kanuna tabi olmayı zaruri kılmaktadır. Oysa bedavette kanun, kabilenin kendi gerçeğinden doğmaktadır. “Bedevîlerin yaşadığı hayat şartları onları sert karakterli ve katı yürekli yapmış, bilgisizlikleri ve kimseden emir almak istemeyen tabiatları sebebiyle (…) Hz. Peygamber’in “Kim çölde oturursa katılaşır” (Müsned, II, 371, 440) mealindeki hadisi(nde anlattığı duruma düşülür)” (İA, c: 5, 1992: 316).
Böylece anlıyoruz ki öncelikle Kur’an’ın getirdiği anlam dünyası, “şehir adamı” denilen kişi kesinlikle Namık Kemal’in, Müslüman yazarların düşünüp anladığı gibi değildi. Namık Kemal Batı’daki ilmî/ sınaî/ iktisadî gelişmenin umran- medeniyet olduğunu ifade ediyordu: “Şa’şaa-i kemâlât ile tenvîr-i âfâk etmeye başlayıp umran ve medeniyet, servet ve saadetin her ciheti bir kaç senede devr-i Âdem’den beri gösterdiği terakkinin birkaç mislini ibraz ederdi. Kavâid-i fünûn değişti. Buharlar, telgraflar zuhûr etti. Bizde bin kişinin vücuda getiremeyeceği eşyayı birkaç yüz okka demir parçası imâl etmeğe muktedir oldu. Hâsılı âlemin tabrı, medeniyetin hali, san’atın usulü, ticaretin yolları bütün bütün tegayyür ederek her saatte bin türlü terakki, her [saatte] bin türlü bedâyi’ yüz göstermeye başladı. Biz ise ‘İnnâ vecednâ âbâenâ” [“Atalarımızı böyle bulduk”; Zuhruf, 43/ 22] vakfesine mıhlanmış durduk” (KEMAL, 2005: 279).
Sorunumuz şudur: Bir üretim/ çalışma/ ticaret/ hukuk merkezi olan Mekke’yi, İslam bir din olarak neşet ettiğinin akabinde niçin şehir (medine) olarak kabul etmemiştir? Üstelik Mekke içinde Kâbe olduğu, nebevî silsilenin tamamınca Allah’ın evinin toprağı halde bu vasfı kazanamamıştır? Medeniyet tartışmasının başladığı zemin burasıdır.
- BAYKARA Tuncer, Osmanlılarda Medeniyet Kavramı, Akademi Yayınları, 1992
- BELGE Murat, Sivil Toplum Nedir? İstanbul Bilgi Üniversitesi- Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi, Yayına Hazırlayanlar: Nurhan Yentürk ve Arzu Karamani, Sivil Toplum ve Demokrasi Konferens Yazıları no 1, 2003
- KALIN İbrahim, Dünya Görüşü, Varlık Tasavvuru ve Düzen Fikri: Medeniyet Kavramına Giriş, Dîvân Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi cilt 15 sayı 29 (2010/2), s: 1-61, 2010
- KEMAL Namık, Osmanlı Modernleşmesinin Meseleleri, Dergâh Yayınları, 2005
- Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c: 5, 1992