Batı düşüncesinde elma, ya da yasak meyve diye tasavvur edilen, İslam düşüncesinde ise yasak ağaç kavramı ile karşılanan bir ilk günah teorisi bulunmakta. İnsanın bir günah yüzünden “Cennetten yeryüzüne düştüğü” ifadesi, felsefenin ve etiğin temel meselesi haline getirilmekte.
Kur’an’da “şeceretu’l huld” şeklinde geçen kavrama, müfessirler “yasak ağaç” şeklinde meal veriyor. Allah meleklere, “yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde, Melekler “Ya! Haliku’l Mülk! Biz seni överek takdis etmiyor muyuz. Hem biz seni böyle takdis ederken, kan dökücü birini mi yaratacaksın?” diyesi oluyorlar. Nihayet insan esmâe kullehâ hakkındaki bilgisini söyleyince, melekler boyun kırıyorlar. “Yüce Rabbimiz bizim senin öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur” diyorlar. İnsan bu, ona öyle şeyler öğretiliyor; varlık sırrına öyle nimetler bahşediliyor, Aziz ve Kerîm zül Celal’den öyle izzet ve ikram gösteriliyor ki; adam, meleklerin karşısında saygı duyduğu eşref-i mahlûkata dönüşüyor. Hani şu burnunu dikerek sokağa çıktığında beğenmediğin gariban, fıkara, miskin, iki yakası bir araya gelmez cebi delik adam var ya; işte o, kainattaki tüm melaikenin karşısında saf saf dizildiği gemi miçoları gibidir. Kozmosta yüzen bu seyyarenin kaptanı, işte o beğenmediğin eli nasırlı, göynü çileli, dili tevhid zikirli garibanın tekidir.
Adem kıssanın melaikelerin boyun kırmasına ait kısmından sonrasının anlatıldığı üç sûre var. Bu sûrelerdeki ayet bloklarını nakledeceğiz:
(Bakara 35- 37): “Ey Adem! Eşin ve sen cennette kal, orada olanlardan istediğiniz yerden bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz, dedik. Şeytan orada ikisini de ayarttı, onları bulundukları yerden çıkarttı. Onlara ‘birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet içip yerleşip geçineceksiniz’ dedik. Adem Rabbinden emirler aldı, onları yerine getirdi, Rabbi de bunun üzerine tövbesini kabul etti.”
(A’râf 19-26): “Ey Adem! Sen ve eşin cennette kalın ve istediğiniz yerden yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz. Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: ‘Rabbinizin sizi bu ağaçtan men etmesi, melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir. Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim’ diye ikisine yemin etti. Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan tattıklannda kendilerinin ayıplarını gördüler. Cennnet yapraklarından onları örtmeye koyuldular. Rabbi onlara, ‘Ben sizi o ağaçtan men etmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?’ diye seslendi. Her ikisi, ‘Rabbimiz kendimize yazık ettik, bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz’ dediler. ‘Birbirize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz, orada yaşar, orada ölürsünüz, orada dirilirsiniz’ dedi."
(Tâhâ 115-122): “Ant olsun ki, biz daha önce Adem’e ahd vermiştik, fakat unuttu, onu azimli bulmadık. Meleklere ‘Adem'e secde edin’ demiştik, İblisten başka hepsi secde etıniş, o çekinmişti. Ey Adem! Doğru bu, senin eşinin düşmanıdır, sakın cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun. Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın, orda ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın, dedik. Ama şeytan ona vesvese verip: ‘Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve sana çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?’ dedi. Bunun üzeriine ikisi de o ağaçtan yedi, ayıpları görünüverdi. Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular. Adem Rabbine başkaldırdı. Rabbi yine de onu seçip doğru yolu gösterdi.”
“Şeceretu’l huld” kavramına Batı düşüncesi “yasak meyve” derken, İslam düşüncesinde “yasak ağaç” denilmektedir. Ancak gerçek bu şekilde de olmayabilir. Şecere; soy, mal- mülk anlamlarına da gelmektedir. Huld; uzun süreli, sürekli anlamlarını muhtevîdir. A’raf sûresi 20. ayette “Rabbinizin seceretu’l huld’u yasaklaması” ifadesi, Şeytan’dan Adem ve Havva’ya yönelik bir fısıltıdır. Ayete meal verenler bu kavramı, yani “şecere”yi “ağaç” diye çevirmişlerdir. Oysa başka manalar da verilmiştir.
Adem cennette mal- mülk edinerek orada sürekli kalma iradesi gösterdi. Çünkü Şeytan Adem’e bir “gelecek” vaad etmişti: “Rabbinizin sizi bu ağaçtan men etmesi, melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir” (A’raf: 20). Bahçe (cennet) rahat bir yerdi. Huld; ebedî demektir. Cennette sürekli oturma iradesi gösterince, Allah onu yer’e indirmiştir. Dolayısıyla cennette “yasak meyve” ya da “yasak ağaç” mefhumundan bahsedilemeyebilir. Adem ve eşi, Allah ile ahidlerini unutarak cennette (bahçede) kalmayı ebedîleştirmek istemiş olabilirler. Taha Sûresi 117’de de “Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ/ Bunun üzerine dedik: Ey Adem! Muhakkak ki bu (Şeytan), senin için ve zevcen için düşmandır. Sonra sakının, sizin ikinizi de cennetten çıkarmasın. O zaman şâkî olursunuz” der. Bazıları bu ayetteki “teşka” ibaresini “meşakkat” olarak telaffuz ettiler. Biz de evvelden bu yönde ve tek anlamda düşünmüştük. Hatta ilk günahı şöyle yorumluyorduk: “Allah’ın “arzda bir halife yaratacağım” beyanına dayanarak insan cennet için yaratılmadığından, insan “yasak ağaca” yönelmeseydi bile yeryüzüne indirilecekti. Ancak onun bu indirilişi hangi mahiyet ve şartlarda olacağı insanın malumu değildir.” Yani sanıyorduk ki, Allah Adem ve eşine “cennette durun eğer düşerseniz, meşakkat çekersiniz” demektedir. Oysa biz farklı bir ayette “insanın meşakkatten yaratıldığı” beyanını yakından bilmekteydik. Yahut insana “boş kaldığın zaman yorul” denildiğinin farkında idik. Demek ki murâd başkaydı; ne olabilir?
Son okumalarımızda durumun başka türlü yorumlanabileceğini de düşünmeye başladık. Adem’in yaratılış gayesi, kainatta hiçbir mahlûkatın yüklenmediği bir emaneti yüklenerek Allah’ın zatına mahsus esmasına ayna olmaktır. Yavrusu için fedakârlık yapan bir canlı görmek mümkündür belki ama “sevdiği şeylerden ahaliye infâk eden” bir canlıya rastlamak imkan dışıdır. Hangi karınca der ki Ağustos Böceğine, “Al kardaş, çalıştım kazandım, uzak diyarlardan taşıdım. Bak muhtaç ve naçar kalmışsan. Şu buğday danesini sevabıma sana vereyim de kışı çıkarıver.” Oysa bakıyorsun nebilere, salihlere, zengin adamlardan yüreği titreyenlere, hatta muhtaç olsa da kardaşını nefsinden üst tutan o mübarek fakirlere... Karıncanın diyivermediğini demekle kalmıyor, eda ediyor. İşte bu îsar ahlâkıdır ve diplerde, halkın o görünmeyen sinesinde yaşamaktadır. Aziz’ul Vekil olanın Rahman isminin tecelligahıdır.
Adem bunun için yaratılmıştı. Yaratılış gayesi emaneti almaktı. Bu bir akit idi. Hatta dağlar, yer ve gök, vs. böyle bir emaneti kabul edememişti. Cennette bir imtihan başladı. Yukarıda da gördük ki, Allah Adem’i yeryüzüne indirileceği hususunda uyarmıştı. Bahçede (cennette) nimetler kendisine emaneten verilmişti. Uçsuz bucaksız bahçe, Adem’in zilyedine geçmişti. Ancak O, Şeytanın da iğvası ile bunları “mülk” edinme isteğine tutuldu. Ebedîleşme fikrine yakalandı. “Ebedîleşmeyi nereden çıkardın” dersen; “O ki malı toplayıp ve malının kendisini ebedîleştirdiğini sanarak onu tekrar tekrar saymaktadır” (Hümeze, 2- 3) denmiş değil miydi? Mal sahipliği ile “ebedîleşme” fikri koşut yürüyor. Yani Adem, mal sahibi olunca ölmeyi unuttu, sonsuzca yaşayacağı isteğine yakalandı. Zaten insan, insanlığın başlangıcında öyle bizim gibi 70- 80 yıl yaşamakta da değildi. Yani, uzun bir yaşamı vardı. Bu uzun yaşamı “ebedî” imiş gibi tasavvur etmek, bilinç kaymasına uğramak çok kolaydı. İnsanın şâkîliği, malı kendininmiş gibi sahiplenmesindendi. İnsanın meşakkati ise, Allah’ı unutmasından kaynaklanmaktaydı. İnsan sa’y (emek) gösterecek ve malın zilyedi olduğu, onun üstünde hak sahiplerinin, gariban paylarının varlığını teslim edecekti.
Rahman, “mülk Allah’ındır” diyerek, Adem’e geçiciliğini hatırlattı. Onu, sahiplenmeci “cennet” tasavvurundan çıkardı. “Haydin bakalım, hubut” dedi. Adem’in cennetten çıkarılması, hubut kavramı ile ifade edilmiştir. Hubut, düşmek değil, “alçalmak” manasındadır. Yani “Sürçtün, esmayı zikrederken, Hayy diyesi iken, tökezledin; hadi bakalım Hu zikrine” denmiştir. Mesela, Hud sûresi 48. Ayetinde: “Ey Nuh, Sana ve seninle birlikte olan ümmetlere bizden bir selametle ve bereketle (gemiden) in (Nûhuhbıt)” deniyor. Gemiden inmek, bir düşme değildir. Allah’ın tufân vesilesi ile Hâfız ismi ile tecelli eden korumasının kaldırıldığı ifade edilmiştir. Yani, artık tufân bitmiştir, sular durulmuştur; gemide seni korumak üzere verdiğimiz nimetin gerekçesi kalkmıştır, in: ihbit- hubut. Bu ayette Adem’in cennetten çıkarılışında zikredilen hubut’un tekrarlanması manidar. Zira iki peygamber de insanlığın atasıdır. Yeryüzüne karışın, çoğalın, şâkî olmayın ama meşakkat (meşguliyet) ve mahviyet ehli olun! Yine Bakara 61. Ayetinde “şehre inin (ihbitu)” denmektedir. Musa, kavmine ihbitû mısran diye hitap ederken, “Ey kavmim Rabbiniz size menn ve selva takdim etmişken siz patlıcan, soğan, kabak, mercimek istiyorsunuz. Rabbiniz sizi varoluş gayenize mutabık olarak yetiştirmekte iken, siz keyfinize ve nefsinize yenildiniz. O halde Mısır’a dönün, zillet ve kölelik halinde yaşadığınız memlekete” demektedir. Demek ki ihbitû burada bir mertebe kaybıdır. Dolayısıyla “cennetten düşme” ya da “inme” kosmostan dünyaya atılma değil, Rabb nezdindeki makamı yitirme şeklinde de değerlendirilebilir. Böyle bir tasavvur ile insan, cennetten düşmemiş olur; hatta “yeryüzüne fırlatılmamış” olur. Çünkü zaten yeryüzündedir. İnsan başlangıçta sanırım Hristiyan kültürde ve Müslümanca düşüncede kabul edildiği üzere “cennette” yaşamamakta idi. Zira O, yeryüzünde halife olmak için yaratıldı. Bu nedenle hep “yeryüzünde” idi. Başka türlü kendisine nasıl “halifetu’l arz” denilecekti?
İnsan baştan beri dünya- içinde- varlık (In- der- Welt- sein) idi ise; buraya sonradan gelmiş değildi. Heidegger şuraya kadar haklıdır: “Dünya, Dasein olmayan bir varolanın belirlenimi olmayıp bizatihi Dasein’in bir karakteridir. Dasein, dünyaya düşkündür ve zaten onun için düşmüştür.” Ancak o, dünya- içinde- varlık olmadan önce var olduğu ve varoluşu nedeniyle meleklerin önünde boyun eğdiği bir varlık olduğu için kendine verilmiş bir tasarımdan neşet eder. Dünyada varolduğu için değil, kalubelada varolduğu için bizatihi vecibe içindedir.