Menu
ABDÜLHAK ŞİNASİ'YE MEKTUP
Haberler • ABDÜLHAK ŞİNASİ'YE MEKTUP

ABDÜLHAK ŞİNASİ'YE MEKTUP

Biricik Abdülhak Şinasi,

Bağışlayacağınızı umuyorum: Orta birdeydik galiba, Türkçe ki­tabımızda Fahim Bey ve Biz'den bir parça vardı.

O yazıyı çok sevmiştim, ama yazarının kim olduğunu nedense merak etmemiştim. Her biri arkadaşınız olan öteki yazarlarımızın adlarıysa ezberimdeydi; meselâ Yakup Kadri, Refik Halid, Halide Edib...

Seçme parçada Fahim Bey'in "esvaplar"ını anlatıyordunuz. Dil, sözcüklerin Osmanlıca'yla haşır neşirliği biraz ağır gelmişti. Ama kavramakta zorluk çekmemiştim. Tam tersine, üslûbunuzdaki inceliğe vurulup kalmıştım. Düzyazıda şiir aradığınızı tam sezinleyememiş olsam bile.

Giysileri âdeta konuşturuyordunuz; Fahim Bey'in takımları, ce­ketleri, yazlıkları, kışlıkları, paltoları, yağmurlukları, gömlek­leri, ketenleri, yünlüleri, hepsi birer öykü kişisi olup çıkıyordu. Her biri ya Garp'tan ya Osmanlı'dan bir şeyler söyleyen o giysile­ri de bildiğim söylenemez, hele o günlerde. Gelgelelim bunun önemi yoktu: Her birinin macerasıyla dolup taşıyordum artık.

Bir iki yıl sonra, adınızı, sizi olumsuz yönde eleştirmiş olanlar aracılığıyla öğrendim. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hi­kâye ve Roman'da, eserinize her nedense ikircikli, uzak yaklaşıyordu. Örnekse, "Geçmiş zaman, onun gözünde bir 'Kayıp Cennet'tir" deniyordu. Romanlarınızın kahramanları, "hayatta her gün rastlanan kişiler arasından değil, birtakım özellikleri olan kişiler arasın­dan" seçilmişti, öyleyken, Fahim Bey'iniz, Çamlıca'daki enişteniz, Ali Nizamî Bey'iniz yarı kaçık kişiler olup çıkıyorlardı.

Fakat bunun romanlara ne zararı dokunabileceğini kılı kırk yaran Cevdet Kudret açıklamıyordu. Dahası, sizin ısrarla "hikâye" dediğiniz romanlarınızda, yer yer tekrara düşülmüş, kişisel görüş­leriniz öne çıkartılmış, dilde "sadeleşme yolunda herhangi bir ça­ba" gösterilmemiş. Ölçüp biçmeden, tartmadan, bu görüşlere, bu sap­tamalara kapılmıştım. Fahim Bey'in zavallı giysileri tam tersini dile getirseler de.

Derken hocam Vedat Günyol, yazınsal eleştirilerini Dile Gelseler'de derledi. Yıl 1966. Bu kitapta artık yerden yere çalınıyordunuz. Geçmişe bağlılığınız, geçmişseverliğiniz çağ dışı bir tavır olarak yorumlanıyor, "manevî romatizma"yla ikide birde ıstırap çektiğiniz kara bir alayla belirtiliyordu.

Bense, Boğaziçi Mehtapları'nı, Çamlıca'daki Eniştemiz'i, ben­zersiz Yahya Kemal ve Ahmed Haşim monografilerinizi okuyordum.

İşte, Çamlıca'daki Eniştemiz'in "Eski Çamlıca" epi­zodundan tam tat alabilecekken, iki eleştirmenin ortak yargıları -ne yazık ki- aklımı karıştıyordu. Bu epizodda, Vâmık Bey'in köşkü­ne giden yolda, anlatıcı, "insan sefaletlerinin bir sergisi"ni gö­rür. Kalabalık, sıkışıklık, izbelik, kara sinekler ve başı boş kö­pekler dört bir yanı kuşatmıştır. Her şey öylesine kirli, karanlık, kasvetlidir ki, o zamanlar küçük yaştaki anlatıcının bütün hülya­ları, bütün ümitleri, beklentileri yıkımla yüz yüze gelir. O anla­tıcı sizseniz; gözlerinizi yummuyordunuz ama, annenizin "eldivenli" elini sıkı sıkıya tutarak, buralardan geçip gidinceye kadar etrafı görmemeye çalışıyordunuz.

Eleştirmenler hemen, "çalışan yoksul insanların çevresinden" tiksindiğiniz kanısına varıyorlardı. Cevdet Kudret, "Boğaziçi'nde yerleşmiş varlıklı, aylak insanların yaşayışını anlatmış, 'o işsiz ve tembel' günlerin, o sorumsuz hayatın özlemini dile getirmiştir" yargısını konduruyor; Günyol'sa, "İşte Bay Hisar'da 'sandalda ak­şamın şiirini geniş ve vahim bir dram halinde' duyarken, 'manevi bir romatizmanın büyük sızıları' içine böyle düşmüş ve hayatı bo­yunca o sızılardan bir daha kurtulamamıştır" diyordu.

Şimdi düşünüyorum da, sizden, eserinizden ne istiyorlardı? Sözleri, yorumları, yargıları nice zamanlar ürküttü beni. Sizi o ka­dar çok sevdiğimi, bazı sayfalarınızı defalarca defalarca okuduğumu neredeyse hiç kimseye söyleyemedim. Yazdıklarınızdan duyduğum hazzı handise inkâr etmeye çalıştım.

Nihayet... taa Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın'da si­zi bir roman kişisine dönüştürmeye didinip durdum. Benim için bam­başkaydınız: Geçip gitmiş zamandan edindiğiniz mutsuzlukları, acı­ları, yazıda çizide, bir simyacı tavrıyla, mutluluğa, anılarda kal­dığı ileri sürülen, galiba sonradan türetilmiş, uydurulmuş güzel­liklere açıyordunuz. Acı yaşantılara rağmen dünyayı bir kez olsun güzel gösterebilmek!..

Zaten "Ziya Osman Saba'nın Ölümü"nde eserinizi yıpratmak iste­yenleri, sarakaya alanları yanıtlamışsınız:

"(Ziya Osman Saba) için çocukluk bir arz-ı mev'uttur. O, her saniyesinde, bir çocukluk mâzisi duyar. (...) Ziya Osman Saba bir geçmiş zaman, yani bir mâzi; bir tahassür yani bir hatıra şairidir. Bunu söylemekle hiçbir zaman bir irtica muhipliği ifade edilmiş olmaz. Mâzi demek, geçmiş bir zaman ifadesinden ibaret değildir. Yaşayan bütün zamanlar karışarak mâzimiz olur. (...) Her şairin ve her sanatkârın hatıralarının çiçek açan bir zaman içinde kalması pek tabiî ve zarurîdir."

Şu sözlerinizden bana en çok dokunanı hangisi, biliyor musunuz?

"... bir irtica muhipliği ifade edilmiş olmaz" diyorsunuz ya, bir yandan da nelere ve nerelere alıp götürmüyorsunuz ki!..

Geçenlerde, Geçmiş Zaman Köşkleri'nde yer alan "Resimler Kar­şısında Duygular"ı yeniden okudum. Bence, İstanbul'u, öz İstanbul'u anlatan en güzel yazılarınızdan biri. Bugün kim okur, kim hisseder, kimlerin içi sızlar, kestiremiyorum.

Sezer Tansuğ'un belirtişiyle, "Engin alçakgönüllülüğü ve ken­dini resim sanatının sevilmesi ve yaygınlaşmasına adamış olan Hoca Ali Rıza" eşsiz yazınızın odak kişisi. Siz ona, Üsküdar'da doğduğu için, o zamanlar söylendiği gibi "Üsküdarlı Ali Rıza" diyorsunuz. Üzülmüşsünüz: "Bu kıymetli ressam, adam olarak mahviyeti ve sanatkâr olarak tevazuu ile, hayatında lâyık olduğu şöhrete ermeden öldü..." Pek çok seveninize, hayranınıza rağmen, sizin yazgınız aynı de­ğil mi?

"Bir sene" diyorsunuz, "Galatasaray Lisesi'nin odalarından biri"nde Üsküdarlı Ali Rıza'nın resimlerini görmüşsünüz. Bu resimler daha dünkü İstanbul'u yansıtıyormuş. "Bu sanatkâr da asıl şehirden ibaret olan İstanbul cihetinin ressamı değil, bir semt ressamı"ymış. Üsküdar, Çamlıca, Acıbadem, Haydarpaşa, Kurbağlıdere, Kızıltoprak, ayrıca Çengelköy, Anadoluhisarı, Rumelihisarı, Kanlıca "ve bilhassa Paşabahçesi, Beykoz sahilleri ve İncir Köyü" onun eserinde hâlâ yaşıyormuş.

Ama sizin yazınızla ve sizin yazınızda da yaşıyor. Peyzajları tasvir ederken; pancurlu köşkler, kırlıkta âvare evler, yol boyu "dümdüz ve kör duvarlar", "yan yana evleriyle dinlenen âsude" sokaklar, renklerinin akisleri suya vurmuş yalılar, ağaçlar, meselâ "uçları kıvrılmış uhrevî serviler", tümü özlü ifadenizle, art arda, ansızın karşımıza çıkıyor. Bugün tümü yitip gitti, hepsinin yerinde yeller esiyor. Bu yüzden demin "kimlerin içi sızlar" dedim.

"Resimler Karşısında Duygular" Hoca Ali Rıza'nın eseriyle ko­nuşuyor görünse de, sizde özleyişi sürüp gitmiş -"Şimdi gönlüm daüssıla içinde."- İstanbul'u perde perde açıyor, o İstanbul'a ruh üflüyor. "İrtica muhipliği"nizden geriye müthiş bir belge kalıyor.

Vaktiyle okunmuş hangi satırınız, hangi cümleniz... eseriniz, kim bilir yarın bana yepyeni neler söyleyecek!...

(ZAMAN, 04 EYLÜL 2010)

Diğer Yazıları