Geçen haftaki Radikal Kitap'ta Asuman Kafaoğlu-Büke'nin "Genç Bir Roman" yazısı beni çok sevindirdi. Bu sevincimi saklamayacağım.
Sırma, Burcu ve Derviş'le Asmalı Cavit'te buluşacaktık; perşembe gecesiydi. Derviş Şentekin Radikal Kitap'la çıkageldi. On ikinci sayfada fotoğrafımı görünce -Muhsin Akgün'ün çektiği- şaşırdım. Sonra Asuman Kafaoğlu-Büke'nin Destan Gönüller için yazdıklarını okumaya koyuldum. Masadaki arkadaşlarımı handiyse unutmuştum.
Yazar, Destan Gönüller otuz altı yıl sonra yeniden yayımlandı diyor. Durakaldım, o çarçabuk geçip gitmiş otuz altı yıla. Belki otuz yedi, hatta otuz sekiz. Destan Gönüller'i bir iki yıl iç dünyamda geveleyip durmuştum.
"Genç Bir Roman" otuz yedi otuz sekiz yıl öncesini ürperterek yaşattı.
Baştan beri roman sevdalısıydım. Ne var ki, Destan Gönüller'e kadar yazdığım -ya da, yazdığımı sandığım- romanlar, taslaklar yayımlanmadan yitip gitti. Destan Gönüller, Doğan Hızlan'ın yönlendirmesiyle yazıldı. Çünkü otuz sekiz yıl önce, artık hikâyelere kapılıp gitmiştim, önce Cumartesi Yalnızlığı, sonra Pastırma Yazı. Ama aziz dostum Hızlan, romana tutkumu bildiğinden, o eski Hürriyet Yayınları kurulunca, "Niye roman yazmıyorsun ki" dedi.
Zaten Destan Gönüller'in isim babası da Doğan Hızlan'dır.
Asuman Kafaoğlu-Büke, şu çok incelikli saptamayı dile getirmiş:
"Selim İleri Destan Gönüller'i yirmi dört yaşında yazmış. Genç yaşta yazdığı ilk romanında, kendine yakın hissettiği başka gençlik romanlarının da izini sürmüş, adı geçen romanlardan iki tanesi özellikle kurguda önemli rol oynuyor: Dostoyevski'nin ilk romanlarından sayılan, yazarın yirmili yaşlarda yazdığı Beyaz Geceler ile Kerime Nadir'in yirmi bir yaşında yazdığı Hıçkırık."
Hıçkırık'tan git git silinen anılar; ama Beyaz Geceler'i Sabri Gürses'in özenli çevirisinden (Can Yayınları) yeniden okudum, yenilerde. Bir kez daha vurulup kaldım.
Ekliyor eleştirmen: "Bu eserlerin de Destan Gönüller gibi erken dönem eserleri olmalarının bir anlamı olduğunu düşünmeden edemedim."
İçim burkuldu, fakat tuhaf bir sevinçle. Kimsenin dikkatini bile çekmemişti o yıllarda. Gerçi sonra da. Bir Beyaz Geceler yazmak çılgınlığına kapılmıştım.
"Beyaz Geceler ile Hıçkırık arasındaki en belirgin ortak özellik, sevilmeden seven kahramanları." İşte, Destan Gönüller'de tam da bunu yazmak istemiştim.
Peki, ama niye? Altmış yaşımda, şimdi, çözümlemeye çalışıyorum.
Petersburg'un beyaz gecelerinde geçen Dostoyevski romanı, Turgenyev'de iç paralayıcı bir alıntıyla başlar: "... Yoksa o bir an için bile olsa, / Senin kalbinin yanı başında / Olmak için mi yaratılmış?.."
Beyaz Geceler'i hangi evimizde okuduğumu anımsamıyorum, Sabri Gürses'in çevirisinden alıntıladığım Turgenyev dizeleri, o eski kitapta, Nihal Yalaza Taluy'un çevirisiydi. Aradım ama bulamadım, Varlık Yayınları'nın kitabı eski Beyaz Geceler'i. Cihangir'de olabilir: Kasvetli Kumrulu Yokuş Sokağı'na handiyse ölümcül bir yalnızlıkla baktığımı gözümün önüne getirir gibiyim.
Destan Gönüller'i Teşvikiye'deki baba evinde yazdım. Açık seçik hatırlıyorum: Hıçkırık'ı biraz da, sevilmeden seven Kenan'dan etkilendiğim kadar, geçmiş İstanbul'u anabilmek için seçmiştim. Edebiyat tarihinin -alçakça- hor gördüğü Kerime Nadir bu gençlik eserinde bütün bir 'leylâklar İstanbul'u' anlatır. Romancı o güzelim leylâkların İstanbul'dan göçüp gideceğini hissetmişçesine, uzun uzadıya tasvir eder eflâtun İstanbul çiçeğini.
İlk romanımı yazarken, leylâk, daha o zaman, İstanbul'da yaşama gücünü yitirmişti. Bahçeler, ahşap evler, köşkler İstanbul'undan apartman İstanbul'una paldır küldür geçiş, leylâk ağaççıklarının sonu olmuş. Tanıklık ettim. Söylemem yersiz: Leylâksız, mor salkımsız İstanbul... mor zambakların sadece çiçekçi vitrinlerinde göründüğü 1950'lerden kopmuş bu yeni İstanbul beni üzdü, pek hülyasız göründü bana. Hele, Çallı'nın pembe-eflâtun manolyalarını bir gün keşfedince...
İlk romanımda leylâklardan, bahçelerden söz açmalıydım!
Asuman Kafaoğlu-Büke'nin saptadığı gibi, Destan Gönüller'le son yazdıklarım arasında, hiç değilse, çiçekler bahçeler açısından akrabalık sürüp gider. Belki bu sebeple Tanpınar'ın yaz bahçeli, yaz geceli şiirlerine tutkunum:
"Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede."
Tokat'ta askerliğimi yaparken, Avcı Er Eğitim Taburu'nun bahçesinde mor zambakları görünce, eski tanış!, Destan Gönüller'i hatırlamıştım.
"Sonbaharda bomboş bir bahçeye bakarken, elinde leylâklarla mezarlığa giden Hıçkırık'ın kahramanı Kenan'ı düşlemek, kendini onunla özdeşleştirmek, sonra bu leylâkların kokusunu duymak, tam Selim İleri'nin romanlarından alışık olduğumuz bir sahnedir."
Coşum, coşumculuk, ilk günden beri başattı. Bir yazarımız, gençliğindeki kötü etki Kerime Nadir'den sonraki eserlerinde kurtuldu diye yazdı. Buna yıllarca üzüldüm. Dilerim ki kurtulmamışımdır.
"Genç Bir Roman"ı okuduktan sonra, Destan Gönüller'i evirip çevirdim. İstanbul orada tam bir değişim-dönüşüm ortasında, dönüm noktasında. Dönüm noktasını yazmaya çalışmıştım.
Bir kaynağım daha vardı: Peyami Safa'nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Eleştirmenin "sevilmeden seven kahraman" saptamasına Dokuzuncu Hariciye Koğuşu çok denk düşer.
Teşvikiye'deki evde Destan Gönüller'i -henüz adsızdı- yazıyorum. Masamda -bugün de aynı masa- Peyami Safa'nın eseri. Rilke'nin eseri, Dostoyevski'nin, Kerime Nadir'in eserleri. Galiba Garipler Sokağı da, Oktay Akbal imzalı.
Değerli Asuman Kafaoğlu-Büke, dedim ya, ürperterek geri getirdi kırk yıla yakın geçmişi.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'na geri döneceğim. Garipler Sokağı'ndayım birdenbire: Fatih'te, orta hallilerin yaşadığı, Salih' i hatırladım, bir aşktan kırık. Benim ilk kılavuzumdur Oktay Akbal! Oktay Akbal olmasaydı diye yeniden heyecanlandım, bugüne nasıl gelebilirdim?!
Sonra Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nun bendeki ilk baskısını açtım. "Nâzım Hikmet"e kara sevdayla adamış romancı. Yine, ağlamamak için zor tuttum kendimi. Sonrasındaki kavgayı artık keşke hiç kimse bilmese! Edebiyatımıza, kültürümüze simsiyah lekesi düşmüş bu kavga, hem Nâzım Hikmet'in hem Peyami Safa'nın ne çok zaafını söylüyor.
Bir başyapıttır Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Yazarlık yaşamım boyunca beni büyüledi.
Necatigil, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü'nde "İstanbul'un kenar mahallelerinden birinde küçük bir evde annesiyle birlikte yaşayan, babasız, on beş yaşında bir çocuk" diyor, "bacağında sekiz yaşından beri çektiği fistüllü, akıntılı bir kemik hastalığından..."
Otuz yedi mi, kaç yıl önceyse, Teşvikiye'deki evde Destan Gönüller'i yazıyorum bu gece yarısı. Erenköy'deki köşkte Nüzhet'e deli gibi âşığım. Fakat Nüzhet, Doktor Ragıp'la evlenecek. Hayır, hayır; ben Birsen'e ve Meliha'ya âşık Yusuf'u yazmaya çalışıyorum...
İlk romanım, ne yapalım, üzülme, başarısızdın ama içtendin, diyor.
"Karşılaştırmalarda Yusuf hep yitiren, kaybeden oluyor." Yitirendim. Fakat coşumlarım beni hiç terk etmedi!
(ZAMAN, 6 HAZİRAN 2009)