Ahmet Büke'nin Kumrunun Gördüğü (Can Yay., İstanbul 2010) adlı kitabı, bana, örneğin Orhan Kemal'in, Sabahattin Ali'nin, Adnan Özyalçıner'in sesini, okuduğum öykülerde en son ne zaman duyduğumu uzun uzun düşündürdü. Modernliğin inşa ettiği birey fikri bizi, bildiğimiz, dokunduğumuz, yan yana yürüdüğümüz insandan o kadar uzaklaştırdı ki, elimizde kala kala insanın içi, ruhunun labirentleri denen kör bir karanlık kaldı. Elbette bu kör karanlık özellikle hayata; orada yaşanan ve kendisinin de yoğun olarak yaşadığı gündelik hayata, bir anlamda gerçeğe sırt dönen öykücünün işini kolaylaştırdı. Çünkü kör karanlık, onunla aydınlanmaya, onun aydınlatmasına muhtaçtı. O, kendi içini ya da bütün insanlarda varsaydığı kör karanlığı aydınlatadururken, 'dışarıda olmadık işler' oluyordu; ama olsun varsındı; o, yüce bir vazifeye kendini vakfetmişti.
Ahmet Büke, son yılların genel teamülüne aykırı durmayı; öykücü dikkatini bu olmadık işlere çevirmeyi başarabilmiş nadir isimlerden biri. 12 Eylül, Cumartesi Anneleri, Hayata Dönüş Operasyonu gibi insanlarda derin yaralar açmış, toplumsal hayatı mefluç etmiş olaylar; Büke'nin öykülerinde alabildiğine yalın bir dille tahkiye edilmiş. 1950 ve sonrası Türk öyküsünün bütün kazanımlarını, öykülerini kurarken seferber eden Büke; bir dönem sosyal gerçekçilerin elinde ziyan edilen hayat içindeki insanı, yeniden tüm çıplaklığıyla, yalınlığıyla bir anlamda 'olduğu gibi', hayat içindeki yerine oturtabilmiştir.
Öykünün gücünü dilden aldığının, dilinse yalınlık sayesinde güçlendiğinin farkında olan Büke, her zaman şiirli bir Türkçe ile tahkiye ettiği metinlerinde yalınkatlığa düşmemiştir: "Bütün o harfler kendi seslerine tutunup uçuyor havada" (s. 35). "Güneşe doğru açtıkça yüzünü sırtında soğuk, karlı bir dağ büyür. Dönmek ister, olmaz da olmaz. Ayakları kök, ardı yalçın kaya olur annemin. Çığ düşer sırtına" (s. 37). "Kimi zaman insan kendi yaşam alacağından vazgeçebilir. Kendi hikâyesini geriye iter. Hatta görünmez kumların altına saklar. Başkasının yolculuğunu sırtlanır. Olmadık anda bir haber gelene kadar" (s. 119). Şunu cümleyi de alıntılamasam çatlarım: "Denize doğru açılan terasta ağladı durdu. Mutfak içeride titriyordu;" (s. 176). Görüleceği üzere, yalınlığın bir gereği olarak kelimeler öncelikle asal anlamlarıyla kullanılmıştır; okuyucu onları anlamakta herhangi bir zorlukla karşılaşmaz. Kelimelerin vekalet ettiği asıllarıyla arasında herhangi bir 'numara' yoktur; kurguyla kasten oynanarak metin 'zorlaştırılmamıştır'. Olaylar bildiğimiz, tanıdığımız bir uzamda; yine bildiğimiz, tanıdığımız insanlar arasında cevelan eder.
Her öykü kendi bütünlüğü içinde kurduğu atmosfer sayesinde bize inceden inceye bir şeyler söyler ve edebiyatın estetik hazzını yaşatır. Örneğin öyküde, hiç 12 Eylül lafı geçmez; ama sözünü ettiğimiz öykü atmosferi sayesinde okuyucu küçük bir imayla aslında bir darbenin anlatıldığını kavrayıverir. Elinde fotoğrafla Galatasaray Lisesini soran bir anneyle Cumartesi Anneleri arasında bağ kurmakta hiç de zorlanmaz ya da uzun süreli açlık grevlerinde ileri derecede beslenme yetersizliğine bağlı genel durum bozukluğu, okuyucuyu Hayata Dönüş Operasyonuna götürür ve öyküde anlatılan bölük-pörçük anlatı parçaları bütünleniverir.
Sözünü ettiğimiz atmosferin kanlı-canlı olmasının en önemli nedeni; öykülerin yüzünün hayata dönük olması, insanların hayat içindeki halleriyle tahkiye edilmesidir. Örneğin Sesler bölümündeki üç öykünün eylem/fiil esasına dayalı anlatımı, öykünün ritmini hızlandırır ve hayatla öykü arasında eşzamanlılığı sağlar. Bu bölümü soluk soluğa okuruz; nefeslenecek bir an yoktur.
Unuttuğumuz, unutturulan insanlık, Büke'nin öyküleri sayesinde yeniden kapımızı çalar; unutmaya meyyal yanlarımızı hatırlatarak utandırır bizi: Tütün tarlalarına değindiği birkaç cümleyle hafızamızın derinliklerinde kalakalmış Çukurova'nın pamuk tarlaları arasında bağlar kurmaya zorlar bizi. Üzerimizden sesler, kokular, kuşlar geçerken; başımızın üstünde başka bir kırlangıç uçarken; dışarıda akasyalar çırpınırken, yine de hayata doğru mırıldanırız. Sosyal ayrıntılar ansiklopedisi bize; 19 Aralık 2000, saat 05.00'i hatırlatır; hayata zorunlu bir dönüş, bütün çağrışımlarıyla bizi sarsar. Ayrıca kimi olağandışılıklar muhayyilemizi kışkırtırken, öykünün kurduğu atmosferi de alabildiğine genişletir ve fiziki dünyanın sınırlarını zorlar. Dahası okuyucu bu olağandışılıkları yadırgamaz; çünkü onlar, öykülerin genel başarısı içinde olağanlaşıp insana yoldaş olurlar: hayvanlar, deniz, bitki ve hatta taşlar; Edip Cansever'in Ruhi Beyi metinlerarasından fırlayıverir; mahallenin bazı ölüleri de aramızdadır.
Ancak Büke zaman zaman, 'soğuğun atomları' gibi zeka gösterilerine kalkıştığında ya da ayrıntıları kovalarken bildiğimiz, gündüzü-gecesi olmayan saklambaç oyununu, 'gece saklambacı' diye adlandırırken dilini gölgelemektedir: 'Şakırtılı sakal', 'yıkıklık bir sokak' diğer örnekler. Öykücü, Kumrunun Gördüğü'ndeki yalın ve şiirli dilin rüzgarına zaman zaman öylesine kapılır ki, çok basit kimi dilsel hataları, fazlalıkları, yanlış kelime tercihlerini göremez olur: Abdestin, aptese dönüşmesiyle neler yitirilmektedir? Basit bir dikkatsizlik olmalı: "bulduğu izmaritleri ortak edecek bana" veya "Bir-iki kedi çöpten falan başlarını kaldırıp bakıyor." "Pijama ıslaklık içinde" öykülerin şiiriyetiyle hiç de mütenasip değil gibi veya "Tam da o anda yollarını kamyonun yoldan yana tarafından fırlayan birisi kesti"; "Arabada tarif edilen yerde durdu." Bir de tashih hatası olarak saydıklarımızdan birkaç örnek: "Demirdeki parmaklarımın sızladı ince ince." "Kuru soğukta bir sokağın karanlığın bekliyorsunuz." "Dışarıdan kocaman bir gökyüzü." Ayrıca kitaptaki çok fazla tashihin, Can Yayınlarına yakışmadığını da belirtmeliyim.
Aslında kumrunun gösterdikleri; modern hayatın yarattığı ışıltıyla bize unutturmaya çalıştığı insandır, insana dair hallerdir. Nisyanla malûl insan belki de bu malûliyetini ancak sanatın, edebiyatın dikkatiyle aşabilecektir.
(YENİ ŞAFAK KİTAP, 07 TEMMUZ 2010)
1962 yılında Gönen/Balıkesir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı ilde tamamladı (1979). Gazi Üniversitesinde işletme okudu (1983). Beyaz Gömlek isimli ilk öyküsü 1982 yılında Güldeste Dergisinde yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Kayıtlar, Hece, Hece Öykü ve Muhayyel’in çıkışında yer aldı. Portakal Bahçeleri ve Pencere Arnavutçaya, Pencere ve Utanç Farsçaya; bazı öyküleri Korece ve Azericeye çevrildi. Esenlik Zamanları 1999 yılında TYB; Mürekkep 2012 yılında ESKADER ve Ömer Seyfettin öykü ödülünü aldı. Cemal Şakar 2016 yılında Dede Korkut Edebiyat; 2019 yılında da Necip Fazıl Hikaye-Roman ödülüne layık görüldü. Eserleri: Öyküler: Gidenler Gidenler, 1990; Yol Düşleri, 1996; Esenlik Zamanları, 1999; Pencere, 2003; Hayalperdesi, 2008; Hikâyât, 2010; Sular Tutuştuğunda, 2010; Mürekkep, 2012; Portakal Bahçeleri, 2014; Kara, 2016; Adı Leyla Olsun, 2018; Utanç, 2020; Bir Avuç Dünya, (toplu öyküler) 2022. Deneme-İnceleme: Yazı Bilinci, 2006; Yazının Gizledikleri, 2010; Edebiyatın Sırça Kulesi, 2011; İmge, Gerçeklik ve Kültür, 2012; Edebiyat Ne Söyler, 2014; Hasan Aycın’ın Çizgi’si, 2016; Edebiyatın Doğası, 2019; Satır Arasındaki Anlam, 2020; Fragmanlar-Gerçeklikten Koparılmış İmge, 2022; Sanatın Kendiliği, 2024.Söyleşi: Dile Kolay, 2017.Edisyonlar: Sessiz Harfler, 2013; 40 Soruda Türk Öyküsü, 2018; Dilsiz’in Dile Gelişi, 2021; Kurmacanın Grameri (Ed.), 2021.