Onlara "Yeryüzünde fesat yaymayın!" denildiğinde;
"Biz sadece ıslah edicileriz!" diye cevap verirler.
(Bakara/11)
Edebiyatı tasnif etmenin en kolay, ama en temel yolu iyi-kötü kategorisidir. İyi ve kötü eserin ölçütleri tartışılabilir; yüz yıllardır tartışılıyor da. Ama değer olarak iyi ve kötünün ne olduğu konusunda genel bir kabul olduğu söylenebilir. Eseri böylesi genel kabullere yaslanarak değerlendirmek sağlıklı ve pratik yöntemdir.
İyi ve kötü öncelikle birer değerdir. İnsanın bu tür yargılara varabilmesi için net bir bilince sahip olması gerekir. Çünkü zihin, bilincin üzerinde çalışır; bilincin çözümlemelerine, adlandırmalarına, kavramsallaştırmasına ihtiyacı vardır. Zihni bir yapı gibi düşünürsek, bilinç onun temelidir. Fakat bilincin analizlere kalkışabilmesi için kaynağa ihtiyacı vardır. İyiyi ve kötüyü beslendiği kaynaktan öğrenir ve ona göre yargılar geliştirir. Dolayısıyla güzel yapı, güzel kaynaktan beslenen bilinçle ilgiliyken; kötü yapı da, kötülükten beslenen bilinçle ilgilidir.
Modernlikle birlikte estetik bağımsız bir kategori halini alınca, eserleri beslendiği, bağlandığı değer yargıları üzerinden değerlendirme melekemizi yitirdik. Estetik bağımsızlaşıp özerkleşince öncelikle ahlakla olan organik bağı kopmuş oldu (1). Estetik bilimi sanki güzel’e ilişkin şaşmaz, evrensel ölçütler ortaya koymuş gibi, her eser, söz konusu ölçütlere vurulmaya başlandı. Böylesi bir yaklaşım eserin ele aldığı, işlediği konunun hafifsenmesine yol açtı. Modern dönemler boyunca, ‘ne anlatıldığının önemli olmadığı, nasıl anlatıldığının önemli olduğu’ ilkesini her yerde duyar olduk. Aslında burada ‘ne anlatıldığı’ndan önce, anlatılanın ‘neye göre’ değerlendirildiği daha önemliydi. Ele alınan konunun, meselenin öncelikle sahip olunan değer yargılarına göre değerlendirilmesi; onun ait olduğu, layık olduğu yere konulması en azından adaletli olmanın gereğidir. İnsan sahip olduğu değerlerden dolayı nötr değildir; son çözümlemede olaylar ve olgularla ilgili hüküm vermek zorundadır. Verdiği bu hükmün ışığında, olaylar ve olgularla sahih bir ilişki kurabilir.
Sanatçı bir meseleyi, konuyu anlatmayı/yazmayı seçtiğinde evvelemirde onunla ilgili bir kararı/kanaati oluşur; onu hayat içinde bir yere yerleştirir ve ondan sonra ‘nasıl anlatacağı’nın derdine düşer. Konuyla sahih ilişki kurulmadan, güzel bir edebiyat eseri verilemez. Yanlış bilinçten; olayları ve olguları, daha geniş anlamıyla eşya düzenini layıkıyla çözümleyip anlamlandıramamış ve olması gerekenleri asli yerlerine oturtamamış, yani varlığı, olmuş ve olmakta olanı yanlış değerlendirmiş birinden güzel’i beklemek muhaldir.
Neyin anlatılacağının, anlatılacak olanın neye göre değerlendirileceğinin önemini yitirdiği modern edebiyat kuramı salt biçimcidir. Yüzyıllara sâri salt biçimci yaklaşımlarla formatlanmış estetik melekelerimiz nedeniyle güzel’i de salt biçimle belirler olduk. Oysa kadim kaynaklarımızda güzel/güzellik meselesine baktığımızda, güzel’in, hiç de bugün tartıştığımız bağlamda ele alınmadığını görebiliriz. Sadece İslami kaynaklarda değil, ortaçağın sonuna kadar bu konularda ortak kodlar üretildiğini görmek mümkündür. Hatta Grek felsefesinde güzel ve iyi tek kelimeyle: kalokagathia ile ifade edilmiştir; yani güzel ve iyi aynıdır, özdeştir.
Estetiğin duyumla/duyulur olanla sınırlanması modern bir durumdur. Antik çağlardan beri güzel, duyularla algılanamayanı içerecek şekilde düşünülüyordu ve böyle olunca Tanrıyla ilişkiliydi. Bundan dolayı Müslüman filozoflar güzel’i; cemâl, behâ, ziyne, kemâl ve hayr gibi kavramlarla birlikte, iç içe düşünüyorlardı. Âlemde de güzel olarak nitelenenler, Tanrının güzelliğinin yansımasıydı. Hâl böyle olunca âlem, düzen, iyilik ve güzellik olarak nitelenip bir anlamda güzelin delaleti oluyordu. Bu bağlamda âlemde/kozmosta güzelin; düzenlilik, tertiplilik, sınırlılık olarak tezahür ettiğini belirtelim (2).
Güzelin; iyiyi, yetkinliği, doğruyu içerecek şekilde algılanması, aynı zamanda kötünün, eksikliğin, yanlışın dışarıda kalması anlamına geldiği açıktır. Burada güzele tevhid, çirkine şirk demekte bir beis yoktur. Çünkü tevhid, birliği, uyumu, dengeyi, iyiyi kendinde toplarken; şirk birliği, uyumu, dengeyi, iyiyi çözer, dağıtır, çoğaltır. Bir anlamda imamenin kopması gibi, taneler her yana tesadüfen saçılır.
Geleneğimizde güzelin salt biçimle değil, daha çok, iyi, doğru, yararlı gibi değerlerle ilişkilendirilerek bir bütün olarak düşünülmesinin aksine; modern gelişmelerle birlikte ahlak felsefenin, güzel de estetiğin ilgi alanında kalınca, güzel parçalandı. Modern edebiyatta baş gösteren ‘kötünün güzelliği’ böylece kendine bir mecra bulmuş oldu. Geleneksel olarak, kötünün güzelliğini tartışmak bir yana, kötü, çirkin, zararlı olarak kabul edilenler edebiyatın konusu dahi olamıyordu. Çünkü güzeli seçmek, direkt olarak çirkini dışarıda bırakmak anlamına geliyordu. Bir de burada daha çok toplumsal alana yönelik, kötünün üzerini örtmek, kamusal alanda temsilini engellemek şeklindeki genel İslami ilke, ikincil bir faktör oluşturuyordu. Daha da önemlisi, o dönemin insanları için kötünün güzelliği, kötünün estetik temsili, kötünün güzelce yazılması düşünülebilir konular değildi.
Geleneksel olarak güzel’i anlatma/yazma peşindeki edebiyat; âlemde duyumsadığı güzelin, aslında bir numune, dahası asl’ına göre, eksik, kusurlu bir numune olduğunu bildiği için, güzelin kaynağına, asl’ına, idea’line yönelim içindeydi. Güzele yönelik bu ilginin maddi formlar için olmadığı, daha çok onda tezahür eden güzelliğe olduğunu söylemek mümkündür.
Modernlikle birlikte edebiyattaki geleneksel şiraze dağıldı ve edebiyat atomize oldu. Bütüncül bakış açısı terk edildi; tevhidi bakış açısının sağladığı birlik, uyum, denge, iyi gibi kozmik düşünce yerini, şirkin bölüp çoğalttığı kaotik düşünceye bıraktı. Böylece insan, kendisini kaos içine atılmış, yapayalnız; yaslanacağı değerleri olamayan bir karanlığın içinde buldu. Kaotik ortamı düzenlemek, karanlıktan çıkmak tamamen insanın ellerine bırakıldı; o da kendini âlemin merkezine yerleştirerek, ürettiği değerlerle onu yeniden tanzim etmeye, kurmaya girişti. Böylece karanlıklar içinde kaldığı âlemi kendiyle birlikte Aydın’latıyordu.
Bu tür gelişmelerle edebiyat ele aldığı konuyu ‘neye göre’ değerlendireceği ölçüsünü de kaybetmiş oldu. Sanatçı değer esaslı yargılar yerine, daha çok ‘nasıl yazacağı’nı mesele edinmeye başladı. Çünkü kaostan çıkmanın yolu öncelikle düzenlilikten, tertipten yani biçim vermekten geçiyordu. İyinin kötünün, güzelin çirkinin, yararlının zararlının yan yana, bir arada durduğu kaotik ortamda, sanatçı ister istemez yaşadığı dağılmayı, çözülmeyi, çarpılmayı bir düzene koymayı öncelemek zorundaydı.
Güzelin ahlaki olanla bağlarının kopmuş olması da, sanatçıyı alabildiğine özgürleştirdi. Yaslandığı, bağlandığı, beslendiği bir ana damarın olmaması; salt ‘amaçsız bir amaçlılığın’ peşine düşmesi, sanatçıyı hem tematik hem de biçim konusundaki geleneksel bağlarından boşaltıverdi. Edebiyattaki böylesi bir radikal liberalleşmeyle birlikte, artık ne anlatıldığının, anlatılanın neye göre anlatıldığının bir önemi kalmadı.
Bugün biz modernler de giderek edebiyatı andığımız türden bir liberalleşmeyle birlikte değerlendirmeye başladık. Estetik ölçütler belliydi: Ne anlatıldığının bir önemi yoktu; neye göre sorusu batıldı; eser kendine yeter bir dünya kurardı ve ancak bu dünyanın argümanlarıyla eleştirilebilirdi; kötülük güzelce anlatılabilirdi; edebiyat işlevsel olmak zorunda değildi; yararlılık gütmek faydasızdı, hatta zararlı bile olabilirdi; değerlere bağlanmak güdümlü olmak demekti, aslolan güdümsüzlüktü…
Modern edebiyatın estetik algısını çoğaltmanın bir anlamı yok. Aslında soru basit: Değerlere söven bir eser güzel midir? Adam küfrediyor, ama ne güzel küfrediyor diyebilir miyiz? Küfreden birinin ağzından bal damlar mı? Gerçeği örtmüş birinden, gerçekliğe dair bir şeyleri umut edebilir miyiz? Karanlıklar içinde kalmış birinden, aydınlık beklenir mi?
Şahsen ben beklemem, beklemiyorum da.
(Hece, Ekim 2013, Sayı: 202)
(1) Bu bağlamda edebiyat edep ilişkisi, sadece etimolojik-semantik bir ilgi olarak, zihinsel spekülasyona indirgendi. Edebin ahlakla, ahlakın iyiyle, iyinin doğruyla irtibatı kesilince; gayri ahlaki, kötü, yanlış… bir anlamda fuhşiyyat, menhiyat edebiyatın içinde ‘güzelce’ anlatılır/yazılır oldu. Tabii burada fuhşiyyat, menhiyat diyerek, olaylara ve olgulara bir değer yüklediğimizin farkındayım; oysa modern edebiyat kuramları daha çok ‘nasıl anlatıldığı’ üzerinde durarak, bu tür değer yüklü eleştirileri bertaraf etmek ister.
(2) Tarih boyunca peşinde koşulan Altın Oran/İlahi Oran fikrinin, âlemdeki/kozmostaki İlahi Güzel’in yansıması fikrinden doğduğunu hatırlayalım. Âlemdeki tüm parçalar arasında uyum/harmoni olduğu, âlemin düzenlilik, tertiplilik ve sınırlılık esasına göre yaratılmış olmasıyla ilgilidir.
1962 yılında Gönen/Balıkesir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı ilde tamamladı (1979). Gazi Üniversitesinde işletme okudu (1983). Beyaz Gömlek isimli ilk öyküsü 1982 yılında Güldeste Dergisinde yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Kayıtlar, Hece, Hece Öykü ve Muhayyel’in çıkışında yer aldı. Portakal Bahçeleri ve Pencere Arnavutçaya, Pencere ve Utanç Farsçaya; bazı öyküleri Korece ve Azericeye çevrildi. Esenlik Zamanları 1999 yılında TYB; Mürekkep 2012 yılında ESKADER ve Ömer Seyfettin öykü ödülünü aldı. Cemal Şakar 2016 yılında Dede Korkut Edebiyat; 2019 yılında da Necip Fazıl Hikaye-Roman ödülüne layık görüldü. Eserleri: Öyküler: Gidenler Gidenler, 1990; Yol Düşleri, 1996; Esenlik Zamanları, 1999; Pencere, 2003; Hayalperdesi, 2008; Hikâyât, 2010; Sular Tutuştuğunda, 2010; Mürekkep, 2012; Portakal Bahçeleri, 2014; Kara, 2016; Adı Leyla Olsun, 2018; Utanç, 2020; Bir Avuç Dünya, (toplu öyküler) 2022. Deneme-İnceleme: Yazı Bilinci, 2006; Yazının Gizledikleri, 2010; Edebiyatın Sırça Kulesi, 2011; İmge, Gerçeklik ve Kültür, 2012; Edebiyat Ne Söyler, 2014; Hasan Aycın’ın Çizgi’si, 2016; Edebiyatın Doğası, 2019; Satır Arasındaki Anlam, 2020; Fragmanlar-Gerçeklikten Koparılmış İmge, 2022; Sanatın Kendiliği, 2024.Söyleşi: Dile Kolay, 2017.Edisyonlar: Sessiz Harfler, 2013; 40 Soruda Türk Öyküsü, 2018; Dilsiz’in Dile Gelişi, 2021; Kurmacanın Grameri (Ed.), 2021.