Geleneğimizde alimler, üstatlar genellikle eserlerine nispet edilerek anılırlar. Örneğin Zemahşeri Zemahşeri değil Keşşaf sahibidir. Kamil Doruk da Kamil Doruk değil Reis sahibidir. Bazen bir kitap hatta bir eser, sahibini şair, öykücü ya da romancı yapar. Reis de Kamil Doruk’un öykücü kabul edilmesi için yeterlidir.
İlk kitabı Antik Sevgililer’le (1987) 80 kuşağının iyi öykücüleri arasındaki yerini almıştı. 1995’te Ağlamayın Efendim ile devam etti. Sonra sustu. Yeni gelen kuşaklar adını duyduysa da kulaktan kulağa duydu; çoğu kitaplarına ulaşamadı.
Ahmet Kekeç’in de susmasıyla birlikte 80 kuşağı öykücülüğü yara aldı. Hep bir yanı aksadı. Çünkü eğer bir kuşak doğacaksa, yeni bir edebiyat anlayışı getirecekse bu nitelik kadar nicelikle de ilgilidir.
Çok sonraları Kekeç romanla Doruk da internet sitelerinde yayınladığı hikayelerle ses verdi. Hikayelerini, Aralık 2011’de Hikayevikaye adıyla kendi imkanlarınca Bürde Yayınları logosuyla yayınladı Doruk.
Kitap dağıtıma verilmedi. Sadece Doruk’a ulaşabilenler ya da Doruk’un okumasını istedikleri, arzu ettikleri ulaşabiliyor kitaba. Öyleyse ulaşılmaz bir kitapla ilgili niçin yazdığım düşünülebilir. İlk akla gelen dar alanda kısa paslaşma ya da kuşak içi dayanışma olabilir, ama öyle değil. Aslında bu yazının sahibi de yazıyı kendisi için yazıyor; çünkü kendi öykülerinin bastığı, beslendiği, referans aldığı zeminin biraz daha güçlendiğini; artık öykülerinin bir ayağının sürekli olarak boşluğa basmayacağını düşünüyor.
Evvelen kitapta yer alan metinlerin öykü olmadığını söyleyelim. Ömer Lekesiz’in ısrarla ayırmaya çalıştığı öykü-hikaye ayrımına uygun olarak cuk diye hikayeye oturuyor. Ama Lekesiz kitapla ilgili yazdığı yazıda temkinli davranarak şunları söylüyor: “’Öykü demiyor, hikaye diyor’ fitnesinden uzak tutmam gerekenler için söylemeliyim ki, benim anlatı, hikaye ve öykü ayrımım Kamil'in metinlerine sökmez, sökse de Kamil tınmaz zaten; yazarken moda söyleyişle kuram-metre kullanmaz çünkü. Tahkiyeyi hatırladığı, aklına konduğu anda hikayeleştirir /öyküleştirir Kamil. Hikaye bir heves değildir onun için, dil ile oluşun müşterek cilvesidir. Metinlerini bu cilveyi tefekkür ederek inşa etmekten haz alır Kamil. Haz, şeklin, sınırın yokluğu değil midir?” Hikaye mi değil mi, tartışmasını biz ehline bırakırken, bunların öykü olmadığını bir kez daha söylemiş olalım. Zaten kitaba ulaşabilenler, netice-i kelâm adlı son bölümdeki gül ve diken’i okuduklarında, yazarın bu tartışmalara nasıl baktığını görecekler.
Malum öykü zaman, mekan, tip, olay/durum, bakış açısı, anlatıcı, olay örgüsü gibi bileşenlerin kıvamınca bileştiği bir şeydir. Oysa Doruk’un Hikayevikaye’sinde özellikle zaman ve mekan neredeyse hiç kullanılmaz; belirgin bir tip de görünmez. Tahkiye ettiği temaysa herhangi bir örgü ya da nedensellik etrafında bir araya gelmez; dahası bir tema da yoktur. Metinler daha çok kıssa çıkarılacak bir finale mebni olarak tahkiye edildiği için, bazı haller ve duyarlılıklar ‘istif’ şeklinde bir araya getirilirler. Şöyle söylemekte de bir beis olmaz zannımca: Yatay bir nedensellik değil de dikey bir nedensellik ilkesi çalışır hikayelerde. Ki böylesi bir tutum geleneksel tahkiyenin temel özelliklerindendir. Dolayısıyla bu tür tahkiyelere neden, niçin, nasıl soruları sorulmaz. Sorulursa da, cevabı bildiğimiz modern nedensellik işleyişi içinde aranmamalıdır. Her zaman tahkiyeyi de aşan bir fail, faaldir geleneksel tahkiyede.
Hikayelerde zaman zaman ortaya çıkan tahkiyenin tahkiyesi, yazarın metne müdahalesi, metinlerarasılık gibi öykünün imkanlarından yararlanılması, okurda postmodern bir algı yaratsa da, durum böyle değildir. Zira Doruk’un hikayelerinde ‘hakikat’, tahkiyelerin gelip bağlandığı ve oradan güç aldığı merkezdir. Dikey nedenselliğin doğal bir sonucu olarak merkez ve hakikat tahkiyenin kaynağıdır, oradan doğar ve okuru oraya taşımaya çalışır.
Zamanın ve mekanın belirleyici bir bileşen olarak kullanılmaması nedeniyle hikayeler sınırsızlaşır, bütün hudutları aşar. Böylesi bir genişlik, Doruk’un dille cilveleşmesiyle birlikte modernin geleneksel, gelenekselin modern içinde hayat bulmasına yol açar. A’mâk-ı hayâl’istandan çıkıp gelen kahramanların boyunlarına astıkları aynalar, gören gözlere tepelerin ardını gösterir; çaldığı trompet duyan kulaklara haberler verir. Doruk’un derdi, zaviye-i te’lif bölümünde de belirttiği gibi kulaktan kulağa dolaşacak hikayeler yazmaktır: “bu hikâye, doğru deyimi ile kıssa, ibretlik için internet gibi sahalarda dolaşımdadır ve dost meclislerinde anlatılır. eskiden bizim (islam) milletimizin eli kalem tutanları dahi (kendi tanıklığından neş’et eden veya geçmişden mervi ve mülhem) böyle kıssalar kaleme alır idi; ve bu kıssalar dost meclislerinde, ağzı laf edenler tarafından anlatılır, merak ve ibretle dinlenir idi. (…) haydi, şimdi söyleyin bakalım: modern tarz dediğiniz üzre kaleme alınmış (pop’entel) poetry (poetrik), hikaye, öykü, (uzun-kısa) fikşın/anlatı(cı) halkından kimesnelerin, dost meclislerine çağrılıp konuk edildiğini, yüzlenip ağırlandığını duydunuz mu?”
Ancak tahkiyelerin mutlaka hisseye çıkarmaya, ders almaya yönelik istiflenmesi neticesinde, hikayeler bazen ‘deneme diline’ yaklaşmaktadır. Hatta bazı hikayeler, uzun vaaz u nasihatlere teslim olmakta ve böylesi anlarda yazarın öfkesi olduğu gibi metne yansımaktadır: “allah ile kul arasına kimse giremez, dedikden sonra, emirlerini yerine getirmemek, yasaklarından uzak durmamak, dünyanın gözü önünde, dünya kadar büyük bir sahtekarlık değil de nedir?!” Hatta bir hikayenin başlığı bile söylemeye çalıştığımızı göstermesi bakımından önemlidir: “çalmayın, çalmayın, çalmayın; kendinizden çalmayın.”
Kamil Doruk’u Hikayevikaye’yi yazmaya iten bir ‘ateş’ var; bu ateş modern zamanlarda her yanımızı saran bunca mefsedet ve tefessüh arasında müminlerin avuçlarında taşımaya yazgılı oldukları bir emanettir. Doğrusu böylesi bir ateşi gelecek kuşaklara taşımaya çalışan müminlerin feryatlarında öfkenin hesabı yapılamaz herhalde. Eskilerin dediği gibi: “def-i mefsedet, celb-i menfaatten daha hayırlıdır.”
Zaten Doruk da kitabın nihayetinde, öfkesinin tonunu hiç düşürmeden bir cümle düşürür avuçlarımıza; bir emanet gibi: “işte bu benim hikayem (sizin vikayeniz size).”
(YENİ ŞAFAK KİTAP, 04.04.2012)
1962 yılında Gönen/Balıkesir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı ilde tamamladı (1979). Gazi Üniversitesinde işletme okudu (1983). Beyaz Gömlek isimli ilk öyküsü 1982 yılında Güldeste Dergisinde yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Kayıtlar, Hece, Hece Öykü ve Muhayyel’in çıkışında yer aldı. Portakal Bahçeleri ve Pencere Arnavutçaya, Pencere ve Utanç Farsçaya; bazı öyküleri Korece ve Azericeye çevrildi. Esenlik Zamanları 1999 yılında TYB; Mürekkep 2012 yılında ESKADER ve Ömer Seyfettin öykü ödülünü aldı. Cemal Şakar 2016 yılında Dede Korkut Edebiyat; 2019 yılında da Necip Fazıl Hikaye-Roman ödülüne layık görüldü. Eserleri: Öyküler: Gidenler Gidenler, 1990; Yol Düşleri, 1996; Esenlik Zamanları, 1999; Pencere, 2003; Hayalperdesi, 2008; Hikâyât, 2010; Sular Tutuştuğunda, 2010; Mürekkep, 2012; Portakal Bahçeleri, 2014; Kara, 2016; Adı Leyla Olsun, 2018; Utanç, 2020; Bir Avuç Dünya, (toplu öyküler) 2022. Deneme-İnceleme: Yazı Bilinci, 2006; Yazının Gizledikleri, 2010; Edebiyatın Sırça Kulesi, 2011; İmge, Gerçeklik ve Kültür, 2012; Edebiyat Ne Söyler, 2014; Hasan Aycın’ın Çizgi’si, 2016; Edebiyatın Doğası, 2019; Satır Arasındaki Anlam, 2020; Fragmanlar-Gerçeklikten Koparılmış İmge, 2022; Sanatın Kendiliği, 2024.Söyleşi: Dile Kolay, 2017.Edisyonlar: Sessiz Harfler, 2013; 40 Soruda Türk Öyküsü, 2018; Dilsiz’in Dile Gelişi, 2021; Kurmacanın Grameri (Ed.), 2021.