Aslında herşey planlandığı gibi gitmişti; Nadide Turizm’in Genel Müdürü Bülent Deniz, öz meselesi Kudüs sevgisi ve bilinci kazandırmak olan bu ziyarette her şeyi yerli yerince yapmış, her sözü gereğince söylemişti.
Evet, herşey güzel gitmişti…
Ta ki, Kıble Mescidi’ndeki o son akşam namazına kadar…
Akşam namazından sonra ne oldu?
Yahudilerin kuşatması altındaki bir bölgede bulunmanın gerilimiyle yüklü olsak da, Yahudilerin olası nobranlıklarına, keyfiliklerine karşı zihnen tedbirli olarak yola çıkmaya hazırdık; sayılı gün çabuk bitmişti; adı Kudüs olan himmet diyarından başarabildiğimiz oranda beslenmiş, birer Kudüs Muhafızı, kutlu isimlerin mesajlarını donanmış olarak yurda dönmeye hazırdık.
Ama işte o akşam namazından sonra oldu olan!
İstedikleri anda Kubbetü’s-Sahra’ya geri dönemeyeceklerini hatırlayan beş adam, ona arkalarını dönmenin hüznüyle döküldüler.
Babü’s-zahire’ye omuzları düşmüş, yüzleri yere eğilmiş olarak yönelmişlerdi.
Neler geçmiyordu ki zihinlerinden…
Geride bıraktıkları Hz. Halîlürrahmân’ın duasıydı.
Geride bıraktıkları Hz. Peygamberin, Hz. Ömer’in hatırasıydı.
Geride bıraktıkları Hz. Süleyman’ın emanetiydi.
Geride bıraktıkları Belkıs’ın tebessümüydü…
Geride bıraktıkları Selahaddin-i Eyyubi’nin onlara yüklediği sorumluluktu.
Geride bıraktıkları saymakla biter mi?
İşte Kubbetü’s-Sahra’ydı geride bıraktıkları.
İnancı, imanı, evreni, tarihi, hüzünlü yüzleri, demirden bir pençeye dönmüş elleri, dualarıyla gökleri yaran dilleri temsil eden Kubbet’ü-Sahra…
Daha ne olsundu?
Beş mahzun adam yanyana gelerek birbirlerine göz yaşlarını göstermemenin edebi içinde birkaç adım uzaktan izleyerek biri diğerini Babü’s-zahire doğru adeta oradan gitmemek için sürünürcesine yürüyorlardı.
Beş mahzun adam diyorsam onlar hallerini bizzat gördüklerimdir, siz onları kırk dört olarak bilin.
Beş mahzun adam diyorsam Muratların, Yılmazların, Mustafaların, Mehmet Alilerin, Mahmutların… tümüdür…
Beş mahzun adamdan biri gördüğü son Filistinli çocuğa sarılırken Filistin coğrafyasına sarılıyordu sanki… Onu öperken adeta toprağını öpüyordu Filistin’in…
Diğeri onu görüyor, ondaki Filistin sevgisine, tarih bilincine sahip olamamanın üzüntüsüyle hıçkırıyordu.
Böyleydi evet, hissediyordum; adeta beş yüreğin hüznü her birinde toplanmıştı.
Beş adamın hüznü bir Kudüs’tü!
Çünkü O işgal altındaydı, yüz yirmi dört bin peygamberin anısı, yüz binlerce evliyanın izleri, seçilmiş ama -sevilmemek ne kelime- kendisinden hep nefret edilmiş bir kavmin zulmüne uğramıştı.
Kudüs’te Burak tutsaktı, Musa’nın asası, Davut’un yıldızı, Belkıs’ın tahtı, Selahattin-i Eyyübi’nin nişanı, Kanuni’nin surları, Haseki Sultan’ın çeşmeleri… tutsaktı.
Bir mümin olarak Kudüs’ün bugününe tanık olmak sorumlulukların en büyüğünü yüklenmekti.
Çünkü diyordu ki İbn Arabi “Hicret etmen ve kafirlerin aralarında ikamet etmemen gerekir. Kafirlerin arasında kalmak İslam dinine ihanet, küfür kelimesini Allah’ın kelimesine karşı yüceltmek olabilir. (…) (G)ünümüzde Beyt-i Makdis’i ziyareti ve oraya yerleşmeyi yasakladık.”
Beş mahzun adam dirençle itiraz ediyorlardı İbn Arabi’ye…
“Bir kere İslam toprağı olan yer, artık bir daha kafirin toprağı olamaz; onun hükmünde olsa bile o toprak onun sayılamaz” diyorlardı.
Peki kurtuluş?
Bu çok zor bir soruydu?
O sorunun neden olduğu gerilimdi o beş kişiyi mahzun kılan bir de.
Ben beş diyorsam, siz kırk dört deyin, kırk dört milyon deyin, tüm dünya müslümanları deyin.
Kudüs’e gidin, o zor soruyu siz de sorun; cevaplayamasanız da orada ölmek için and için.
O beş mahzun adam hiç değilse bunu başardı.
Siz acuze misiniz ki, başaramayasınız?
(YENİ ŞAFAK, 19.06.2013)
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.