Küçük Paşa günümüzde okunuyor mu, bilmiyorum. Genç arkadaşlara sordum, Küçük Paşa'yı işitmemişlerdi. Yaşıtlarıma sordum, bir iki kişi hayal meyal hatırladı.
Sorduğum kişileri edebiyatla ilgisiz sanmayın. Kimileri, üstelik, doğrudan doğruya edebiyatın içinde, öykü, roman yazıyorlar.
Küçük Paşa yazarların artık okumadığı bir roman mı, dememiz gerekiyor. Yazarlar okumuyorsa, geçmişin bir eseri bugünün okuruna nasıl ulaştırılacak?
Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü'nün "Tepeyran, Ebubekir Hâzım" maddesinde şu özlü bilgiyi veriyor:
"Küçük Paşa Nabizade Nâzım'ın Karabibik (1890) hikâyesinden sonra köy romancılığımızın, çok daha geniş ve önemli, ikinci eseri oldu."
Karabibik okunuyor mu?
Küçük Paşa 1910'da yayımlanmış. Henüz yüz yaşında bile değil. 1980'li yıllarda yeniden yayımlanmıştı. Hep merak ederdim. Okudum; aklımda bir ana–oğul hikâyesi kalmış, köyün kıraç görünümü bir de. Karabibik'i de okumuştum; aynı yazarın Zehra'sı kadar etkilememişti.
Yetiştiğim yıllarda, yazar olmaya çalışırken, köy romanı, köy edebiyatı doruktaydı. Şimdi düşünüyorum da, köy romanı/kent romanı diye bir ayrım yapmak doğru mu?
Anadolu'yu dile getirmek söz konusuysa, Reşat Nuri'nin yazdıkları beni çok etkiledi, asıl onlar etkiledi. Reşat Nuri'nin romanlarında taşra kentleri, sokaklar, evler, gün inmeye görsün, her akşam ölgün ışıklarla alaca aydınlanır, daima bir yurtsama uyandırır. Öyle bir yurtsama ki, kitapların kişileri büyük kent özlemiyle dolup taşarlar, okurlar ise ölgün ışıklı akşamlarda tuhaf, sıtmalı bir şiirsellik duyarlar, o an orada olmak isterler.
Bu taşra sıtmasını Çehov'un oyunlarını okurken de duyarım. Özellikle Üç Kızkardeş'in son sahnesi derinden sarsar.
Sabahattin Ali'nin dile getirdiği Anadolu, portreyi ve duygulanımı birdenbire değiştirir. Şimdi yalçın bir edebiyat konuşmakta, yakınmakta, isyankârca haykırmakta. Bununla birlikte, Sabahattin Ali'nin söyleminde yine hep iki yönlü özlem, yurtsama sezinlenir.
1932 tarihli Yaban'ı unutmadım. Köylünün anlamadığı Ahmet Celâl'le köylüyü anlamayan Ahmet Celâl: Yakup Kadri'nin –belki de sezgiyle– yakaladığı ikilem. Ama Yaban açımlanırken bu ikilem üzerinde durulmamıştır.
Zaman zaman andığım bir kitap var: Beş Romancı Tartışıyor. Demokrat Parti sonrasında Kemal Tahir, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın tartışıyorlar. Zaman zaman başka yazarlar da katılmış oturumlara.
Aslında tartışmıyorlar. Köyü, köylüyü yazmak konusunda birbirlerine girip çıkıyorlar. Bir tek Talip Apaydın 'roman sanatı' çevresinde konuşmaya çalışıyor. Kemal Tahir çok önemli şeyler söylüyor ama, öfkesini yenemiyor. Fakir Baykurt o günlerin genç 'yıldız'ı.
Beş Romancı Tartışıyor galiba yeniden basılmadı. Günümüzün okuru ilgilenir mi, kestiremiyorum.
Necatigil'in "köy romancılığı" dediği alanda, eserler açısından bir döküm çıkarılsa, ideolojinin ne ölçüde rol oynadığı saptanabilir. Edebî değer mi öndeydi, ideolojik yansıma mı? İdeoloji denince ve alanın ünlü romanları hatırlanınca, 'sol' ağır basar görünüyor. Ama 'sağ' da kendi içinde yol almış.
Geçen gün konuşuyorduk: Dönemlerinde o kadar çok sevilmiş, okunmuş bu romanlar bugün aynı heyecanı uyandırabilir mi? Edebiyatın etkisi güncelle sınırlı değilse, uyandırması gerekmez mi?
Kemal Bilbaşar geldi aklıma. Şöhret açısından "Üç Kemal'ler"in yanında dördüncü Kemal olamamıştı. Sonra Cemo Kemal Bilbaşar'ı okurla buluşturdu. Ama onun 1943 tarihli romanı, Denizin Çağırışı, bence bir başyapıt.
Taşra insanının yalnızlığını edebiyatımızda en etkileyici biçimde yansıtan roman, yine bence, Denizin Çağırışı'dır. Bir köy romanı değil, hatta Anadolu, taşra kenti romanı da değil. Ne var ki 'kapalı iktisat' ortamında sıkışmış insanı anlatıyor.
Denizin Çağırışı'nın yeni basımlarında, Bilbaşar dilini sadeleştirdi. Buna hep içim yanar.
Ne tuhaf: Orhan Kemal'e tutkum, Bereketli Topraklar Üzerinde'yle değil, Devlet Kuşu'yla başlamıştı...
(ZAMAN, 14 HAZİRAN 2009)