Menu
KEMAL TAHİR'DE DEVLET VE DOĞU-BATI BOĞUŞMASI
Haberler • KEMAL TAHİR'DE DEVLET VE DOĞU-BATI BOĞUŞMASI

KEMAL TAHİR'DE DEVLET VE DOĞU-BATI BOĞUŞMASI

Kemal Tahir Notlar’ından birinde “Sizinle bir romancı olarak konuşacağım. Bir Türk romancısı… Gerçekçi Türk romancılarından biri olarak… Konuşma sırasında, kısaca ATÜT diye anacağım, Asya Tipi Üretim Tarzı’yla ben, gerçekçi roman yazarı olarak, teorik açıdan değil, yüzdeyüz pratik açıdan ilgilendim (…) Biz de, herşeyden yararlanarak, Anadolu Türk İnsanı’nı tarihsel gelişi ve gelişimi içinde daha yakından tanımaya, her alanda anlaşmayı sağlayacak birleşik dili bulmağa, bu yolda, yanlış değerlendirmeleri, yabancı kalıplara dökmeğe çalışarak, uydurma sonuçlar çıkarmaları mümkün mertebe ayıklamağa uğraşmaktayız! Atüt ipotezi, bizi işte bu açıdan ilgilendirmiştir” (TAHİR, 1992: 325) demekteydi. Kemal Tahir’in Atüt ile ilgilenmesi Türkiye’de devlet eleştirisi yapan siyasi mecraları kendisinden uzaklaştıran bir etkiye neden olmuştur. Gerek İslamcılık ve gerek ise sosyalizm “gelecekteki ideal toplum”a yönelik ideolojiler olarak, devleti despotizmin kaynağı, zulmün müsebbibi şeklinde değerlendirdiler.Oysa bir devlet eleştirisi son tahlilde yine bir devlet ideolojisidir, devlet inşa edicisidir. Devleti tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır.

Kemal Tahir’in Osmanlı’ya özgülediği devlet nizamı “geçmiş”i temsil etmekle kalmıyor, tarım toplumlarının “tarih dışı” bırakılmamasını da öneriyordu. Topraktan ve alınterinden geçinen bir halk fikrine dayanan Kemal Tahir Osmanlı’yı zorbalığında bile farklı değerlendiriyordu: “Dış görünüşündeki despotluğa rağmen Osmanlı idaresi yüzdeyüz demokrattı. Hele Din ve Irk ayrımı hususunda çağından beşyüzyıl ilerdeydi” (TAHİR, 1993: 325). Kemal Tahir’in “Devlet” konusunda yaklaşımı feodalizm-emperyalizm bağlamında olmamıştır. Kabilecilik-emperyalizm sarkacında değerlendirme yapmıştır. Kemal Tahir’e göre “Afrika’da daha millet yoktur ki, devlet sözkonusu olabilsin. Devlet olmayınca (Batı anlamında devlet olmayınca) gerçek sağla gerçek soldan sözedilemez (…) Devlet kurmak, daha önemlisi kurulan devletleri yüzyıllar boyu yürütmek, toplumlar için bugünden yarına kolayca öğrenilip başarılacak bir iş değildir. Bu açıdan ‘geri kalmış toplumlar’ diye genellemeye getirilmek istenen yeni bağımsız toplulukları, tarihte devlet kurup bunu başarıyla yürütmüş toplum, tarihlerinde hiç milli devlet kurmamış toplum diye ikiye ayırmak zorunludur” (TAHİR, 1992: 88) der ve “Kürtlük meselesini de tarihte devlet kurmuş ya da kurmamış olmak açısından incelemek gerekir” şeklinde değerlendirir.

Kemal Tahir bu yargılarından sonra Anadolu’daki devlet anlayışını da sömürgecilik- Kerim devlet karşıtlığı ile açıklar: “Halktaki devlet düşmanlığı, devletin varlığına karşı düşmanlık, yani anarşi isteği değil, kerim devlet olması gereken bize özgü devletin, iç ve dış baskılar altında bu kerim özelliğini kimilerine göre despotik karakter, kimilerine göre de ceberut karakterle değiştirmesi yüzündendir” (TAHİR, 1992: 183). O’na göre Anadolu Halkları’nın mücadele tarihi, devleti sınıf devleti haline getirme mücadelesi tarihi değil, devleti Kerim Devlet haline getirme mücadelesidir. Bunun sembolü Hz. Ömer’dir; Halife Ömer İdaresi’ne dönmek demektir. Anadolu Türk insanı’nın devlet anlayışında, genellikle toprak devlet mülkiyetindedir. Buna karşılık çiftçi halkların ev, bahçe, eşya mülkiyeti vardır.  Anadolu Osmanlı Türk Devleti, aristokrasiye sürekli haklar tanımak böylece feodal tabakalaşmaya gitmek yerine, zenginliklerin belli ellerde toplanmasını önlemek için, müsadereyle siyaseten katl sistemini daha uygun bulmuş, uzun süre uygulamıştır (TAHİR, 1992: 184). Kerim Devlet sözündeki kerim lafı, birçoklarını irkiltmektedir. Hatta buna karşı Ceberrut Devlet sözü de ileri sürülür. Oysa Batı’nın en sınıfsal karakterli- hatta faşist- devletleri bile toplumlarının belli bir sınıfı için geridir. Kerim Devlet, ancak imtiyazlı sınıflar olmadıkça var olabilir. Batılı insanı günümüze, kölelik, feodalite, kapitalit üretim biçimlerini atlıyarak gelmiştir. Şimdi sosyalizm çizgisinde debelenmektedir. Bu üretim biçimlerinin temelinde, esası hiç değişmeyen kişisel mülkiyet vardır. Sınıflı toplum, kişisel mülkiyet temeli üstünde var olabilmekte, sınıf şuuru, sınıf bağlantıları, Batı insanında geçirdiği kölelik, yarı kölelik çağlarının kalıntılarını sürdürmektedir. Çünkü kendisi de köle eğilimli olmayan, başkasını köle yapmayı aklından geçirmez. Bundan başka, emperyalizmin tekelleşmiş Batı kapitalizminin birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra kurmak istediği barışın kölelik düzeni olduğu da görülmektedir. Batılı insan tarih boyunca sömürmüş ve sömürülmüştür. Buna karşılık Doğu’lu insan, Batı’lı gibi kölelik, feodalite bataklarına uğramamıştır. Dıştan bakan onu sürü eğilimli görse de, sınıf baskısı altında yaşamadığı için kişiliğini koruyabilmiştir. Batıda sınıflara yaptırılan ödevler, Doğu’da kurulan devletlere yüklenmiştir. Kişisel mülkiyet ve zenginliklerin miras yolunu keserek önce soylular imtiyazlarını, sonra sınıflaşmayı önleyip sömürülmeyi gevşetebilmiştir (TAHİR, 1992: 211). Kemal Tahir’in bu tartışmayı Atüt kapsamında yaptığı açıktır. Batı’daki derebeyliğin Türk toplumunda olmadığı sonucuna varmış olduğu için Atüt kuramını “hiç olmazsa sosyal gerçeklerimizin ortaya çıkarılmasını sağlayacak yaklaşımların elde edilmesine yardımcı olacağı” düşüncesiyle ele almaktadır.

Kemal Tahir Batı’nın beşli şemasına, yani köleliğe hiç uğramamış toplulukların geri kalmışlık/azgelişmişlikle itham edilmesine tepki duyar. Batı’lı sömürünün ilerlemesi için Batı-dışı toplumların “geriliğini” ifade etmek zorunludur. Kemal Tahir, bu bakışın “dünyaya sömürücü Batılı açısından bakmak” olduğunu belirtir. O’na göre Batı ile Osmanlı arasındaki fark Anadolu’nun tarım ve toprak yapısından kaynaklanır. Bu türlü toprakta özel mülkiyet gelişemez. Çünkü kimse burada gerçekleştireceği tarımsal faaliyeti kârlı biçimde sürdüremez. Anadolu’daki toprak ve tarım temelli üretim biçimi kimsenin burada özel mülkiyet geliştiremeyeceği bir sistem kurmuştur. Devlet burada toprak üzerinde üretimin devamlılığını sağlayacak hizmetleri yerine getirebilir. Bu durum devletin niçin “kerim” olduğunu da açıklar. Bu devlet sömürücü değil ihya edici bir devlettir. İşte bu yüzden haklı olarak toprakların mülkiyeti devletindir. Bu görüş nedeniyle Kemal Tahir, toprak reformu meselesinde de aykırı düşmüştür. Toprak reformunun istenen sonuçları doğurmayacağını söyler. Osmanlı’da üretim vasıtası olan toprağa sahip olan devlet, aynı zamanda madenler, ormanlar, tersaneler, iç ve dış ticaretin de hâkimidir. Çarşı esnafı bile fermanlı memur sayılır. Osmanlı’dan gelen bu devletçilik, sosyalizmin Batılı kalıplar içinde dışarıdan ithal edilmesine gerek bırakmaz. Toplum şartları içinden çıkan bir sosyalizmi tarihten getirerek yaşatmak şansını verir (KAVUT, 2010: 135).

Bayram Kaçmazoğlu da Kemal Tahir’in Atüt’ü kendine özgü yorumladığını ifade eder. Kaçmazoğlu, Kemal Tahir’in Osmanlı’nın sınıflı bir toplum olmadığı görüşünü verir. Osmanlı’da sınıflı bir tıoplum olmadığı gibi, feodalizme yönelmiş bir soyluluk da yoktur. Kamu çıkarı, bireysel çıkarın her zaman üstündedir. Osmanlılık anti-feodal olduğu için, tabakalaşmaya yani servet birikimine karşıdır. Osmanlı iki özelliğinden dolayı sınıf devleti kurmamıştır: a) Belli bir kavme dayanmamak, kavimlerden birini hakim kılıp ele geçeni onu zenginleştirmek için kullanmamak; b) Tabakalaşmayı önlemek için sömürüyü sistemleştirmemek. Bu özellik nedeniyle Osmanlı memur devlet kurmuştur. Sermaye birikimini bilinçli olarak engellemiş, mal sahipleirinin sınıf haline gelmelerini kendilerinin ölümü saymıştır. Bayram Kaçmazoğlu, Kemal Tahir’in Osmanlı toplumunda devlet bürokrasisinin padişah, asker, ulema, sivil memurdan oluştuğu görüşüne de yer verir. Ülkeyi asker, ulema, sivil memurdan oluşan üçlü bileşen yönetir. Padişah üçlü idarenin üç ayağından sadece biridir. Bu bileşenlerden hiçbiri, diğerine karşılık bir üstünlük göstermez. Osmanlılığın temel müesseselerinden olan devşirme, yeniçeri, kapıkulu, memur, ulema sistemi eski Türklerle Bağdat halifelerinden geçen bir modeldir. Kemal Tahir’in Osmanlılığı Doğu toplumlarının geleneklerine göre kurulmuş bir Atüt devleti olarak tanımladığına işaret eden Kaçmazoğlu O’nun bu düzende toprağın Allah’a ait olduğu, padişahın Allah adına toprakları kiraya verdiğini, karşılığında ise devleti yürütecek artı değere el koyduğuna dair yargılarını aktarır. Osmanlı bir Atüt devletidir ama klasik Atüt yapısına da sahip değildir. Zira Osmanlı’da halk-devlet ayrımı vardır. Halk üretici, devlet yönetici güçtür. Devlet halktan aldığı artık ürünle devleti yönetir. Karşılığında el koyduğu vergilerin bedeli olarak halkı dış saldırılardan koruyup üretimin sürmesini sağlar. Bu devlet yapısı Kerim Devlet olarak nitelendirilir (KAÇMAZOĞLU, 2012: 12).

Kemal Tahir’e göre Batı-Doğu farklılaşması bir boğuşmadır. Batı-Doğu boğuşması, aslında Batı’nın Doğu’yu sömürmesi hırsına dayanır. Bu hırs, Batı’nın sömürme gücünün son zerrelerini yitirene kadar devam edecektir. Tarihteki Batı-Doğu boğuşmasının biz Türklerle ilgili dönemi, 10. yüzyılda Haçlı Seferleri ile başlar. Doğu’yu soymak için yola çıkan Batı’lı soyguncular, Anadolu’yu geçer geçmez, İznik’teki Türklerle karşılaşırlar. Daha sonra Osmanlı’ların Avrupa’ya ayak basmalarıyla dörtyüzyıl Türkleri Avrupa’dan atmak parolasıyla sürdürülür. Aslında Türkleri Avrupa topraklarından sürüp çıkarmak bir aldatmacadır. Çünkü Batı’lı soyguncular için Doğu bir coğrafya kategorisi sayılmaz. Batılılar için Batılı soygun çetelerinin varabildiği, soygunlarını yürütebildiği her yer Batı’dır. Osmanlılar tarih yüzüne çıktıktan sonra Rumeli’ye geçmişler, tarihsel bir ödev yüklenmişlerdir. Bu ödev, Batı soygunlarına karşı Doğu’yu savunmaktır. Batılaşma, Osmanlı tarihinde bir çeşit kıyamettir. Batı soygunlarına karşı Doğu’yu savunma ödevinden çekilmektir. Bir kendini öldürme kararıdır: 1) Batı’yla anlaşmanın “Sulh içinde bir arada yaşamanın” kesinlikle imkânı yoktur; 2) Batılı olmayan bir toplumun Batılı bir toplumla dış görünüşten başka bir benzerliği yoktur. Biri kuşsa diğeri balıktır. Batılaşmadan önce Osmanlı toplumu Batı’ya karşı yekpare idi. İçerde ajanlık sökmüyordu. Batılaşma hareketi başlayınca Batı’lılar üç unsuru (asker, ulema, memur) ele geçirmek hareketine giriştiler. Osmanlılık aslında Batı’lılığa katiyen uymadığı için bu üç unsurdan Batı’ya gönüllü yazılanlar emperyalizm tarafından kullanılmışlardır (TAHİR, 1992: 389- 391). Kemal Tahir’e göre Osmanlılık kapitalizmin saldırılarına uğramasaydı, yerleştiği topraklarda daha yüzlerce yıl sistemini sürdürecekti. (TAHİR, 1992: 292). Batı’nın karşıtı olarak onunla aralıksız pençeleşen tek ekonomik varlık da Osmanlı İmparatorluğu idi (TAHİR, 1992: 82).

Sınıfsız Asyalı toplumlarda din, milliyetçiliğin yerini tuttuğu için Batı tarafından tehlikeli görülmüş, her toplumda ele geçirilen batılaşmacı ajanlar aracılığı ile de din düşmanlığı yürütülmüştür. Bazı Türk sosyalistlerinin icad etmeye çalıştığı sınıf çatışması, en az ikiyüz yıldanberi devleti ve halkları sömürgecilerle birlikte ortaklaşa soyarak yaratmaya çalıştıkları zengin yetiştirme (sınıflaştırma) hareketinin bir başka cinayet koludur. Burjuva yetiştirmek nasıl mümkün değilse, Batı anlamında sınıflaşmamış bir toplumu sınıflaşıyor saymak da o kadar imkansızdır (TAHİR, 1992: 286). “Çoğunluğuyla köylülük, kendi ürettiğini kendisi tüketirse o toplumda sınıf ilişkileri Batı’daki sınıf ilişkilerine benzemez” der (TAHİR, 1992: 237). Kemal Tahir’in bu yargısı Batlaşmanın niçin kentleşme üzerinde bu derece yoğunlaştığını da ortaya koyar. Kentleşme Batı sömürgeciliğinin Batı-dışına yönelik yeni saldırı aracıdır. Köylülük Batı’da olduğu gibi kölelik oluşturmaz. Kemal tahir’e göre görünürde Batı’daki gibi olmayan mülkiyet, fiiliyatta vardır. Ancak toprağı işleyenler için. Tapusuzluğa ve kadastrosuzluğa rağmen toprak üzerinde zilyedlik (toprağı işleme mülkiyeti) hem köy topluluklarınca ve hem de tımar nedeniyle devletçe iki kat garanti altındadır (TAHİR, 1992: 229). Ancak Kemal Tahir köylü tanımında da bir ayrıştırma yapar. Onun için köylü köyde oturan değildir. Geçimini tamamen topraktan çıkaran çiftçi, bunu pazar malı halinde değiş-tokuşa süren üretici kişidir. Üretici üretimini kendisi tüketmezse üretttiğinin denetimine girer (TAHİR, 1992: 222). Bu haliyle köylü- çiftçi ayrışması yapar. Onun köylü dediği kişi günümüz köylüsü değildir. Üretici ve ürettiğini tüketen adamdır. Tımar sistemini de açıklar. Tımar sahibi bir asker-memurdur. Osmanlı sistemi içinde toprağını büyütmek, buraya yerleşmek hanedan kurmak fırsatı eline geçemez. Devlet böyle bir oluşumu dikkatle önler. Buna göre tımar sahibi ne derebeydir ve ne de toprak zenginidir (TAHİR, 1992: 2811). Osmanlı köylüsünün statüsü bu sistem nedeniyle Ortaçağ batı serfine uymamaktadır. Osmanlı insanı hür köylü olarak efendidir. Bir yandan toplum içinde erirken diğer yandan da Padişahın bir fermanıyla anonimden kurtulabilir (TAHİR, 1992: 213).

Osmanlıların kendi istekleriyle emperyalizmi memlekete davet etmelerinin adı Batılaşmaktır. Bu hareket tepeden inme, para karşılığı olmuş ve üretimle hiçbir ilişiği olmamıştır. Batılaşma hareketi 1945’e gelene kadar aynı emperyalistler tarafından belli metodlarla yetiştirilen zümreler ve kliklerle yürütülmüştür. Birbirleriyle hazineyi elinde tutma boğuşması yapar. Fakat aslında efendi değişmediği için politika pek değişmez. 1945’ten sonra olup bitenler, emperyalistlerin değişmesidir (TAHİR, 1992: 240). Memleketimizde aydınlarımızın -bunlar ister sağcı, ister solcu olsunlar- bu güne kadar akıl erdiremedikleri çelişme budur. Devleti modernleştirip kurtarma işi için düşünülen devlet gücüyle adam zengin etme müessesesi bugün devletin aleyhine işlemekte, buna karşılık Anadolu Türk Toplumu’nun ezici çoğunluğu Batılaşma nedeniyle zarara uğrayan devleti kurtarmak için –aptallığından değil- varolmak zorunluluğundan dolayı direnmektedir (TAHİR, 1992: 237). Devleti kurtarmak için başvurulan Batılaşma gidişinin tek dayanağı olan zenginler toplumdaki özel yerleri dolayısıyla kompradorlaşmaktaydı; çünkü aracılık ettiği güçlere kesesinden bağlıydı.Devletin gerçek dayanağı olan Türk halkıyla zenginlerin arası bunun için açılmaktadır. 1800’lerden beri tarihte böyle amansız bir çelişme hiçbir devletin, hiçbir halk topluluğunun başına gelmemiştir (TAHİR, 1992: 236). Yüzyıllardan beri fıkara Anadolu köylüsünden alınan vergiler Batılı kapitalistlerin ceplerine gitmektedir. Buna bir örnek verilirse şömendifer politikasına bakılmalıdır. Bu demiryolları (4000 km) Batılı kapitalistler tarafından ağır faizli borçlarla memleketin ekonomik isterleri gözönüne alınarak değil, kendi çıkarlarına ve devletlerin kendi stratejik planlarına göre döşenmiştir. Suriye ve Bağdat demiryollarının döşenmesi nedeniyle Batılılarca yükletilen 160 milyon altın borç Anadolu halkının sırtına bırakılmış ve ağır vergiler altında ezilmesi sonucunu vermiştir. Üstelik şömendifer istikrazlarını ödemeke zorunda kalan Bursa, Konya, Kastamonu, İzmir, Ankara, Sivas, Adana, Harput, Erzurum ve Trabzon vilayetlerinde değil demiryolu, yol adı verilebilecek hiçbir gidiş- geliş aracına da sahip olunmamıştır. Bu sebeple Batı’lılarca yapılan yatırımlar sömürme hesabiyle ve devleti borçlandırmak suretiyle yapılır (TAHİR, 1992: 78/83).

-KAÇMAZOĞLU Bayram, Türk Sosyolojisinde Temalar 3- Doğu Batı Çatışması, Doğu Kitabevi, 2012

-KAVUT Müslüm, Kemal Tahir’de Kuram, Toplum ve Tarih İlişkisi Üzerine, Bir Kemal Tahir Kitabı- Türkiye’nin Ruhunu Aramak (editör: Kurtuluş KAYALI) içinde, İthaki Yayınları, 2010

-TAHİR Kemal, Notlar/ Kitap Notları, Bağlam Yayınları, 1993

- TAHİR Kemal, Notlar/ Sosyalizm- Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları, 1992