bismillahirrahmanirrahim
anlatan: şehrazad
yazan: kamil doruk
FİRUZ AĞA (8)
Katırlının Hikâyesi
ey ecinni kral; yanımda gezdirdiğim şu katır, aslında karım idi. bunun babası, allah rahmet eylesin, toptancılık etdiğim çarşıda dükkanı bulunan perakendeci esnaftandı. benden mal alıp satar, parasını, tek kuruşuna kadar, satar satmaz, gün geçirmeden öderdi. böyle sadık ve ariflerden, hem nüktedan, hoş sohbet bir adamdı. dükkanıma geldikçe, veya zaman zaman kendim dükkanına ziyarete gittikçe, onunla konuşmakdan, benden yaşlı olduğundan, tecrübesinden yararlanmakdan hoşlanırdım. gel zaman-git zaman, hak vaki oldu, geride, yetişkin ve çocuk birkaç yetim bırakıp asli vatanına temelli döndü. yetimlerden biri, babasının dükkanına geldikçe görüp beğendiğim, yetişkin bir kızdı. aradan yeterli zaman geçince, bir gün evlerine gidip, büyüklerinin huzurunda, ona dedim ki:
«ben, ailenin tanıdığı, senin de bildiğin gibi, babanın dükkan komşusu ve dostuyum. hem senin babandan sonra koruyucusuz kalıp zebil olmaman, hem babana vefa borcumu ödemek, hem zaten ihtiyacım olan evimde kadınımın bulunması, hem de seni beğendiğimden, nikahlayıp sana evimi açmak isterim. ancak, burada büyüklerinin huzurunda, belirtmem ve senden söz almam gereken bir mesele var. şudur: evimde yok-yokdur. ağır işler görecek değilsin. rahat edeceğinden emin olabilirsin. ancak, toptancı tüccarlık etdiğimden, zaman-zaman kervanlarla, gemilerle iş seyahatine çıkarım. bu aylar sürebilir, bazan mevsimler, hatta, kış şartlarının erken bastırması veya eşkıya endişesi gibi engellerle, dönüşüm seneyi bulabilir. bu ayrılık süresince, rahat durup, beni sadakatle, herhangi bir şüphe ve çiğ söze meydan vermeden bekleyeceğine söz verebilir misin? senden tek beklediğim bu. hazır bulunan büyüklerinin şahitliğinde, bu sözü verirsen, seninle nikahlanıp, evime götürmeğe hazırım.»
sevinç gözyaşlarıyla ağladı. defalarca: «söz verdim, senin gibi vefakar ve hayır hasenat gözeten bin insana ihanet eder ve hanene bir söz ettirtecek olursam, hiç düşünmeden beni öldür» dedi.
böylece nikahlandık. onu alıp evime götürdüm. emanet gibi üstüne titreyip hiçbir şeyden mahrum etmedim. doğrusu o da beni sevdi ve pek mutlu etdi. senelerce, huzur içinde sürdü mutluluğumuz.
iş seyahati için her ayrılışımızda ağlar, sağ sâlim ve çabuk döneyim diye dualar eder, fakir-fukaraya armağanlar dağıtır, sensiz bu evde durmak ağır gelir, diyerek, üç-beş gün bir hafta kadar kardeşlerine gideceğini söylerdi.
bir iş seferinde, dönüşüm, kâh ticaretin getirdiği kârın tatlılığından, kâh mevsim şartlarından, kâh yolların emniyetli vaktini beklemekden, bir seneyi bulmuş, belki aşmıştı. nihayet, bu uzun ayrılıkdan sonra, kendimi affettirmek, sevgili karımı mutlu etmek için, nadide hediyelerle, yorgun amma sevinç içinde şehrime döndüm.
şehre girdiğimde, vakit henüz erkenceydi. önce gidip, çarşıdaki dükkanıma bakayım, komşularımla selamlaşayım, uzun süren yokluğumda neler olup bitmiş, kimler gelip kimler göçmüş, öğreneyim, dedim. komşularım beni görünce, güler yüzle karşıladılarsa da, iş dışındaki ahvalden konuşmakda isteksiz davrandılar. bunun sebebi neydi acaba? en sonunda, çocukluğumuzdan beri tanıştığım, en samimi çarşı arkadaşlarımdan birine, bu tuhaflığın sebebini sordum.
«aziz dostum» diye söze başladı. hüzünlü bir sesle ve acımaklı bir yüz ifadesiyle konuşuyordu. «eski dostluğumuz, sana her şeyi açıklamamı gerektiriyor. dönmek uzadıkça, hanımın senden ümidi keseyazmış. arkadaşları ve kardeşlerinden birkaçının aklına uyup, eğlence ve israfa başladı. senin hanende her gün, her gece ziyafetler, eğlenceler, işretler sürdü. ne kadar nasihat etmeğe çalıştıksa da, bizi dinlemedi. zannetti ki, hayli hatırı sayılır miktardaki servetin hiç bitmeyecek. ayrıntısına girip seni daha fazla üzmeyeyim. gidince nasıl olsa göreceksin. nakit para suyunu çekince, evindeki pahada kıymetli eşyaları da satıp yedi karın ve etrafındaki ehl-i keyf zümre. yani, çalışıp biriktirdiğin servetinin altından girip üstünden çıktılar. sermaye olarak, yanında neyle geldi isen, varlığın ondan ve kuru duvarlı evinden ibaret. ev de gidiyordu ya, çarşı esnafı olarak kadıya gidip, satışına engel olduk… evinin yoksullaşmış halini birden görüp, ani bir üzüntüye uğramayasın diye, çocukluk arkadaşın olarak, bunları söyleme ihtiyacını duydum. inşaallah yanlış hareket etmemişimdir. artık bundan sonrası sana kalmış. sermaye olarak zayıf döndü isen, komşuların, dostların olarak biz, elimizden geldiğince sana bir meblağ toplarız… dünya hali: bugün sana, yarın bana…»
bu konuşmadan sonra, eve gün ışığında gitmemeğe karar verdim. evin tamtakır halini farketmemiş gibi davranmak için, gecenin geç vakti daha müsait idi. sabah vaziyeti gözümle görecek, sonra olup-biteni kulağımla işitecek, bundan sonra ne yapıp etmem gerektiğine karar verecek idim. kimbilir, belki vaziyet, dostumun dediği kadar vahim olmayabilirdi…
akşam olunca, dükkanımda hayli zaman oturup düşündüm. vaktin ilerlediğine, karmın yatmış bulunacağına kanaat getirince, eve yollandım. kapıyı hayli çaldıkdan sonra, eski sadık hizmetçilerimden biri gelip açdı. beni görünce pek şaşırdı. “ah efendim” deyip ağlamağa başladı. onu teskin etdim. “geleceğinden umudumuz kalmamışdı. evin hali de pek değişti…” deyince, gündüz erken geldiğimi, önce dükkana uğradığımdan, komşularımdan olup-biteni öğrendiğimi, biraz şaşkın ve yorgun olduğumu, hanımını uyandırmadan gidip yatabileceğini, yarın sakin-sakin her şeyin anlaşılabileceğini söyledim. o gittikden sonra, ben de, boş bir odaya gidip yattım. sabah ola hayrola, idi…
o sabah pek de hayırlı olmadı benim için. benden önce kalkan karım, geldiğimi haber alınca, besbelli, telaşa kapılıp, evin yoksullaşmış halini görüp öfkeleneceğimi, o öfke ile kendisine bir zarar verebileceğimi düşünmüş olmalı ki, hemen büyülü bir tas su hazırlamış. yokluğumda büyü işlerine de merak salıp, hayli ustalaşmışmış. ben henüz uyanmadan, yattığım yere girip, büyülü suyu üzerime serpip, köpek sûretine girmemi dilemiş. yediğim tepme ile uyanıp, ulumağa, can havliyle havlamağa başladım. karım kapıyı açıp, son bir tepme ile beni dışarı kırlattı.
akşam yatarken, kahvaltıdan sonra sakince karımla konuşurum, diye düşünmüşken, başıma bu gelmişdi. köpek sûretine girdiğime göre, kahvaltı için bir kasap dükkanı aramalı idim. aç bir sokak köpeği olarak yürürken, ilk rastladığım kasab dükkanının önünde pineklemeğe başladım. ancak, kemik beklerken, beni farkeden acımasız kasabın sinsice fırlattığı süpürge koçanını yiyince, canımın acısını, açlıkdan takatsizleşmiş mızmız bir sesle belirterek, oradan sıvıştım. neyse ki, rastladığım ikinci kasap dükkanının sahibi, birincisi kadar gaddar çıkmadı. bana tepme veya süpürge ile çıkışmadı. bir süre dolaşıp, takatsiz ve miskince bir kenara kıvrılıp, gözlerimi melül-melül dükkanına diktiğimi görünce, halimi anladı ve bana birkaç sakatat parçası, sonra ufarak birkaç kemik attı. bakışlarından, bana acıdığını sezinledim. akşam dükkanını kapatıp gidecekken, benim hâlâ dükkanın duvarı kıyısında uzanmış, çaresiz gözlerle kendisine baktığımı görünce, acıyıp beni çağırdı. gel, işareti üzerine, kalkıp peşine düştüm. kötü başlayan gün, şükürler olsun, iyi neticeleneceğe benziyordu. ağlamakdan sonra gülmek, gülmekden sonra ağlamak; ya’ni inişler-çıkışlar, insan-hayvan her yaratığın macerası, hayat yolu imiş, demek ki…
kasabın evinin avlusuna girince, bir kenarda lavaş ekmeği pişiren kızı, beni görünce, omuzlarındaki örtüyü aceleyle başına çekerken, babasına serzenişde bulundu:
«babacığım, kapıdan girerken bir erkek misafirimizle geldiğini neden haber vermedin?»
kızının bu sözlerine şaşıran kasap, etrafına bakınıp, sordu:
«hani kızım, ne erkeği? ne misafiri? misafirden sayılırsa, bugün dükkanın önünde ilk defa görüp, besbelli sahibi tarafından kovulup aç kalmış bu garib köpeği getirdim!..»
«amma baba, köpek dediğin o zavallı, aslında bir insan ve büyü ile köpek sûretine sokulmuş bir erkek!»
pek şaşıran kasap, aslnda kendi kendine, yüksek sesle söylendi:
«ne olacak şimdi? ne edeceğiz? amma tuhaf durum!.. ne yapsak acaba?..»
babası cevap beklemese de, kızı şöyle dedi:
«aslında onu kurtaracak, bağlandığı büyüyü bozacak usûlü biliyorum. allah’ın izni ile, onu bu halinden kurtarıp, tekrar önceki insan haline döndürebilim, sanıyorum.»
pek sevinen kasap, kızına şöyle dedi:
«ah kzım, çok şükür; hemen kurtar bu zavallıyı! besbelli pek büyük bir adaletsizliğe uğramış. onu bu halde bırakmamalısın. hemen elinden ne geliyorsa, allah’ın izniyle yerine getir…»
kız, içeri gidip bir tas su ve başında geniş bir örtü ile döndü. bir köşeye çömelip, örtüyü başından, tuttuğu su tasını saklayacak kadar sarkıttı. besbelli büyü sözlerini mırıldandı. sonra, tastaki sudan avucuyla alıp, üzerime serperken, kendi aslî kılığına dön, dedi. tekrar insan kılığına döndüm ve teşekkür edip, başımdan geçenleri anlattım. beni sofraya davet ettiler. birlikde oturup yedikden sonra, gecenin ilerleyen vaktinde, kasabın kızına, karımı istediğim bir hayvan kılığına döndürecek bir büyülü su hazırlayıp hazırlayamayacağını sordum. hay-hay, dedi ve yanımızdan çıktı. yarım saat kadar sonra, elinde ufak bir şişe ile geldi. şişedeki suyu, karımın üstüne serperken, bir hayvan ismi söylersem, o kılığı dönüşeceğini söyledi. biraz daha sohbetten sonra, herhalde karım yatıp uyumuştur, diyerek, müsaade istedim ve teşekkür edip çıkdım.
evime, acele etmeden, gecenin karanlığında yavaş yavaş yürüdüm. el-etek çekilmiş, dışarıda kimseler kalmamışdı. evime sessizce, kendimin bildiği bir yerden girdim. hayat emaresi yokdu. bir kedi gibi, karımın yattığı odaya süzüldüm. uyuyordu. kasabın kızının hazırladığı şişedeki büyülü suyu karımın üzerine serpmeğe başladım ve katır sûretini almasını mırıldandım. sonra gidip bir yular aldım ve kafasına geçirdim. sonra dürtüp kaldırdım ve götürüp ahıra bağladım.
sabahleyin, eski sadık hizmetçim, beni köpek kılığından kurtulmuş, eski halimde karşısında görünce, yine sevinçle ağlayıp, ellerime sarıldı.
«şimdi, dedim, evde ne varsa, kahvaltılık hazırla, beraber yerken, bana, yokluğumda olup-biteni bir de sen anlat.»
«hemen efendim, tabii… ah, anlatacak o kadar çok şey var ki…» deyip, mutfağa gitti.
bakındım. gerçekden ev, tanınacak halde değildi. ne yerde bir şey kalmışdı, ne duvarlarda…
iyi-kötü bir kahvaltı çıkaran emekdar hizmetçim, anlatmağa başladı. o tabii bütün ayrıntısıyla ve her şeyi anlattı. özetle:
karım, aslında, döneceğimden umudunu yitirmek istemese de, harabatı kardeş ve arkadaşlarının telkin ve tazyiki ile, gelmeyeceğime, yolda eşkıyaya yakalanıp öldürüldüğüme veya bulaşıcı bir hastalığa yakalanıp öldüğüme inanmağa başlamış. hem bunun üzüntüsü, hem umutsuzluğun ağırlığı ile, etrafına uyup, servetimin har vurulup harman gibi savurulmasına ses çıkaramamış. hiç beklemediği halde beni karşısında görünce, besbelli mahcubiyetten deliye dönüp aklını yitireyazmış. aslında iyi bir hanımmış, amma, iradesi biraz zayıfmış…
bunu duyunca, onun bana, beni dinleyip niyetimi anlamadan, kadınca yaptığı gibi, ben de ona, işin aslını dinlemeden ve ardını anlamadan yapmıştım yapacağımı…
hemen kasabın kızına gidip, durumu anlattım ve karımı eski haline döndürmesini istedim. ancak, cevabı beklediğim gibi olmadı. «kendi yaptığım büyüyü bozmam imkansız. ancak bunu başka usta bir büyücü bozabilir. böyle bir büyücüyü kolayca bulabileceğin yer, herhalde bağdad şehridir. o tarafın büyücülerinin ustalığı meşhurdur» dedi.
bunun üzerine, işte şu katır karımı alıp, zencir-i ışkile bağdad’a doğru yola revan oldum.
*
katırlı yolcu:
«işte ey ecinni kral, benim ve bu katırın hikayesi budur» deyip, sözünü tamamlayınca, ecinni katıra sordu:
«doğru mu bu anlattıkları?»
katır, evet, anlamında kafasını aşağı yukarı sallayınca, ecinni kahkahalara boğulup:
«tamam, tamam, bu adamın oğlumu öldürmesine karşılık istediğim kanının kalanını da sana, bu güzel hikayen için bağışlıyorum ve hepinize hoşçakalın, deyip, gidiyorum» dedi.
ecinni kral gözden kaybolunca, firuz ağa ve üç garib yolcu biribirini sevinçle kutlayıp, allah’a bol-bol şükrettiler.
***
onlar erdi mürüvvetine, biz çıkalım kerevetine.
gökden düştü üç elma
biri bana biri ona
sen istersen alma
o da okuyana
(laf, dinleyene)
.