Menu
BİR ÖMÜR KİTAP MA'CEREYANI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • BİR ÖMÜR KİTAP MA'CEREYANI

BİR ÖMÜR KİTAP MA'CEREYANI

[burusa’dan kirmasti’ye, kirmasti’den burusa’ya]

bazımız, tatil adına bir yere giderken, yanına kitab(lar) alma itiyadındadır. okumağa meraklı, veya mecbur hisseden bu kişilerin amacı, üç-beş gün bir hafta da olsa, çıkacağı tatilde aklı tatil etmemek, küflendirmemek, zihnî tembelliğe yol vermemek. tembelliğe alışmak, nefse pek hoş gelen bir afet. en ufak bir ihmali affetmez. bu hususda asla gaflet ve tembellit etmeyip, hemen değerlendirir. nefsimiz bu konuda pek mütehassıs, son kerte müteyakkız.

buna binaen, çıktığım bir haftalık sıla-i rahim tatilinde, zihnî uyuşukluğa maruz kalmamak, medyadan uzaklığın rahatlığında, belki silinip cilalanmak adına, aklın aynasını parlatmak gayesiyle, yanıma bir kitab almış idim.

***

(04 temmuz cumaertesi)

getirdiğim kitabı imkân bulup okurum niyetiyle, yanımda bulunması için sırt çantasını, bu eyyam-ı bahûrda yüklenmeyi göze alıp çıkdım.

kasabada, tatilde kitab okuma macerama doğru yürüdüm.

belediye düğün salonu önünden, şimdi katlı ve kapalı hale getirilip kasabanın ciğerinin tıkandığı pazaryerine girdim. maksadım, nostaljik bir seyrân, temâşa.

/

hamzabey camii avlusundan geçip, karacabey caddesi’nden sonra, bayramoğlu sokağı’na girdim. temmuz güneşinin altında, senenin bu en sıcak günlerinde, yani eyyâm-ı bahûrda baygınlaşıp kabuğuna çekilmiş sokakda, koca halanın evi var (dı). üç beş yaşlarındayken, anneannem ve annemle (ve belki birkaç kişi daha bizimledir) gelirdim. birkaç ağaç ve birçok çiçekli, toprak zeminli bağçesi var(dı). ve bağçeyi sokakdan ayıran duvar yerine geçen, aralıklarından sokağa baktığım kararmış boyasız tahtalar. koca hala, annemin babası ismail dedemin akrabası, ve, sabık kirmasti müftisi osman efendinin refikası.

yürüyünce gördüm ki, hâlen var, amma, ev değil, evler arasına sıkışmış metruk virâne. bağçe değil, ağaçları çalılaşmış, her tarafını ot bürümüş bir avlu harâbesi... duvar yerine geçen tahtaların duvarlığı kalmamış; delik deşik ve yer yer yarım metreye kadar kırılıp dökülmüş...

kızlarının evi de tam tarif etdiğim vaziyetde. kız ve güveyi öldükden sonra, torunlar da ilgilenmeğe vakit bulamamış anlaşılan ana—baba ve nine—delerinin, evliği kalmamış arsasıyla.

sokağı geçip, dereye paralel caddeye çıkınca, sağa, kasaba merkezine doğru yürüdüm.

/

köprübaşı santral (regülatör) parkı hayli dolu idi. oturup kitabı açmayı göze alamadım. parkları (genç-yaşlı) emekliler cenneti haline getirenler utansın, diyeceğim, bunca işsizlik karşısında dilim ve gönlüm bağlanıyor... geçdim.

şeyh müfti (çarşı) camii avlusundaki din görevlileri lokali’ne girip oturdum.

üç emekli ihtiyar. bilge ihtiyar, aksakal denecek yaştalar, ama, konuşmaları tın—tın. dedikodu ve dünyeviyat. sakal da yok. bu yaşda da matruşka... tipik taşra kurnazı tipler; enayiliği kimseye bırakmayan kurnazlardan.

kahvecilerin dedikodusu:

“nokta nokta hoca, faizle para veriyor. görevli bulunduğu köyde, bankalardan kredi kartı alınmasını teşvik etmiş; sonra, kart taksitlerini ödemede dara düşenlere faizle para vermeğe başlamış.”

(herhalde ve inşaallah doğru değildir. doğru ise, böyle faizci, böyle bankacı hükûmete böyle hoca, deyip geçmek lâzım.)

bir diğer nokta nokta hoca:

“–oturduğun masada şu kadar şu, bu kadar bu içildi...”

“–bana ne; ben sadece bir tane şunu içdim. gerisine karışmam.”

“–ama sen çağırmadın mı, masada hepiniz otururken?”

“–evet, ama ben sadece bir tane şundan içdim, onu bilirim.”

başka bir hoca:

“oturduğu masada, içen kalkıp gidiyor. kalkanlardan biri de utanıp, birkaçını ben vereyim, demiyor. hoca hepsini her vakit ödüyor.”

taşrada, din görevlileri lokallerinin hali bu minval üzre. (ve, daha neler...)

...

işte, burada da çantadan kitabı çıkarıp okuyamadım. öğlen ezanı okundu. içtiğim iki çayı ödeyip kalkdım.

yüz metre kadar ilerde, dere kenarındaki, eski (gençliğimdeki) popüler spor kulübü binasının üst katındaki kahvehaneye çıkıp oturdum. çay söyledim. bütün bu dolaşıp kıvranmam, çantamdaki kitabı açıp okuyacak bir köşecik bulabilmek için ya, burada da mümkün değil. masalarda tahtalı okey  kâğıt (iskambil) oyunu oynanıyor. tabii, çayına-kahvesine. ve masalarda muhafazakâr birkaç kazte, ve, elbet spor hışıratı. (spor deyince, futbol denen ayaktopundan başka anlamak kabil mi!) sesi hayli açık televizyonda, oyun havası tarzında rumeli türküleri çığırılıyor. (oyun, oyun, oyun..; hayat bir oyun mu? kimler için bundan ibaret?)

yan tarafdaki dere (kirmasti çayı. kirmastililer, dere, deriz) yatak seviyesi düştüğü için akamıyor. suyu, baraj ve kanaletlerle tarlalara verildiği için, pek az. dizlere ya gelir, ya gelmez. bildim bileli (herhalde yarım asır boyunca), belediyenin vurdumduymazlığı sebebiyle, bilumum inşaatlara kamyonlar dolusu kum ve çakıl, kontrolsüzce ve vahşîce çekile çekile, yatak dibe çekildi ve dere bitirildi. kasabanın iki yakasını bağlayan köprünün ayak temelleri oyuldu ve desetk betonu döküldü. bir nevi, türkiye’nin durumu: iktisadi ve kültürel, maddî-manevî yatağımızın seviyesi, oyula oyula, oynana oynana, aşındırılıp düşürüldü. ve şimdi her bakımdan, bireysel ve toplumsal susuzluk, kuraklık başgösterdi. ve, telâfisi mümkin görünmediğinden (allah bilir), buharlaşıp yok olmayla karşı karşıyayız. allah sonumuz hakkında bize acısın, rahmet nazarıyla nazar etsin.

...

merdivenleri çıkmakdan bîtab düşmüş, ve zaten de her haliyle bîtab, pek yaşlı olmasa da pek vîrâne, bastonlu bir gölge girdi kahvehaneden içeri. bakındı. belki kasabalı, belki, kahvehanenin yakınındaki köy arabalarının (minibüslerinin) birinin kalkış saatini bekleyen yolcu. besbelli buraya âşina ve tanıdıkları bulunduğu kuvvetle muhtemel. ancak, düşmüş ya, kimse dönüp bakmadığı gibi, aman yanımıza galmesin, aldırmazlığı ve soğukluğu içinde (bu sıcak günde!). doğrusu boş masa da yok gibi. oturduğum masa girişe yakın. yanıma yığılma ile ilişme arası, çökdü. hayattan göçmüş, göçmek üzere birinin çöküşüyle çökdü. kitabı açma bindebir ihtimali tozoldu. hem acıdım, hem okuma ihtimali uçduğu için, allah affetsin, rahatsız olur gibi oldum. zaten çayım bitmişdi. tası tarağı (kâğıdı kalemi: itiraf edeyim, birkaç satır yazma cesaretini göstermişdim. helâl bana! bu pısırıklığımda kendimi tebrik etmem fazla görülmeye) toplayıp çantaya koydum. kalkarken, çay içer misin, dedim. başını salladı. sesi çıkacak mecali yokdu. ocağa gidip, kahvehaneciye, bir tane de o ihtiyara, diye parmağımla kalktığım masayı gösterip, üç çay ödeyip çıkdım.

/

buraya gelirken, ilham pınarının gürül gürül akacağını, ve, bol-bol kitab okuyacağımı düşünmüş mü idim?..

galiba düşünmüşüm... bu düşünmüşlüğüm/beklentim, büyük şehrin boğuculuğundan kurtulup zihnî ve içsel rahatlık neticesini umduğumdan olabilir.

/

şeyh müfti’de öğleni edâ sonrası, yukarı (bayıra), yeşil cami avlusuna çıkıp, hastahane girişi köşesindeki yeşillikde, küçük bir ağacın gölgesindeki banka (sıraya) oturdum. daha önce seksen-yüz sahîfeye yakın okuduğumu, aradaki kâğıt parçasından anladığım, aklımın aynatısını parlatmasını umduğum kitabı çantadan çıkarıp, başdan okumağa başladım. (burası, namaz vakti yaklaşana kadar tenha.)

bu temmuz sıcağında, gölgede bulunsam da, caddenin taşıt gürültüsü sağanağı altında, 15-20 sahife sonra (giriş/jenerik sahifeleri dahil, 30) uyuklamak bastırınca, şöyle düşündüm: caddeden gelen biteviye taşıt gürültüsü ninni te’sirinde mi bulunuyor? yani, zihnimi, dikkatimi okuduğuma verememe, yorgunluk, zorlama... ki, bu durumda, sessiz ortamda, kulak yerine zihin çalışacağından, yorulmaz, uyanık kalır.

(daha, motorlu taşıtın bilinmediği devirlerde kurulan medrese, tekke ve zaviyeleri boşuna avlu içine, sur gibi yüksek ve kalın duvarlar ardına saklamamışlar! şimdiki okul denen acaibliğe bakın hele...)

uyku bastırmasını, bu satırları karalamakla at(lat)mağa çalışıyorum...

şu an, dandik bir spor müsabakasının i’lânı, caddelerdeki elektrik direklerinde merbût belediye hoparlörlerinden, bütün kasabaya, bangır bangır duyuruluyor. kayd için son gün imiş. demek yeterli rağbet yok. bu sıcakda hangi enayi rağbet eder bedavadan terlemeğe!

oysa aynı kasabada, vakit namazı ezanları, tek elden (ağızdan), yani merkezi sistem (komünizan bir halt yeme) ile (bir kez) okunup bitiyor. ve kimi kulaklar bir daha tırmalanmıyor; yani, daha az tırmalanıyor.. --icazetli diyanet’in laikçi-demokratik ve faşistik ve komünistik bu uygulaması sayesinde. (bu kelimeleri herkes anlar, mana –siyak u sibak– icbar ile kucağına çekerse, imla  atlanabilir.)

amma, üstelik bugün cumaertesi, yani resmi tatil günü ve beledîler için belediye kapalı olduğu halde, gazozuna spor müsabakası i’lânı, bu sıcakda tekrar be tekrar devam ediyor. bu yüzden okumam kesintiye uğruyor...

sonradan görme insan sûretinde bir hayvan, bir otomobile binmiş, hastahane önü demeden gaz pedalına âni basıp tekerlekleri patinajlatdırarak, tekniğin vahşî, çirkin cayırtısıyla kulakları, ve kulaklardan insanın içini tırmalayıp ortalığı velveleye veriyor.. sıçırgan olmuş gibi...

/

artık bardak, 31. sahîfede taşdı:

kötü bir tercüme. aklımın âyinesini parlatmak maksadıyla yanıma alıp getirdiğim, elimdeki bu kitabı, seneler önceki teşebbüsümde, çok kötü, melez mi melez, yoz mu yoz türkçesine tahammül edemeyip bıraktığımı hatırladım şimdi... ihmalden bıraktığımı sanmıştım...

“eter” diyor!..

esîr’i bilmiyor ki, duymamış ki; eter çeken çocukların gazetedeki haberlerini okuyup kalmış, bu kelimenin türkçedeki müsta’mel halinin geçtiği bir kitab okumamış ki...

ama kalkıp, çok güzel başlıklı bu kitabı tercümeye  (besbelli eter çekip) yeltenmiş.

ve, filanca solentelenjiya adamlarının yayınevine alternatif iddiasına kalkışan müzlimentelensiya ağır insanlarının yayınevi de ona bu kitabı verip virâneye çevirtmiş, hem jeneriğine bir redaktör insanının adını dahi rabtedip yayımlamış...

kelime be kelime sözlük ile tercüme; ve bırakın ingilizceyi, (kendi/ana dili!) türkçeyi de bilmeden ve öğrenmeden!

besbelli ki, bir üniversite öğrencisine çay-kahve parası vermişler. vermişler de (entel/irfânî) muavenetde bulunmuşlar...

şimdi bu güzelim kitab, nasıl olsa türkçede münteşir, diye, yeniden tercüme edilmeyip, böyle lokmanruhu cenderesinde boğulup gidecek. --nitekim onbeş senedir, nâhâk yere, bu ma’kusluk ve mazlumluk, sürüyor.

“dünyanın dönüş hareketi hiçbir direnç göstermediği düşünülüyor; ancak bütün somut farklılıkların temelinde yatan bu elementin...”

dönüş zaten hareketdir; ve, “farklılıkların temeli” ve “yatan element”!.. devenin neresi doğru ki, redakteden bile geçmiş bu cümlenin doğru tarafı bulunsun?..

element dediği de eter (ya’ni: esir). ve, eter kelimesinin sonunu yıldızlayıp, sahifenin dibine dipnot düşüp, cahil cesaretinin ve tabii naehilliğinin dibine bulmuş: “*eter: evreni ve atomlar arasındaki boşluğu dolduran ve ağırlığı olmayan bir töz, değişmeden kalan varlık. (çev.)”

eterci çevirmenden öğrendik ki, element ve töz aynı şey imiş!..

şimdi.. bir yer görününce, onun tarifi sakıt olur... (görünen köy kılavuz istemez.)

ancak, ‘cımbızlama’ akıllara gelmesin diye, hem de çocuklara, bak bu at, bu da eşek.. demek mecburiyeti kaçınılmazlığından, âkillerin afvına sığınıb, nihayetsizlik harmanından birkaç saman çöpü/sap gösterelim:

“... velilerin öğretilerini, mesellerini ve gösterdikleri mucizeleri aktarır.”

“kudü-ü şerif” (bölüm başlığı dahil, v.d.)

“tüm islâm sanatlarının en asili kaligrafi ya da yazı sanatıdır, çünkü bu görsel biçimleri kur’ân’ın ilâhî kelamına çevirme imtiyazı taşır. aslında arap yazı sanatı...”

“... arap kaligrafisinin...”

(hat, kelimesini duymamışız, ama...)

“mimarî ... çevreyi islâmî berekete uygun kılan sanatlar içinde önemli bir yer işgal eder. ağaç işleme, mozaik, heykel ... ‘allah’ın yeryüzündeki temsilcisi’ olarak insanın saygınlığını taşırlar.”

“... mekke yönünü gösterir.”

(kıble, kelimesini duymamışız, ama...)

“... hamur heykeltraşlığı, çanak çömlek mozaikçiliği, resim süsleme ...”

“yazı sanatı bile süsleme yazısı biçiminde ... arap yazı sanatı ...”

“... soyut biçimli süsleme ...”

“islâm süslemesinin ...”

(çini, seramik, tezhib, tezyin-ât kelimelerini duymamışız, ama.. biz bu kitabı –kuşa- çeviririz, değil mi muhterem!)

bu, sadece dil ucuyla tuz tadımlığı.

fasulye kamyonundan dökülen birkaç dane.

ve.. dizgi yanlışlarına sıra gelebilemez...

iki sahifelik son bölüm, nedense, “türkçesi” ve “çev.” tarafından değil, başkası tarfından tercüme edilmiş.. türkçeye.

/

mevzuu kapatmak için hâmiş: pek hızlı da olsa, kitabı okuyup bitirmeğe katlanmam, şu kıvılcım hatrına oldu:

“doğruluğu su  götürmez bir hindu atasözü vardır: ‘insan ne düşünürse öyle olur.’ kişi sebatla iyi şeyler düşünürse sonunda iyi bir insan olur; daima zayıf olduğunu düşünürse, zayıf olur; (bedenî veya zihnî) gücünü nasıl geliştireceğini düşünürse güçlü olur. .... sürekli yüksek bir düzeni düşük bir düzenin terimleriyle açıklamağa çalışırsa; ve hem de insanın kültürel tarihinde, müessif hatalara ve kötülüklere karşın, harcanan çabaya değen her şeyi gözardı ederse, bütün firasetini yitirme, hayat kaynaklarımızdan biri olan muhayyilesini ve zihnî ufkunu büyük ölçüde daraltma tehlikesinden kaçamayabilir.”

05 temmuz pazar

bugün lalaşahin’e (mahallesine), annemin son oturduğu, ikamet anlamında oturduğu ve eşyasının bulunduğu eve (daireye) gidip, işe yarar şeyler varsa, kızı ve gelinleri tarafından, hatırat, yadigar kabilinden, paylaşılacakmış.

dört yaşına henüz basan oğlum ömer buğra (allah, cümlemizin evladını bağışlasın; helal rızk ile besleyip sağlıklı bir şekilde büyütmeyi nasib etsin; sırat-i müstakîm üzre korunaklı ve bereketli ömür ihsan eylesin; iyilerle, temizlerle, salihlerle ve salihalarla karşılaştırsın; her iki cihanda mes’ud ve bahtiyar kullarından eylesin,inşaallah), girişteki sağ kapının önünden, ağabeyimin oturduğu alt kata inmek için geçerken, “burası babaannemin evi” der durur; ama, uğramadan geçerdik ve herhalde uğramamıza bir anlam veremez, son günlerini geçirdiği kardeşimin evinde de bir senedir göremediği halde, niye uğramıyoruz, diye sormazdı. demek, derinden anlardı bir şey. (bir de, çocuklar, uzun süre beraberlikde ikram ve in’am görüp yanında şımarmadıkları yaşlı kadınlara, görüntü tercihinden olsa gerek, pek teveccüh etmez.. ve, bu durumdaki bir ninenin çaresizliği pek çetindir... nasıl da ister, can atar torunuyla yakınlaşmayı...)

annesine, onu da götürürz, dedim. çocuk, muhtemelen, babaannesinin hâlen o kapının ardında bulunduğunu zannediyor. şimdi, o kapıdan içeri girerse, orada bulunmadığını/yaşamadığını anlar.

toplaşıldığını haber etdiler. gitdim. ömer buğra teyzesiyle kalmış.

annemin eşyasından işe yararlar, hatıra, yâdlık için alındı. yaramayanların bir kısmı çöpe ayrıldı. bir kısmı, muhtaclara dağıtılmak üzere bırakıldı. bu arada konuşuluyor: bizim eşyalar da böyle paylaşılacak. geçici dünya v.s.

(allah’ım, burnumuzdan ve evladımızın burnundan gelecek, şükrünü eda edemeyeceğimiz zenginliği bize nasib etme; kaldıramayacağımız ve sonumuzu, ahiretimizi harab edecek mal, makam-mevki, mansıb ve riyasetden bizi ve neslimizi muhafaza eyle; istek ve arzusunu kalbimizden temizle, gönlümüzü bundan soğut. verdiklerinden de infak ve tasadduk etmeyi bize kolaylaştır. âmin. ve’l-hamdü-lillâhi-rabbi’l-âlemîn.)

uzun senelerdir başlarında bulunmamaklığımdan, yeğenlerim ve kimi yakınlarımın rağbetinden arta kalıp, nihayet sandığa sürülmüş/def’edilmiş, lise ve sonraki senelerimden birikip kalmış, bir kısmı da bababın hoca babası hacı dedemden (allah hepsine rahmet eylesin) kalmış (osmanlıca) kitablar, işte şu an, annemden sonra benim gibi yersiz, benim yersiz kalmış başıma kaldı. koyacak, götürecek bir yer yok. kimse kabul etmiyor. evler mobilya ile o kadar dolu ki, kitablara yer yok... araba olsa, alıp götür istanbul’a... (demek buraya kadardı; demek ayrılık vakti, ortaokul yıllarım, lise yıllarım!)

ne yapacağımız (çöpe mi atacağımız!a kadar) konuşulurken, kardeşim zafer: “ihsan ağabinin (ihsan deniz) kütübhanesine götürelim” dedi. (salı günü bursa’ya gidecekmiş, tanıdıklardan bir araba bulup.) iyi fikir. aklınla bin yaşa. daha önceki senelerde benim de aklımdan geçmedi değil idi; ama, otobüs seyahatlerinde bagaj nefretim, hep unutturdu.

ben kitabları ayırırken, zafer, siyah bir omuz çantası buldu. senin mi, dedi. hayır, dedim, herhalde öğrencilerindir. (boş durduğundan, öğrenciler gelip ders çalışırdı burada.) içini karıştırdı. vesikalık fotoğraflarımı çıkardı. birkaç parça da eşyam. şaşırdım. annem buradayken gelmiş, bagaj fazlalaşınca, sonra alırım diye bırakmışım iki sene kadar önce. hayal meyal hatırladım... demek ki, diye düşündüm, her perdenin, her kapının bir açılma vakti-saati var. ve allah, aklımıza gelmeyen yerden ve vakitde, kapı açar. hatta bu kapı, şu anki gibi, bir vakit bildiğimiz, ama unuttuğumuz, bizim için artık yok mesabesindeki bir kapı olabilir. şimdi bu, öyle, açılan bir kapı... işte böyle unutturulur ve buldurulur... ey büyük allahım.

bulmak için, oralarda bulunmak (dolaşmak) gerek.

...

dışarı çıkınca, dere tarafına bakdım; bu ne, dedim. belediye yapdırmış; azîm bir kültür-sanat âbidesi; belediyenin kültür yatırımı!..

dere kenarında (debboy’da), yârı kazıyıp amfitiyatro (eğri tiyatro, eski yunandan özenti münhani tiyatro) yapmışlar, lafta; ama, betondan ve dahî turuncuya boyamışlar... demek betondan, demek boyalı amfitiyatro da oluyormuş! belediyeye, duyulup görülmemiş bu antikkültürel icadından dolayı yunaniler ve bilcümle plastik dramacılar zebun olsa, yeridir...

(ne yapalım, kasabalı kafası kültür ile betonu ayıramıyor, kültür sanatı betonlaştırıyorsa, ne yapalım! muassır medeniyet seviyesi bundan başka bir şey mi idi yoksa?!)

aman, kasabanın da ne büyük bir eksiğini ve ihtiyacını gidermişler... kasabalı münhani tiyatrosuzlukdan kırılıp dökülüyordu...

07 temmuz salı

kitabları arabanın bagajına koyup, saat 15’de yola çıkdık. ihsan’a telefon edip, yola çıktığımızı bildirdim.

merinos’dan sağa dönünce, bursa topsahasının orada tekrar aradım. setbaşı başlangıcında bizi bekledi. birlikde, setbaşı tarafından, kütübhaneye yanaşdık. (mehmet ali deniz kültür vakfı, bursa araştırma kütüphanesi. kayhan mahallesi, koç sokağı, numara 10, osmangazi, bursa.)

kitab poşetlerini kütübhaneye taşıdık. içlerinde işe yarayacak kitablar çıkar inşaallah, dedim. ayırdığım bir poşeti de, ihsan’ın odasında bir köşeye bırakdım. arabam olunca gelip alırım, dedim. demek ki burada kalacaklar, dedi. nasib neyse o olur, dedim.

zafer, işini halletmeğe gitdi. biz de ihsan ile, odasında oturup sohbet etdik.

altıda (18) kütüphane kapanıyormuş. (aslında tam kitab okunacak vakit!) kütübhaneyi gezip, çıkdık. parlak sarı hararetden ve rengarenk uzvî kalabalıkdan zorlukla yürüyüp, ilk defa geçdiğim, gavurca adlı devasa bir alışveriş merkezinde yutulmakdan, ihsan’ın rehberliğinde kurtuldukdan sonra, mahfel kıraathanesi’ne gitdik. çayımı bitirene kadar, zafer telefon etdi. kalkdık.

/

böylece, (bursa imam-hatib lisesi) ortaokul yıllarından damlayıp, şimdi bir avuç kalan su, aynı sürelik (kırk yıllık) arkadaşım ihsan deniz’in, rahmet ve mağfiret âlemindeki amcasının (kitab) denizine visal ile aslına kavuşdu.

(allah, mehmed ali beyden razı olsun. onun mirasını yaşadanlara kolaylık ihsan etsin. bu mübaret mirasın faidebahşlığını daim eylesin, vesselam.)