Menu
KAĞNI: MADUNLARIN HAKKINI KİM KORUYACAK?
Haberler • KAĞNI: MADUNLARIN HAKKINI KİM KORUYACAK?

KAĞNI: MADUNLARIN HAKKINI KİM KORUYACAK?

Sabahattin Ali’nin Kağnı hikâyesinde Savrukların Hüseyin, Sarı Mehmet’i vurmuştur: “Otuz evli köy birbirine girdi. Şaşırdılar. Herkes korku içinde candarmaların gelmesini bekliyordu. Halbuki karakol buraya altı saat uzakta idi; köyden kimse cinayet haberini götürmedikçe on beş gün bile uğramazlardı. Bu; köylünün aklına en geç geldi; ondan sonra köyün ihtiyarları kahvede Hüseyin'in babası Mevlüt Ağa'nın etrafına toplandılar. Sarı Mehmet’in bir tek ihtiyar anasından gayri kimsesi yoktu. Onu karşılarına aldılar; davacı olmaması için kendisine nasihat etmeye başladılar. İmam: -Ülen kocakarı- diyordu. -Dava edersen ne kazanacaksın?” (ALİ, 2010: 9).

Hikâyede önemli ayrıntı ilk satırlarda veriliyor: Karakol köye altı saat uzaklıktadır. Devriye gezen jandarmalar da onbeş günde bir gelirler. Kimse haber vermezse, bu ölümün bir cinayet olduğunu anlamayacaklardır.

Hikâyenin basım tarihi 1935 olduğuna göre Cumhuriyet kurulalı 12 yıl olmuş. O tarihlerde demek ki devlet, halkın yaşam alanında otoritesini tahkim edememiş. Bu hikâyeyi Marksist kurama göre okuyanlar var: köylü- ağa çatışması. Hatta üstüne bir de şöyle demekteler: “Kağnı hikayesinde devlet-köylü ilişkisi debir çatışma olarak işlenmiştir.”

Kemal Tahir, hikâyeyi böyle bir perspektiften çözümlemeyecekti. Çünkü Kemal Tahir’in perspektifinde köylünün karşısında olan devlet değil, ağa ile bürokrattır. Kemal Tahir’in gördüğü şey de çatışma değil yağma’dır. Haksızlıklartoplumsal yapıdan kaynaklanır; bir yanda bürokrasi ve eşraf vardır, diğer yanda da madun halk. Hikâye birşey ifade ediyor: İmam ve muhtar dahil kırlık yerde kimse madunun hakkını savunamıyor. Kırda büyük bir başıboşluk ve hukuksuzluk varlık sürüyor. Zaten bu hukuksuzluk mülkiyet paylaşımından doğuyor. Çünkü Sabahattin Ali, ilk cümlesine “Bir tarla meselesinden” diyerek başlıyor. Bir yağma var.

Kadın yoksul ve hele oğlu ölünce hayli yalnız kaldığının farkında; köylünün meseleyi kapatma ısrarına karşı ise güçsüz:  “Evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır oldu. Cenabı Hak böyle istemiş, Allah’ın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın? Ne yapsan oğlun geri gelmez. Gel bu işi kapatalım. Sarı Mehmet'in sana zaten bir faydası yoktu ki; düğünde seyranda gezer, sattığın iki şinik ekinin parasını avratlara yedirirdi. Bak Mevlüt Ağa bundan sonra seni hep kollayacağını süylüyor. Ne dersin?” (ALİ, 2010: 9). Yaşlı kadının davacı olmaması istenir, davacı olursa başına neler geleceği sayılır. Tehdit sözde değil dilin/söylemin altındadır. Köydeki otoriter söylemin.

Sabahattin Ali hikâyenin bu noktasında yaşlı kadın ile öldürülen gencin tasvirine başlar. Yoksulluk dehşetlidir: “Bu sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi. Başucunda iki üç sinek (...) Tabanları ve topuğu tamamen delik kalın bir yün çorabın içinde donuk bir sarılık alan bu hareketsiz ayaklar ve bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken güneşe rastlayınca yemyeşil parlayan sinekler(...) Kocakarı oğlunun başucuna gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini silmeye başladı. Bir hastanın başını bekliyor gibiydi. Elini ağır ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu (...) Akşama doğru her şey eski haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkandı ve gömüldü. Mevlut Ağa, ezandan evvel Sarı Mehmet’in anasına iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yolladı” (ALİ, 2010: 10).

Bu tasvir kırda emeğin, mal ve hatta canın korunamadığını gösteriyor. Sineklerin defalarca zikri, madunların üstünde katmanlaşmış otoriteyi sembolize ediyor. Adeta, sineklerden bile aşağıda bir varolamayış tasviri yapılıyor. Her güçlü gelip payını alabilir. Aciz bir mahlûk sayılan sinek bile...

Kemal Tahir’in “devlet” fikrinde ifadelendirdiği bir kavram var: Hayırlı Devlet. Buna göre “devlet kendisinden beklenen ödevleri, geniş bir bürokrasi ve asker kadrosuyla başarabilir. Bu işlerin görülmesi ve bu işlerin görülmesini sağlayan ve güvenliği sürdüren kadroların beslenmesi için devletin artık değeri ele geçirmesi şarttır. Hayırlı devletin varlığı, masrafının bu artık değeri aşmaması şartına bağlıdır” (TAHİR, 1992: 247- 8). Sabahattin Ali’nin hikâyesinde, Kemal Tahir’in “hayırlı devlet” kavramını gerçekleştirecek kadronun eksikliği apaçık ortaya çıkıyor. Bu nedenle Kağnı hikâyesinde madun, hakkını arayamıyor. Dolayısıyla Marksist eleştirmenlerin köylü-devlet çatışması dediği şeyi hikâyenin kurgusunda görmek çok zor.

Nitekim köylüler köye candarma gelince telaşlanırlar:  “Bir ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi. Kahvenin önünde indiler. Bunları görünce muhtarın yüreği -hop- dedi, çünkü bunlar karakolun candarmaları değildi, herhalde vilayetten geliyorlardı. Candarmaların biri kahvede hemen kağıt kalem çıkardı, muhtardan başlayarak herkesin ifadelerini almaya koyuldu. Öbür candarma köyün meydanında aşağı yukarı dolaşıyordu. Mesele derhal köye yayıldı. Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan ve kasabada pabuççuluk yapan Garip Mehmet, köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirmişti. Müddeiumumi evvela kendisi doktoru da alıp gelecekti. Sonra ağustosun bu sıcağında at üstünde günlerce yolculuğu pek gözüne kestiremedi; işi tahkik etmelerini söyleyerek açıkgöz iki candarma yolladı. Doktor, daha ihtiyatlı bulunmak için, eğer bir cinayet varsa cesedi çıkarıp kasabaya getirmelerini candarmalara sıkı sıkı tembih etti.” (ALİ, 2010: 10- 11).

Köylülerin karakolun candarmalarını değil de vilayetin candarmalarını görünce telaşlanması, köylünün candarmadan korkmasındandır. Kemal Tahir’e göre de “Zabıta bir bela idi. Ahlâksızlardan mürekkepti. Ahaliyi müdafaa ve himaye edeceklerine aksini yaparlardı” (TAHİR, 1992: 291). Ancak bu, devletin “Kerim Devlet” olamadığı ve idareci kadroların vergi verenlerce denetlenmesini sağlayacak köklü örgütler kurulamadığı ve tarihsel gelişme şartları içinde er-geç giderin, geliri aşmasının önlenemediği düzen bozuklukları ile ilgiliydi (TAHİR, 1992: 250).

Candarmalar karakoldan gelseydi feodaliteyi temsil eden muhtar, imam, ağa, eşraf onları da ikna edecekti. Sabahattin Ali’nin başarıyla verdiği tasvir, Kemal Tahir’in “devletin kadrosuzluğunun problem teşkil ettiği” fikrini desteklemekte. Kemal Tahir’in “idareci kadroların vergi verenlerce denetlenmesini sağlayacak köklü örgütler kurulamadığı” dediği sorun, hikâyede savcı ile doktorun keşfe gitmeyip iki candarma göndermesi vesilesiyle barizleşiyor. İki candarma bu soruşturma için kifayet etmemiş görünüyor. Zira hem cesedin muayene için kasabaya götürülmesi gerekmiştir ve hem de zanlıların tutuklanmaları. İki işi birden yapamayacaklarıiçin cesedi ihtiyar kadın tek başına götürecektir: “Gece olduktan sonra yalnızca yola düzüldü. Candarmalar daha evvel muhtarı, imamı, Savrukların Hüseyin'i birbirine bağlayarak önlerine katmışlar ve yollanmışlardı.”

İhtiyar kadının olan bitenler karşısında sürekli hırpalandığı söylenmeli. Zira candarmalar gelince Ağayı ihbar etmesi halinde yaşayamayacağının farkındadır: “-Ben kimseden davacı değilim!- dedi. -Oğlun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?- sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele ediyordu (...) Sonra Mehmet geri gelecek değildi, Mevlüt Ağa'yı düşman etmekten de hayır çıkmazdı; sonra köyde açlıktan ölürdü. Onun için hep inkar etti.” (ALİ, 2010: 11). Ancak candarmalar da ona bu yaşlı başında eziyet etmekteydi: “Candarmanın biri ayağıyla hafifçe arkasından dokundu: -Kalk bakalım!- dedi. Kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi, ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı.” (ALİ, 2010: 11- 12). Candarma cesedi götürmek görevini başkasına verebilirdi. Hikâyenin sonunda ihtiyar kadın, acısına ve cesedin kokusuna dayanamaz, yığılıp ölür. Kağnı, üzerindeki cesedi iki yana çarparak yoluna devam eder.

Hikâyede madunun dramı anlatılmakta. Fakirlik dehşet boyuttadır. Yaşlı kadının oğlu tarla meselesi yüzünden öldürülür. Köyde devletin hukuk koyucu iradesi işlemez. Yaşlı kadın sindirilir. Cesed “Ancak yarım metre kadar toprağın altında”dır. Demek ki köyde ölüye/maneviyata saygı da yoktur.

Diğer taraftan devlet de gerekli kurumlar/örgütler ve kadrolar teşkilinde yetersizdir.Karakol altı saat uzaktadır ve devriye aralığı hukuku işletecek imkana sahip değildir. Bu, yerelde kanun tanımayan despotlar üretmektedir. Bürokraside ihmal ve tıkanma vardır. Savcı ve Hükümet Tabibi, Ağustos sıcağında at üstünde keşfe çıkmayı göze alamamışlardır. Aydın-bürokrat köylünün derdine yakın değildir. Hikâyedeki Candarma ihtiyar kadına hürmetkâr görülmez. Ayrıca devlet yavaş çalışmaktadır ve bu yavaşlık ahalinin geçimine meşakkat vermektedir: “Hükümet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti. O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman daha gençti de...” (ALİ, 2010: 11).

Farabi’ye göre “Her insan, yaşamak ve üstün mükemmeliyetlere ulaşmak için yaradılışta bir çok şeylere muhtaç olup bunların hepsini tek başına sağlıyamaz. Her insan bunun için çok kimselerin bir araya gelmesine muhtaçtır” (FARABİ, 1990: 79). Anlaşılan o ki, devletler, “birarada bulunma zorunluluğu”ndan neşet ediyor. Bununla beraber İbn Haldun da, devletlerin madunları muktedirlere üstün tutarak yaşayacaklarını söylemekteydi. O halde, madunun hakkını kim koruyacaksa devleti de o yaşatacak.

KAYNAKÇA:

-ALİ Sabahattin, Kağnı-Ses-Esirler, Yapı Kredi Yayınları, 2010

-FARABİ, El Medinetü’l Fâzıla, MEB Yayınları, 1990

-TAHİR Kemal, Notlar/ Osmanlılık-Bizans, Bağlam Yayınları, 1992