Müslüman düşüncede yeni bir paradigma üretilmesi gereğinden söz ediliyor. Bu durum İslamcılık kavramının günümüz Müslümanlarının değer/kulluk/ahlâk/amel/içtimailik aidiyetlerini karşılayamadığı iddiasının neticesi olarak gündeme gelmektedir. Yeni bir paradigma için öncelikle adlandırma/ adlandırılma meselemizi itikadî arkaplandan bakarak konuşmak gerekmektedir. Topluma, Müslüman olmaklığa nasıl bakmaktayız. Bu sorgulama, beraber yürüyeceğimiz muhatabımızın kim olduğu meselesine ve toplumsal hareketin başlayacağı zemini anlamlandırmaya bir cevap olacaktır.
Müslümanlar aynı değere inanıyorlar, aynı şekilde Allah’a kulluk ediyorlar, aynı ahlâkî umdelere sahipler, aynı şekilde amel etmekle mükellefler, aynı içtimaî yapıları inşa ile muvazzaflar. Örneğin “onların işleri şura iledir” (42: 38) beyanı Müslümanların istişare etmeleri gereğini yapısallaştırır. “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe Birr’e eremezsiniz” (3: 92) beyanı tasadduk etmenin gönlü malın hasından ve Allah’tan uzaklaştıranından koparılarak yapılmasını ahlakileştirir. “Onlar Allah’a verdikleri ahidleri yerine getiren ve verdikleri misakdan caymayanlardır” (13: 20) beyanı Müslüman adamın değer dünyasını ve Allah ile rabıtasının sahihliğini/ akidesinin müstakim bir sıratta yürüdüğünü gösterir. Müslüman adamda bu ilkeleri hayata geçirmede bazen sıkıntılı sürçmeler olabilir. İnsan günahkârdır. Hata yapabilir. Günah, Müslüman bir şahsiyeti, üretilmiş bir kavramla “ikincilleştirmenin” gerekçesi yapılabilir mi? Bunun ne derece korkunç sonuçlar üretebileceğini farkedebiliyor muyuz?
Hz. Aişe (ra) İfk iftirasının müsebbibi olan hadisede bir suçu olmadığı halde üzerine atılmış leke konusunda Hz. Peygamber (asv)’in “Hayır, ey Aişe, vallahi, sen böyle bir şey yapmamışsındır. Allah seni temizleyecek!” demesini beklemiştir muhtemelen. Yahut babası Hz. Ebubekir (ra)’e yöneldiğinde ondan bir destek almak istemiştir; “Kızım senin namusuna itimadım sonsuzdur, hakikat ortaya çıkacaktır!” şeklinde şefkat sözleriyle okşanmayı. Ama bu gelmemiştir. Aişe’yi Allah’tan başka kimse doğrulamamıştır. Böylece görüyoruz ki, Müslüman toplumda zahire çıkmış hadiseler ve ameldeki noksanlıklar sonrasında, toplumsal alanda ahlâk timsali şahsiyetlerin duruşları, hakikat karşısında eksik kalmaktadır. Ya ayet inmeseydi? Bütün sorunumuz bu sorunun sorulma sebebine aittir. Muttaki adamın hayat içindeki doğrultusu, zahirdeki haklılığı, onun şüphe ve zann içeren bir dünya kurgulamasına yol vermeyecektir. Eğer ayet inmese idi, Aişe, hayat boyu temizleyemeyeceği bir lekenin taşıyıcısı olarak Müslüman toplumun ahlâk temelli kuşkusunun mağduru olacaktı. Oysa gerek Hz. Peygamber ve gerek ise Hz. Ebubekir ahlâk, doğruluk, adalet, merhamet, hakka teslimiyet konusunda kendisinden şüphe edilemeyecek durumdalardı. Niçin müdafaa etmediler? Ya ayet inmese idi? Hz. Aişe, ayet inince babasının “Hz. Peygamber’e teşekkür et” sözüne “Vallahi Allah’tan başka kimseye teşekkür borcum yoktur” diyecektir. Allah hakkında bilmediğimiz bir şey üzerinde zann ederek hareket etmenin ortaya çıkaracağı bunalıma bu hadise ile işaret etmiştir. İnsanların ikrarı ile bağlıyız. İslam, bir itham mekanizması değil, itiraf ve temizlenme ahlâkı ile kaim bir din olarak gelmiştir. Zekat, tezkiye kavramları temizlemek, arınmak anlamlarındandır ve bu manada konumuzla ilintilidir. Ze-kâ kavramı da temizlik, paklık, saflık, bilincin arınması anlamlarına havidir. Böylece anlıyoruz ki, toplumsal yaşamın yönelişi itham/ casusluk/ fişleme esaslı değil, arınma/ bereket/ çoğalma/ temizlenme eğilimlidir. İfk hadisesinde söylentiyi yayan kişiye evvelki yıllardan beri infak eden Hz. Ebubekir (ra)’in infakını keseceğine dair kararının da vahiyle engellendiğine bakarak diyebiliriz ki, İslam, toplumu ahlâki zaaflar nedeniyle ötekileştiren bir bölünmeye uğratmamaktadır. Kızı hakkında iftira yayan adama infakı devam ettirmek, bu arınış arayışının boyutunu gösterir. İslamcılık tartışmalarında bu dikkati göremediğimizi düşünüyorum.
Günümüz yazarları Müslüman kavramının yetersizliğini vurgulayan yazılar yazarak “İslamcılık” gibi bir kavramın Müslüman kavramından daha öncelikli olarak kullanılması gerektiğinden bahsetmektedir. Bu yazılardan birisinde sayın yazar İslamcılık kavramını Müslümanlığın yerine kullanmadığına işaret ediyor gerçi; ama Müslüman kavramının işlevsel daralmasının da İslamcılık tabirinin önünü açtığı fikrinden vazgeçemiyor:“İslamcılığı “bazı bağlamlarda” Müslüman kavramındaki “işlevsel daralmanın” bir sonucu olarak gördüğümü söylerken, İslamcılık kavramını Müslümanlığın yerine geçecek bir alternatif olarak önermiş olmuyorum. Ayrıca kavramın işlevsel daralması kavramın kendi yetersizliğinden değil, onu kullananların yanlış kullanmalarından kaynaklanır.” Yazara göre İslamcılık diye teşhis edilmiş bir siyasallık var ama, bu akımın önde giden aktörleri İslamcılık tabirini nominal olarak üstlenmek istemiyor ve ısrarla kendilerini Müslüman kavramı ile tavsif ediyor. Yazar bu nominalizmi anlayamadığını söylüyor. Yazının çelişkisi, İslamcılık kavramını tüm zorlamaya rağmen üstlenmeyenleri illa bu kavramın içinde değerlendirmeye dair endişeden kaynaklanıyor. Yazara göre “bir soyutlama yoluyla da olsa İslamcı diye teşhis edilebilecek bir hareket var ve bu hareket Türkiye’yi otoriter bir rejim olmaktan daha açık, daha demokratik daha “iyi” bir noktaya doğru değiştirdi, geliştirdi.” Yazar bununla bir tanım getirmiş oluyor. Dahası getirdiği tanım aslında bir iman/Müslüman tanımı oluyor. Yazara göre 1) Hakiki Müslümanlık vardır; 2) İslamcılığı Batı emperyalizmine karşı tepkiye indiren bir bakış açısı vardır; 3) İslamcılık temelde sözümona Müslümanlara karşı bir harekettir; 4) İslam’ın ilk zamanlarından beri varolan bu hareketin adı İslamcılık olmasa da kendisi/özü İslamcılıktır: “İnsanlar Müslümanım dedikleri halde Kur’an’ı hayatlarındaki tek rehber olarak benimsememişlerse, Müslümanlıktan anlaşılan yerini bulmamış demektir. Müslümanım dedikleri halde ırkçılık, sınıfçılık, bölgecilik, zümrecilik, kabilecilik, aşiretçilik yapanlar, yapmaya devam edenler Müslüman olmaktan birşey anlamamışlar demektir. İslamcılığı modern şartlarda Batı emperyalizmine karşı bir tepkiye indirgeyip marjinalleştirmeye çalışanların İslamcılık tanımı çok dar ve fazla yüzeysel. İslamcı tepki asıl Müslümanların yozlaşmasına, İslam’ın değerlerinden uzaklaşmalarına, Müslümanım diyenlerin İslam'ın en temel değerleriyle çelişen tutumlar içine girmesine karşı verilen bir tepkidir. Münhasıran Batı’ya veya Müslüman olmayanlara karşı olmaktan ziyade veya bundan önce İslam’dan başka yollara tevessül eden sözümona Müslümanlara karşı bir harekettir İslamcılık. Bu haliyle de İslam’ın ilk zamanlarından itibaren sürekli ortaya çıkmıştır, adına İslamcılık denmemiş olsa da.
İkinci yazı, açıkça Müslüman Sıfatı Yetmemiş ifadesi kullanarak “Her müslüman, ismi kullansın kullanmasın –mana, mefhum ve muhteva olarak- islamcı olmak mecburiyetindedir.” hükmüne varıyor. Bu ikinci yazıda Fussilet Sûresi 33. ayetteki “Allah’a davet eden, salih amel sahibi olan ve ‘şüphesiz ben müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir!?” beyanı bazı şartlara bağlanıyor. Yazara göre İmam Maturidi; bu sözün (Müslümanım sözünün) güzel olabilmesi için bunu söyleyenin: a) İnsanları Allah’a (İslam’a) davet etmesi, b) Kendisinin de başkalarını davet ettiği İslam’ı eksiksiz uygulaması gerektiği kanaatinde imiş: İmam Ebu Mansur Mâturîdî şöyle diyor: “Allah’a çağırmaktan maksat bir Allah’a kulluğa ve O’nun dinine çağırmaktır; yahut dince iyi ve meşru olanı yapmaya, kötü ve gayr-i meşru olanı terk etmeye çağırmaktır; bunu hem kendisi uygulayacak hem de başkalarını ona davet edecektir. Bu ifade bütün iyi, güzel ve hayırlı olan şeyleri ve Allah’a itaatın tamamını ihtiva etmektedir.” Müslüman kavramı yetmez diyen bu ikinci yazıda delil olarak birkaç iddia serdedilmiştir: 1) İmanda ve amelde farklı anlayışlar, usul ve uygulamalar olmuştur. Bunları benimseyenlerin bir kısmına “sünni”, diğer kısmına “gayr-ı sünni” denmiştir; 2) Sünniler içinde bile Müslüman kavramı yetmemiş, selefi, Eş’arî, Maturîdî, Nakşî, Kadirî, Mevlevî, Rıfaî, vs. sıfatları eklenmiştir; 3) Her bölükte müçtehid, mukallid, müttebi Müslümanlar olmuştur; 4) İbadet/ muamelat/ ahlâk meselesinde salih, kamil sıfatlı Müslümanlar olduğu gibi, fâsık, facir, günahkâr sıfatları da eklenmiştir. Böylece anlıyoruz ki yazar, Müslüman kavramının yetmediği fikrinden hareketle daha kâmil Müslümanlığı ifade etmek için İslamcı kavramını kullanmak gerekliliğine kânidir. Yazara göre Müslüman kavramı eksiktir, kemâli gözetmeyenler hata ederler: “Müslüman kelimesi/sıfatı yeterli diyenler önemli bir hususu/sakıncayı gözardı ediyorlar: Eksiğinin farkında olmadan, kamil olanla ilgilenmeden, kendi halinden memnun olarak hayatına devam eden “eksikli Müslüman” için kendini ıslah ve ikmal kapıları kapanmış olur.”
İfk hadisesinde ayet inmeseydi hakikat bilinemeyecekti. Günaha ve emarelere bakarak hareket etmemizin önü kapatılmış görünmektedir. Müslüman toplumlar günah işlemekten arınmış saf ahlâk toplumları da değildir. Amele bakarak imanı belirleme anlamına gelebilecek ifadelerin Kur’anî delili de yoktur. Fıkh-ı Ekber’de iman: “Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah Teâlâ tarafından getirdiği kesin olarak bilinen hususların küllünü kalp ile tasdik dil ile ikrar etmek” şeklinde tanımlanmıştır. İmam-ı Azam,“amel işlemeyen tasdiki kaybetmiş olmaz, amel olmadan da tasdik mevcuttur” demekle imanı amelden ayrı tutmuştur. Ameldeki eksikliğin, işlenen günahın Müslüman’ı “imânsız” bırakmayacağı asıldır. İslam düşüncesi açısından “sözde Müslüman” ya da “eksikli Müslüman” kategorisi bulunmamaktadır. Zira münafık da olsalar Müslümanlıklarını ikrar edenler Müslümanlık dairesinden çıkmamaktadır. Eğer Kur’an temelli bir İslam düşüncesine aidiyet kesbedeceksek Kur’an’ın Müslüman kavramının yetersizliğini kemâlatı işaret etmek bakımından ele aldığını göreceğiz. Kur’an’ın, Müslüman’ı Mü’min kavramı ile tamamladığını kabul etmekten başka çaremiz yok. Kur’an’da inanç öbekleri de siyasi manada 1) Müslüman; 2) Kafir; 3) Ehl-i Kitap/ zimmet ehli, şeklinde tanımlanmıştır. Kur’an Müslümanlardaki eksikliği başka bir kavramla tavsif etmemiş olduğu halde, kemâli Mü’min kavramı ile vasıflamayı seçmiştir. Bilindiği gibi bedeviler imanlarını delil gösterince Allah onlar hakkında “iman ettik demeyin islam olduk/ eslem-nâ, deyin” (49: 14) buyurmuştur. Kur’an Müslümanlara nifağa düşme tehlikesini hatırlatmış ama iman iddiasında bulunan hata/günah sahiplerine Münafık adı ile değil Müslüman adı ile hitap etmiştir. Ebu Zer, Hz. Peygamber’e günahkârların durumunu sorduğunda “La ilahe illallah” diyen ve bu ikrarla ölenlerin mutlaka cennete girecekleri cevabını almıştır. Ebu Zer dördüncü kere büyük günahlar işleyenlerin durumunu sorduğunda “Ebu Zer patlasa da cennete girecektir” cevabı verilmiştir.
İslamcılık tartışmaları “Mü’min olmak”lığı hayatın mihveri kılmak istiyor. Ancak üretilen kavramlar Kur’an dışı adlandırmalar olmaktan kurtulamıyor. Hz. Peygamber’in İslamcılığını iddia edebilecek kadar işi politize eden bir dilin Kur’an’ın Mü’min kavramına razı olmaması; Müslüman adını ahlâk- ameli eksik adamlara lâyık görüp kendine Kur’an’dan beslenmeyen “İslamcı” adını takdir etmesi hüzün vericidir. Şunu hatırlatmak isterim ki, ad almak hakimiyet altına girmektir. En güzel isimler Allah’a aittir. Müslüman adını önce bizim almamız, buna razı olmamız gerekiyor. Yeni bir paradigma belki buradan başlayabilir.