Oryantalizmin en büyük başarısı, “fetih” diyen bir toplumu “devrim” diyen bir yığına dönüştürmek oldu. Böylece kendi toplumlarına yönelik riski, Müslüman toplumların iktidarlarına çevirmeyi başarabildi.
Batı ile kadim bir kavgamız var. Kavramlarımız bu kavgayı unutturabilir ya da örtebilir. Ama Batı ile bitmemiş bir hesaplaşmamız var. Bu hesaplaşma modernitenin Anadolu’da harekete geçmiş Müslüman varlığına karşı üretilmesi nedeniyle kaçınılmazdır. İslam ile Batı arasında bir çelişki yürümektedir.
Türk düşüncesi ve edebiyatı, meselesini toplum içi çelişkiler ile mi; toplumlar arası çelişkiler ile mi açıklayacağı hususunda erken dönem Cumhuriyet algısının ortaya çıktığı zamandan beri tartışıyor. Doğu-Batı diyalektiği perspektifinde bakıldığında temel çelişki, sınıflar üstü toplum varlığı ile sınıflı toplumsal düzenler arasında yaşanmaktadır. Türkiye’deki toplum, 13. Yüzyıldan beridir burada asalak bir dünya krallığı kurmuş sınıflı toplum düzenleri ile kavgalıdır. Türkiye, toplum içi çelişkilerin temel sayılması durumunda Batı ile çelişkisini unutmaya zorlanıyor. Türkiye’deki toplum varlığının sınıflı bir toplum düzeni olan Batı ile kavga ederken, Doğu’da yapılaşmış bir tür feodalizmin kendisi ile kavgasına da cevap üretmeye mecbur kalması düşüncenin krizidir. Batı’ya yürüyen bir Doğu’yuz. Doğu’ya ait olmayan bir Doğu ve Batı’yla kavgalı bir Batı’yız. Edebiyatımız bu noktadan neşet etmiştir.
Batı toplum felsefelerinde toplum yapılarına yönelik iki temel karakteristik davranış var: 1) Sınıf çatışması, 2) Haçlı Seferi-Sömürgecilik.Bu iki olgusal durumun özellikle Osmanlı aydınlarında analiz edildiğini söylemek güç. Bu nedenle Batı toplumlarının kırdan kente evrilen çatışmacı yapısının içinde gelişmiş fikirlerin eski/köhne ekonomik yapıları çözmesi tarihin yürüyüşü gibi algılandı. Osmanlı aydınları kendi kır toplumlarında yaşanacak uygarlığa yönelik bir çözülmeyi ısrarla aradı. Şerif Mardin’in zikrettiğine göre Namık Kemal “Ticaret bir garîb i’tibar buldu. Bin şirketten servetli adamlar, bin devletten kuvvetli şirketler peydâ ediyor. Biz ne zaman ibret-bîn olmaya başlayacağız?” diyormuş. Şerif Mardin, Yeni Osmanlıların fikrî kaynaklarının kısmen İslamî olduğundan bahseder. İrade-i cüz’iyye terimini kullanan Yeni Osmanlıların bununla Allah’ın insan faaliyetleri üzerinde sadece cüz’i bir kontrolü olduğuna işaret ettiğinden bahseder. Böylece bu felsefe ile kaderciliğe karşı çalışmayı, baskıcı yönetime karşı çıkmayı önerebilmişlerdir. Mardin’e göre Yeni Osmanlılar 1) maddi ilerlemeye yönelik hayranlık ve 2) yenilik arzusunu bağladıkları aktivizm ile “niceliksel bir gelişmenin sonucu olan niteliksel bir değişime” varıyorlardı. Eğer, modernleşme ruhuna aktivizm önermek zorunda kalmadan daha pürüzsüz bir kavramsal şema geliştirebilselerdi hakiki bir modernist İslamî senteze varabilirlerdi. Zamana ihtiyaçları vardı, ama onlara nefes alma fırsatı verilmedi. Ayrıca ulema arasındaki incelikli düşünce ve davranıştaki düşüş sürecine göz yumuldu. (MARDİN, 1996: 454).
Batı toplumlarının, 1453 İstanbul’un Fethi tarihinden başlayarak bütün dünyaya yönelik Hıristiyan/Haçlı Sömürgecilik tasavvuru ile hareket ettiğinin en büyük delili Müslümanların 1492’de Avrupa’dan çıkarılmalarıdır. Bazıları buna “Yahudilerin de Avrupa’dan çıkarıldığı” itirazını getirmeleri bu gerçeği değiştirmez. Zira Marks’ın “Yahudi Sorunu”nda dile getirdiği gibi, Hıristiyanlık, Yahudiliğin ters çevrilmiş ötekisidir. Bu tersine çevrilmişlik ve diyalektik, aynı zamanda Batı toplumlarının sınıfsal çelişkilerinin diğer kutbunu temsil eder. Yani Batı toplum felsefelerinde yer alan çatışmacı doğa, Batı toplumlarının Judeo-Christ niteliğinin yansımasıdır. Antik Yunan edebiyatından beri Batı, “Tanrıların trajedisi ve savaşı” meselesinden hareket etmektedir. Bu çerçevede söylemek gerekir ki, Yahudilik Avrupa’dan çıkarılmamıştır. Onlar eliyle İslam topraklarına girilmiştir. Batı’daki Yahudi hırsının maruz kaldığı trajedi ile Hristiyan akılsallığın saçması hem birbiriyle çatışır ve hem de ikisinin de varoluşu için imkan sağlar. Batılı zihnin burjuva ile proleter, feodal ile köle arasındaki diyalektiği koruması
Osmanlı’nın Doğu’ya ait olmayan bir Doğu ve Batı’yı kabul etmeyen bir Batı algısı üretmesi, her iki ekonomi-düzeninin dışında bir iktisat ve adalet anlayışı getirmesi ile imkan kazandı. Bu topraklarda heterodoksiyi üretim temelinde ele alıp kimliğinde şekillendirici davranmayan bir İslam düşüncesi geliştirildi. Anadolu’da adalet ve İslam’ı temsil eden kad’a sistemi toplumla akıde perspektifinde konuşmamış, üretim perspektifinde konuşmuştur. Bir diğer anlatımıyla Anadolu’da akıde, tımarda kalmaya razı olduğu müddetçe heterodoksi ile çatışmamış, kimlik giydirmemiştir. Bu tavır, Kadızadelilere değin Anadolu’da adalet ve iktisat nizamının temel yaklaşımıydı.
Osmanlı’dan önce tarihsel köklerini büyük idealara bağlayan etnisiteler Bizansın “elinde” Batı’ya karşı varlıklarını yitirmişlerdi. Bugün de durumun aynı olduğu ifade edilebilir. Mevcut insana iktisadî bir nazarla bakan bir İslam algısı Anadolu’da yerlilik üretti. İslam’ın Anadolu’da yerlilik üretmesi Doğu’nun asalak Batı’ya meydan okumasıdır.Anadolu’daki kadim kavimlerin başaramadığı budur. Horasan’dan gelenlerin Anadolu’ya girerken göçebe oldukları ve Anadolu’da “yabancı” unsur olarak bulundukları açıktı. Horasan göçebelerinin Anadolu’da adalet üretmesi ve Anadolu insanı ile terkibe girmesi, iktisat zihnî temelinde üretilmiş bir İslam algısı geliştirmesi onları burada yerli kılmıştır.
Erken dönem Cumhuriyet öyküsü meselesine böyle bir girizgâh yapmamızın sebebi Müslüman toplumlarda “adalet” ya da “sosyal adalet” mefhumunun Batı toplumlarında temellendirildiği gibi olmadığına işaret etmektir. Müslüman toplumlarda adalet kavramı ne sınıf çatışmaları, ne feodal baskılar ve ne de devlet ceberrutluğu ile ele alınamaz. Müslüman düşünce ekseninde asıl çatışmanın hak ile batıl arasında olduğu ifade edilebilir. Dolayısıyla bizim toplumlarımızda adalet, ifadesini, “sosyal adalet” tasavvurunda bulmayacaktır. Hak mefhumuna dayanmayan bir adalet fikrinin İslam düşüncesi çerçevesinde bir yeri bulunmamaktadır. Anadolu açısından adalet mefhumunun bir ayrıcalığı olduğu görünüyor: Adalet Anadolu’da bir geçim ve nizam modelidir. Anadolu’da adalet, Batı’nın bu topraklardan kovulmasıyla başlar. Yine Anadolu’da adalet toprağa aşiretlerin değil, Farabi’nin hane dediği işletmelerin zilyedliği ile ilgilidir. Buna göre Anadolu’da adalet ne Batı’nın proleterleştirme siyasetine ve ne de Doğu’nun marabalaştırma iştiyakına boyun eğmez.
Türk edebiyatı Osmanlı yıkılırken Anadolu’daki bu iki sapmanın belgeliğini yapmıştır. Ama ideal olanı yeterince göstermemiştir. Bunu göstermiş olan Memduh Şevket Esendal, Kemal Tahir gibi mensuplarını da görmemiştir.
Cumhuriyet öncesindeki toplumsal sistemde tarımsal yapının güçlü konumu, Batı toplumlarında endüstrileşmenin etkisiyle ortaya çıkan “Sosyal Devlet” ve “Sosyal Politika” kavramlarının üretilmesine izin vermedi. “Sosyal Adalet” mefhumu, Sanayi devrimi ile ortaya çıkan muazzam zenginliğe karşılık bu zenginliği yaratan emekçilerin yaşadığı büyük sefalet ve yabancılaşma sorunlarına çözüm arayışının kavramsal ifadesidir. Endüstriyalizm üretilince, liberal filozoflar kapitalizmi muhafaza ederek, kapitalizme has sorunları giderecek bir politika geliştirilmesi gerektiği fikrine vardılar. Endüstriyalizm Batı toplumlarının çift karakterine uygun bir biçimlenmeydi: 1) Sınıf çatışması içeriyordu, 2) Dünyanın Sömürgeleştirilmesi için Haçlı Seferi etkisine sahipti. Bu nedenle modern toplumun, Anadolu’da ortaya çıkan İslam algısı ve İstanbul’un Fethi meselesiyle yakın ilgisi vardır. Modernizm, İslam’ın Avrupa’ya ilerlemesinin mecburi bir sonucudur. Avrupa Endülüs ve İstanbul arasında sıkışmışlığını feodalizm ile aşamayacağını bildiği için yahudileşmekten başka bir çıkış bulamadı. Kapitalizm-modernizm İslam’a bir cevaptı.
Müslüman bir toplumda Sosyal Adalet kavramı etrafında düşünmekle, doğu toplumlarının sınıflı toplum yapıları edinmesi arasında bir bağlantı kurulmaktadır. Müslüman düşünür, “sosyal adaleti nasıl sağlarız?” sorusu ile kendi toplumuna bir batılı gibi bakmak zorunluluğu hisseder. “Batının tekniğini almak”, Batının araç ve gereçlerine açılmak ve istilaya uğramakla eş anlamlı gibidir.
Müslüman toplumlarda adalet, Sosyal Adalet, Siyasi Adalet, Cemaatik Adalet, vb. parçalanmışlıklarla ele alınamaz. Müslüman toplumlarda bir tek adalet vardır: Hak geldi Batıl zail oldu. Bu nedenle Anadolu’da adalet, Anadolu aleviliğini ve sünniliğini ihata eden ve bir üretim ideolojisi-nizamı olan tımar sistemi ile sağlanmaya çalışılmıştır. Sağlanmaya diyorum, çünkü burada sisteme girmek istemeyen aşiretler, otonomî kazanmaya çalışan sülaleler, kapitalist birikimi sağlamaya çalışan uyanıklar ve derebeylik-eşkiyalık temayülü gösteren kanunsuzlar vardı. Avrupa ile yoğun ilişkileri bulunan ve tarımdaki üretim-adalet biçiminden rant kazanamayan kapitalist çevreler bulunmaktaydı. Ancak tarımın üstünde genel anlamıyla bir idarî sistem olduğu kesindi. Bu sistem Anadolu insanının kapitalizme yönelmemesini, burjuvaların ortaya çıkmamasını sağlamış olduğundan ATÜT gibi bir kavram üretilmiştir. Müslüman adalet mefhumunun üretim organizasyonu olduğunu ve bunun kapitalizme ve feodalizme izin vermediğini akılda tutmak gerekiyor.
Türk edebiyatının Sosyal Adalet mefhumu ile ilintisi, Anadolu’nun kapitalize edilememesi ama aynı zamanda ulus-devlet inşaı ile de modernizme sürüklenmesi meselesinde ortaya çıkmaktadır. Türk düşünce sahasının bu noktada cevap vermesi gereken iki sorun şudur: 1) Anadolu halkı ulus-devlet tarafından mı modernize edilmeliydi, kapitalizm tarafından mı? 2) Anadolu halkı kapitalizm tarafından modernize edilmeye, kentlere gelerek geleneklerini terketmeye niye razı oldu? Bu iki sorunun sorulmasının şöyle bir anlamı vardır: Türk yazarının Anadolu’daki toplumsal yapıyı anlamlandırma kabiliyeti zaafa uğradıkça teorik manada Batı’ya karşı konumlanmış bir Doğu ya da “Yerlilik” sorunsalı kalmamıştır. Türk edebiyatı hikaye üzerinden Memduh Şevket Esendal’ın “ufkî medeniyet” ve Kemal Tahir’in “Doğu” paradigmasını yitirmiştir.
Bu nedenle, Sosyal Adalet mefhumu, bir manada Anadolu halkının “kapitalizm tarafından modernize edilmesine direnç göstermiyorum” demesinin bir başka ifadesidir. Bütün dünyada kapitalizm, yerel halkları ulus-devletlerin modernizasyonuna benzer şekillerde dönüştürmüştür. Anadolu halkının kapitalizme kültürel anlamda yenilgisi, yapısını gönüllü olarak bozması, dıştan gelen etkiye direnç göstermemesi iktisadî kazanımlara kavuşma umudunu taşımasının tabii bir sonucudur. Ancak bunlar başka tartışmaların konuları olduğu için sadece değinmekle yetiniyorum. Vurgulamak istediğim mesele şudur: Anadolu’da Batı sosyal biliminin kavramlarının açıklayamayacağı toplumsal öbekler ve sosyal davranışlar bulunmaktadır. Bu olgu, Batı’lı kavramlarla izaha kavuşamaz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte Anadolu’da dört temel sosyolojik vakıa ortaya çıktı: 1) Anadolu kırındaki adalet mekanizması yaklaşık olarak 150-200 yıllık süreçte kırılmaya uğradı. 2) Anadolu kırında adaleti/üretimi ayağa kaldıracak erkek nüfus kaybedildi. 3) Anadolu dışındaki Müslüman nüfus kimliğini korumak için Anadolu’ya çekildi. 4) Anadolu kırından kentlere yönelik hareketlilik aydın üretiminin tabii sonucu oldu. Bu nedenle Türkiye’de düşünce adamı halkın organik aydını değildir; topluma yabancı bir bilgi disiplininin taşıyıcısıdır. Halkın kültürel değerlerini folklorik düzeyde görür.
Türk edebiyatı, Anadolu’daki bu dörtlü sürecin yanında üretildi. Erken dönem edebiyatın toplumsal değişimi anlamak bakımından “belge” niteliği tartışılamaz. Dolayısıyla, erken dönem hikâye okumalarının bir ideolojik kalıba yönelik olarak gelişmesi, belgeleri karartma yaklaşımı sayılmalıdır. Erken dönem edebiyatın devlet-halk gerginlikleri, din-iktisat ilişkileri, adalet arayışları, yerel eşkiyalığın/kanunsuzluğun sergilenmesi, kapitalistleşme niyetleri, vb. unsurlar bakımından eleştirilmesi kaçınılmazdır. Türk edebiyatına Türkiye’nin kendine özgü bir toplum olduğu, bu yüzden çatışma kuramı üzerinden bakılamayacağını savunuyoruz: sınıf çatışmaları, devlet-halk çatışmaları, din-devlet çatışmaları Türkiye’nin kendine özgü bir toplum olduğu gerçeğini örtmektedir. Bu yaklaşıma karşı edebiyat eleştirisinin özel bir yöntem ve açıklama modeli gerektirdiği söylenebilir.
-MARDİN Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, 1996