Menu
MESUT İNSANLAR MAHALLESİ: ZİYA OSMAN SABA
Deneme/İnceleme/Eleştiri • MESUT İNSANLAR MAHALLESİ: ZİYA OSMAN SABA

MESUT İNSANLAR MAHALLESİ: ZİYA OSMAN SABA

Z. O. Saba’nın saadet arayışını değerlendiren yazarlar, O’nun çocuk yaşlarında iken annesini kaybetmesini bu arayışın nedeni sayarlar. Yaşar Nabi bu hususu açıkça ifade ederek “Daha ilk çocukluk şiirlerinde kendini gösteren bu ölüme yakınlık, bu mezar özlemi sanırım ki annesiyle babasını küçük yaşta kaybedişi ile yakından ilgilidir” der (NAYIR, 1991: 9). Ziya Osman Saba’nın hayatında annesini küçük yaşlarda kaybetmesinin elbette önemli bir etkisi olmuştu. Ancak henüz ‘ölüm’ gerçeğinin farkında olmayan bir çocuğun hayatından kayboluveren ‘anne’ onun tüm şiirini belirlemiştir, denilebilir mi?

“Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” hikayesinde anlatıcı o akşam işinden çıkıp Galatasaray’a kadar yürüyen kahramanın (Ziya Osman Saba’nın kendisidir) hissiyat ve gözlemlerini aktarır. Bu yürüyüş en nihayette bir fotoğrafçıda sonlanacaktır. Hikaye, fotoğrafçının kahramanının mutsuz görüntüsü karşısında ani bir kararla fotoğrafı çekemeyeceğini belirtmesiyle bitiyor. Yazar, fotoğrafçının tavrını, sanatın ve mesleklerin insan saadetini sağlamak görevine bağlayarak modern zamanlarda anlaşılamayacak bir “değer”le tanımlamış oluyor. Bunun zorlama bir yorum olmadığını hikayenin içinde zikredilmiş hissiyatlardan ve tasvirlerden anlayabiliyoruz: “Sanki bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk, türlü türlü yemişler, mesela şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa’dan getirilmiş boza şişeleri. Bu yemekten birkaç saat sonra, bir babanın; ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev’i şahsına münhasır saadet değil de nedir?” (SABA, 1992: 6). Bu soru ile yazar saadeti modernleşme mantığının dışında bir akılsallıkla cevaplıyor. Z. O. Saba bu hikayesinde akşam yemeğinden sonra babanın ikram edeceği bir bozanın saadet olduğunu ifade ederek modern kültürün haz, şehvet, tüketim talebinin dışında bir mutluluk felsefesi geliştiriyor gibidir. Hikayenin başından itibaren anlatıcı, saadeti bir eş ve paylaşılan ev ile birlikte anmakta, yalnızlığı ya da kimsesizliği mutsuzlukla eş değer görmektedir. Kimsesiz kalmak öyle bir derttir ki “insan sadece seveceği bir kadınla bile mesut olabilir” hükmü hikayenin altında sürekli vurgulanır; mutsuzluk sokaklarda yalnız kalmakla eş değer kılınır. Z. O. Saba, sokaklardaki yalnızlığı mutsuzluk saymasını hikayesinde açığa çıkartmaktadır. “Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler (...) ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı” (SABA, 1992: 5) diyerek yalnızlığını vurgulayan anlatıcı; “Fotoğrafçı (...) fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim” (SABA, 1992: 7) şeklinde gelişen bir iç konuşma ile yalnızlıkla mutsuzluk arasında da bire bir irtibat kurar.

Saba’nın hikayesi ile şiiri bir bütün halinde inşa etmiş ender sanatçılardan olduğunu hatırlamak, hikayesindeki duygularının şiiri ile teyid edilmesini mümkün kılmaktadır. Mütevazi ve kanaatkâr saadete dair duyguyu “Evim, Karım, Çocuğum” başlıklı şiirinde oldukça net ifadelerle görürüz. Şair, fakir mahallede bir göz odada karısı ve çocuğu ile mutlu olunabileceğinden bahsetmektedir:

EVİM, KARIM, ÇOCUĞUM

Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı, /Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu.
Arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu. /Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım.



Kapıyı ben çalmadan açıverirdi karım. /Her akşam tekrarlardım onun güzel adını.

Boynuma atılarak: “Baba!...” derdi çocuğum. /Onu göğsüme basıp cevap verirdim: “Yavrum”

(SABA, [Geçen Zaman’dan, 1941], 1991: 37).

Bu nedenle Yaşar Nabi’nin “ölüme yakınlık, bu mezar özlemi sanırım ki annesiyle babasını küçük yaşta kaybedişi ile yakından ilgilidir” yargısı doğru değildir. Saba’nın saadet arayışının arka planında medeniyet tasavvurunun kuvvetli tesirinden bahsetmek mümkün görünüyor. İmparatorluk merkezi İstanbul’da yaşamış ve hayatında bir kere Paris’e ve bir müddet de tayin olduğu Ankara’ya gitmiş bir yazar olarak Z. Osman, İstanbul hayatını değişmeyen değer biçimleriyle anlatır: Ev, aile, mutlu evlilikler, sevgi, sıradan insanın mütevekkil ve mütebessim teslimiyeti. Ziya Osman’ın “Değişen İstanbul” hayatına karşı geliştirdiği mü’min ve teslim, dünya hırsından uzak, dervişmeşrep ve nihayet ölümle barışık bir tavır var.

Saba’daki tavrın, ölümle yakınlık kurma ve Allah’a bel bağlayış şeklinde bir dile kavuşması, kafasında Osmanlı’nın yıkılışı sonrasında aydınlar arasında başlayan “bunaltı”nın berrak bir çözümle aşıldığını gösteriyor. Kendisini etkileyen şairlerden Necip Fazıl’ın problematiğini kabul ettiğini ama ona yakalanmadığını ifade edebiliriz.“Kaldırımlar şiirinin mısralarında Necip Fazıl, geceleyin “yürüyen bir yolcudur” ve menzili de ölüme doğrulmuştur. Hiç doğmasını istemediği sabahı, ölümle tamamlamak istemektedir: Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim/Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya/Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi; dizelerinde bohem hayatın izlerini yakalamak mümkün görünmüyor. Zaten şair de bu şiirinin yanlış değerlendirildiğini ifade etmiştir: “Şu benim herkese parmak ısırtan “Kaldırımlar”ı göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki, o şiir, kaldırımlarda geceleyen evsiz barksız, sefil bir sınıfın destanı… Hâlbuki o, belki şato sahibi, en nâdide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin, çilekeş (entelektüel)in şiiri… Yirminci asır (entelektüel)ine bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri… Bu kadarını bile anlayan yok… İnsan çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?” (KISAKÜREK, 2010: 19). Mustafa Miyasoğlu da şairin geçirdiği acı hayat tecrübesini ve annesini çocuk yaşta kaybetmesini önemli saymakla beraber Ziya Osman üzerindeki etkinin Necip Fazıl’ın meydana getirdiği atmosfere bağlamaktadır: “Bu dönem şairlerin pek çoğunda Necip Fazıl, Ahmet Hamdi ve Ahmet Kutsi neslinin yoğun etkisi vardır. Ziya Osman da Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932) için yazdığı yazılarda bunu açıkça dile getirir” (MİYASOĞLU, 1987: 4). Böylece Necip Fazıl’ın uzun yıllar boğuştuğu ve ancak Abdülhakîm Arvasî ile tanışarak çözdüğü “bunaltı”, Z. O. Saba’da ölüme yaklaşma biçiminin değişmesi ile aşılır. Ziya Osman, belki de Yunus Emre ve Mevlana okumalarının neticesi akibetle barışır. Çünkü Z. O. Saba’nın şiirlerinde ölüm korkulan bir akibet ya da uzaklaşılması gereken bir his olmaktan çıkar. Ölümle kurbiyet, onu sürekli hatırında tutma, göçtükten sonra sevilenlerle buluşma gibi duygula şiir ve hikayesinin ayrı bir kahramanına dönüşür.

Necip Fazıl’ın evi (Osmanlı İstanbul’u) yıkılınca düştüğü “kaldırımlar”, Ziya Osman için aynı anlamı taşımaz. Çünkü Ziya Osman, “yıkılan evi” politik bir düşünmeye tabi kılmayarak sıradan ve fakir insanın hayatına tercüme etmiştir. Ölümle, ölülerle bir arada yaşayan eski Medeniyet’e mensup biri olarak Müslüman toplumun mekan algısına sığınır. Toprak başlıklı şiirinde: Ne kadar istiyorum, akşamleyin, ezanda,/ Eski bir evde olmak, orda Eyüpsultanda;/ Bir yanda ölmüşlerim, bir yanda kalanlarım/.../ Toprakta yatan annem, eli dizimde karım (SABA, [Geçen Zaman’dan, 1941], 1991: 36) dizelerinde yaşam ile ölüm iç içe ve barışıktır. Bu durum Osmanlı şehir kültüründe mezarların ve kabirlerin semt içlerinde bulunması gerçeği ile de mutabıktır. Bu nedenle Z. O. Saba’nın çocukluğuna ve ilk gençlik yıllarına dönerek kaleme aldığı şiir- hikayelerinde değişmeyeni işaret ettiği söylenebilir. Müslüman toplumun mekan içindeki saadetini, semtleri, evleri, çeşmeleri, mütevazi eşyaları ile medeniyeti anlattığı, naif bir dindarlığı tasvir ettiği açıktır. Z. Osman’ın “ev” ve “eş” fikrine bağladığı saadet, eşin yokluğunda gerçekleşmeyecek bir şey gibidir. Bu çerçevede “evsizlik” Z. O. Saba için tıpkı Necip Fazıl gibi sokağa düşmek ile sonuçlansa da Necip Fazıl’dan farklı bir yön bulur. Z. Osman Necip Fazıl’a benzer “bunaltı”lar yaşadığında Allah’a sığınacaktır:

HER AKŞAMKİ YOLUMDA

Her akşamki yoluma koyulmuş gidiyorum./ Her akşamdan vücudum bu akşam daha yorgun.

Öyle istiyorum ki bu akşam biraz sükûn,/ Bir cami eşiğine yatıversem diyorum



-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!/ Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun;
Bu akşam, artık seni anmayan İstanbulun/ Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.

Sonsuz sessizliğini dinlemek istiyorum./ Bilirim ki taşlığın bir döşek kadar ılık,
Sana az daha yakın yaşamak için artık,/ Rabbim, ben yalnız zeytin ve ekmek istiyorum.

(SABA, [Geçen Zaman’dan, 1941], 1991: 35).

Abdülhak Şinasi Hisar, Z. O. Saba’nın çocukluğunun ona arz- ı mevud görünmesinin sebebinin “medeniyet” fikri olduğunu teslim ediyor görünmektedir. Hisar, “Bu çocukluk zamanlarımızın evleri, münferit ve yalnız kalan evler değildi. Yolları bahçeleri, mesireleri, mahalleleri vardı. Etraflarında bir cemiyet, bir medeniyet, bir mescit, bir mezarlık, bir sebil ve beyaz güvercinler vardı” diyerek Saba’nın şiir ve hikaye dünyasının anahtarını ortaya çıkarmıştı (MİYASOĞLU, 1987: 16). Doğup büyüdüğü İstanbul’a karşı aşırı bir sevgi hissi ile bağlıdır. Okuduğu mektep, askerliğini yaptığı kışla, nikâhının kıyıldığı belediye dairesi hep ordadır. Orada daha öyle âşina binalar, öyle sokaklar vardır ki, oralardan geçerken, can sıkıntısından kurtulur. Yaşar Nabi, onun İstanbul konusundaki hislerini şu sözlerle anlatır: “İstanbul’un dışında sudan çıkmış bir balığa döneceğini, nefes alamayacağını sanıyordu. Öyle de oldu. Her zaman ağzından düşmeyen bir söz vardı: “İstanbul’da kalmak için kapıcı olmaya razıyım” (NAYIR, 1991: 7). İstanbul hakkındaki bu hislerinin bir “medeniyet” bağlılığı olduğu söylenebilir. Ziya Osman için ev, ölüleri ve yaşayanları ile bugünü geçmişe bağlayan semti- mahallesi ile bir bütündü. Bunu hikayesinde de anlatmıştı: “O hasır parçası cennetten bir köşe, o bahçe bir cennet bahçesi miydi? Ayşe de, anneannem de cennetlik miydiler? O evi (...) bahçesini daha yemyeşil, iki ihtiyar kadını ise daha nur yüzlü mü görüyorum? Duvarları tek acı söz işitmemiş, içinde bütün bir ömür haset duyulmadan kin güdülmeden, yalnız şükrederek yaşanmış diye hayal ettiğim o ev şimdi bu yaşımda, alnımı beyaz örtülü minderlerine koyup başımı dinleyebileceğim biricik yer miydi? Dünyada yaşamasını en çok isteyeceğim ev miydi o ev?” (SABA,[Misafirlikler- 1954], 1992: 112). Aldığımız bu parçada Ziya Osman, cennetlik diye düşündüğü anneannesi ile dadısının halası ihtiyar Ayşe’yi içinde haset edilmeyen ve şükrederek geçirilen “ev” tasavvurunun bir parçası halinde hayal etmekte. Aile- ev- mahallenin bir bütün olarak kavranması gereğini belki teorik manada açıklıyor olmasa bile hissiyat planında yansıtmıştır.

Aynı meseleyi felsefî anlamda değerlendiren Gabriel Marcel, “aile, ferdiyetin ana kalıbıdır” demiştir. Aile, önce bir değerdir. Bu, “gurur”la karıştırılmaması gereken bir “izzet-i nefs” hissi ile ele alınmalıdır. İnşa edici bir duyguyu ifade eder ve insana iç temeller vermeye katkıda bulunur. İzzet duygusu, ailenin neden bir değer olduğunuda ortaya koyar. O içinde köklerimize, varlığımıza sahip kılındığımız, bağlı olduğumuz gerçek bir hiyerarşi verir. Bu hiyerarşi, bu otorite, aile bir değer olarak yıkılmadan yıkılmaz. Aile, yabancı ve tehdit edici bir dünya üzerinde varlığını bize bir zar ya da zırh gibi hissettirir.  Aile ile gerçekleşen “biz”, ailenin yaşadığı yerden, evimizden ayrılmayan bir “biz”dir. Ailenin evi üzerinde yıkıcı bir tarzda çalışan güçlerin ailenin yıkımını hazırlamaları tesadüf değildir. Bu imtiyazlı biz, sürekli olarak bizim olan bir konuttan ayrılamaz. Sürekli hatta belki tarihsel bir konut duygusunun teşekkülünü bir varlıkta zayıflatmaya yönelen her şey, onda aile şuurunu da azaltacaktır (MUŞTA, 1988: 104- 109). Buna göre Marcel’in felsefi anlamda temellendirdiği şeyi Z. O. Saba sanatçı nazarıyla ifadelendirmiş görünüyor. Saba’nın “ev”i modern kitle kültürüne ve İstanbul’un kentleşerek değişmesine karşı “sığınılan alan”a çevirdiği yargısı, Z. O. Saba üzerine bir araştırmada da dile getirilmiştir. Conoğlu, araştırmasında “Evlenmek aynı zamanda bir ailenin sorumluluğunu yüklenmektir (...) Ziya Osman Saba, evliliğin bireysel bir sınırlama anlamına geldiğinden söz etmez. Ona göre bu durum saadeti bir kat daha perçinler. Bu yüzden ailesiyle birlikte eve/odaya kapanır. Günlük hayatın koşuşturma içinde geçen ve insan hayatını tüketen şartlarından uzaklaşıp, evin içerisinde ailesiyle birlikte huzuru bulabileceğini düşünür. Eve ya da odaya kapanmak şair ve ailesi için korunaklı bir kabuğun içerisinde yaşamakla aynı anlamı taşır” demektedir. Conoğlu Bachelard adlı bir filozoftan da bahseder. Bachelard, odaya sığınmayı kabuğa çekilmek olarak değerlendirir, diyen Conoğlu, “Kabuk sanatçının özgür, rahat ve asude olduğu yerdir. Şair, Her Akşam Bu Odada adlı şiirinde tıpkı Bachelard'ın söylediği gibi kabuk olarak da değerlendirilebilecek odasına çekilerek dışarısının kendisini hüzne bozduğu zamanların sıkıntısını daracık bir odada ortadan kaldırmaya çalışacaktır” yargısına varır (CONOĞLU, 2009).

Z. O. Saba’nın “ev”e yönelik duygularını Conoğlu’nun işaret ettiği noktadan çok öteye taşıdığı söylenebilir. Ziya Osman’da ev, içindeki ailesi, mahallesi ve mezarları, sebilleri, mesireleri ile bir bütün oluşturuyor. Ziya Osman, “Biz”e işaret eden “aile”den mahalleye açılan ve Tanrı’ya varan “hakikat” vurgusu ile yazmaktadır. İstanbul’un yıkılışı ile Medeniyet yitirilmiştir. Medeniyetin muhit ve ikliminde yaşayan insanlar, eski muhit ve mekanları kaybederek aslında saadetlerini kaybetmek üzeredir. Ancak Ziya Osman bu çaresizlik içinde bile bir çıkış bulmaktadır: “Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var/ (...) / En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz/ Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz...”  (SABA, [Geçen Zaman’dan, 1941], 1991: 34).

-CONOĞLU Salim, Ziya Osman’ın Yurdu: Ev, Turkish Studies Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4/3 Spring 2009

-KISAKÜREK Necip Fazıl, Bâbıâli, Büyük Doğu Yayınları, 2010

-MİYASOĞLU Mustafa, Ziya Osman Saba, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 835, 1987

-MUŞTA Celaleddin, Gabriel Marcel’in Varoluşçuluğu, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1988

-NAYIR Yaşar Nabi, Aramızda Bir Ermiş Yaşadı, Varlık Dergisi, 1 Nisan 1957,SABA  Ziya Osman, Bütün Şiirleri İçinde, Varlık Yayınları,1991

-SABA Ziya Osman,  Bütün Şiirleri, Varlık Yayınları,1991

-SABA Ziya Osman,  Bütün Hikayeleri, Varlık Yayınları, 1992

Diğer Yazıları