Menu
HEIDEGGER'İ AFFETMEK ZOR...
Haberler • HEIDEGGER'İ AFFETMEK ZOR...

HEIDEGGER'İ AFFETMEK ZOR...

Levinas için Heidegger’i affetmek zor gerçekten, belki de imkansız. Bunu anlamak için biraz geriye gidelim isterseniz. Levinas felsefe tahsili için Litvanya’dan kalkıp 1923’te Fransa’ya, Strasbourg’a geldiğinde çiçeği burnunda bir Yahudi delikanlısıdır. Sonradan Strasbourg yıllarını özlemle, oradaki hocalarını minnetle anacaktır. Ne var ki felsefi güzergahını belirleyecek olan Husserl fenomenolojisiyle tanışmasına hocaları değil, hasbelkader bir arkadaşı vesile olmuştur. 1928-1929 yıllarını Almanya’da geçiren Levinas orada Husserl’in derslerine bizzat katılma imkanını bulur. Şu var ki Fribourg’a Husserl için giden Levinas orada “Heidegger’i keşfeder”. Varlık ve Zaman henüz yayınlanmıştır ve yayınlanmasıyla birlikte Alman filozof giderek büyüyen bir ilginin odağı haline gelmiştir. Levinas da felsefe tarihinin tartışmasız başyapıtlarından biri olan bu kitabın, dolayısıyla bu kitapta vaz edilen varlık düşüncesinin büyüsüne kapılanlardandır. Bu arada kaydetmeli ki fenomenolojiyi, Husserl’i ve Heidegger’i Fransa’da ilk kez tanıtan metinlerden bazıları Levinas’da aittir. Keza Simone de Beauvoir’ın tanıklığına göre Sartre’ı fenomenolojiyle tanıştıran da Levinas’ın Husserl’in Fenomenolojisinde Görü Kuramı (1930) adlı kitabı olmuştur.

Gelgelelim o dönemde Avrupa savaşın arefesindedir. Hitler 1933’de %33 oyla iktidara gelir. Aynı yıl Heidegger Nasyonal Sosyalist Parti’ye katılır ve çok geçmeden bulunduğu üniversiteye rektör atanır. Ekonomik buhranın ve siyasi karışıklıkların giderek arttığı bir dönemdir. Savaş kapıdadır ve tüm Avrupa’dan, bilhassa da Almanya’dan Yahudi aleyhtarı sesler yükselmektedir. Levinas 1934’te yayınlanan Hitlerizmin Felsefesi Üzerine Birkaç Düşünce’de meşum Nazi dehşetini sezinlemiştir çoktan.

Bu süreçte Levinas kendini tehdit altındaki Avrupa Yahudi toplumuyla kader birliği içersinde hisseder. Öte yandansa, Heidegger’in Nazizme bağlanması akabinde, köklü felsefi dönüşümler yaşar ve nihayet Alman filozofla, onun felsefesiyle yolunu kesin bir biçimde ayırır. Heidegger üzerine yazmayı planladığı kitap projesini terk eden düşünür, ontolojiye tam anlamıyla karşıt bir düşünme yoluna girer: nihayette alacağı şekil itibariyle “çıkardan geçme ve varlıktan soyunma” olarak etiktir bu yeni düşünme yolu. Levinas’ın vaz ettiği etik başkası’nın ve başkalığın aynı’ya ve aynılığa öncelenmesi demektir haddizatında, keza başka olanın aynı olanda massedilmesine kökten bir itirazdır. Etik, her şeyden önce, bir me-ontoloji’dir, ontoloji-olmayan’dır Levinas’a göre. Nitekim Heidegger’in düşünce ikliminden uzaklaşmak 1933’ten sonra “derin bir ihtiyaç” olmuştur genç filozof için. Heidegger’den, varlık düşüncesinden, giderek varlığın kendisinden kaçmak… Peki ama nereye? bir yer-olamayan’a, varlığın ötesine, varlıktan-başka-türlü olana… Ötekiyle ilişki olarak etik bizi öte’ye, varlığın ötesine kılavuzlayacak biricik yol, biricik imkandır Levinas’a göre. Öte-ki’yle bir ilişkidir etik: öteki’yle (başkası’yla) çıkar-gözetmez ve asimetrik bir ilişki, keza sorumluluk merkezli ve verme/bağış temelli bir ilişki, beni kendinden çıkarıp varlıktan geçirecek, öte’ye taşıyacak bir ilişki…

Denebilirse Levinas’ın  felsefesi çıkış noktası itibariyle bir ‘alerji’ felsefesidir. Ancak Heidegger’e, ontolojizme, giderek varlığın kendisine duyulan bu ‘alerji’ olumsuz bir tutumla sınırlı kalmamış, özgün, dikkat çekici ve “yeni” bir felsefeye açılmıştır: ilk felsefe olarak etiktir bu. Özgünlüğü içerisinde Levinasçı etiğe varan yolun açılmasını filozofun Heidegger’e ve onun düşüncesine karşı başlangıçta duyduğu derin hayranlığın sonradan aynı şekilde derin, belki daha da derin bir husumete inkılap etmesine borçluyuz büyük ölçüde. Bu dönüşümün, bu tersinmenin başlıca sebebi, Alman filozofun politik bağlanımıdır hiç kuşkusuz. Konjonktürel bağlamda konuşursak, Levinas’ın etik (eşdeyişle ontoloji-karşıtı) düşünümünün başlangıcında itici unsur olarak bu bağlanım ve daha genel olarak da İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin (ötekilerin!) maruz bırakıldığı trajik-travmatik tecrübeler yatar. Yine bu minvalde Levinas’ın felsefi-düşünsel çabasını (başka izahların yanı sıra) Yahudi başkalığına yer açmak üzere Avrupaî aynılığı aralama çabası olarak okumak da pekala mümkün. Ama tabii bu konjonktürel okuma Levinas’ın yazdıklarının konjonktür-ötesi içerimlerini hiçbir şekilde azaltmaz, azaltmamalı. Levinas özyaşamöyküsel yazısı “İmza”da hayat hikayesinin “Nazi dehşetinin önsezisi ve anısı tarafından belirlendiği”ne işaret eder ki vurgulamak istediğimiz esasta bu husustur. Yine, düşünür Etik ve Sonsuz’da yer alan bir söyleşide felsefi düşünümlerin travmatik tecrübelerle başladığını söyler bize. Sonuç olarak etik üzerine, öteki üzerine yada öteki ile ilişki olarak etik üzerine Levinasçı düşünümün Nazi travması ile başladığını (ama orada tükendiğini değil!) tespit etmek onun düşüncesinin  oluşum ve seyrini anlamak açısından hayli önemlidir.

1940-45 arasında Almanlara tutsak düşen Levinas’ın yazı ve notlarını bulduğumuz Tutsaklık Defterleri ve Diğer Yayınlanmamış Yazılar (E. Levinas, Oeuvres Complètes, tome 1, Carnets de Captivité et Autres Inédits, Bernard Grasset/IMEC, Paris, 2009) bu bakımdan dikkat çekici bir kitap. Kitabın bir diğer önemli özelliği filozofun sonraki kitaplarında, mesela Bütünlük ve Sonsuz’da olgun biçimlerini alacak olan kimi görüşlerinin rüşeym halindeki ilk formülasyonlarını ve taslaklarını içeriyor olması. Mesela kitapta geçen şu satırlarda tutsaklık yıllarında Levinas’ın zihninin Heidegger’den gelen ve/ya ona karşı gelişen bir itkiyle mütemadiyen belirlendiğini hissederiz: “Heidegger’le hangi kavramlar yardımıyla tartışmak istersek isteyelim, Heidegger onları henüz kendi düşüncesi ışığında gözden geçirilmemiş olduklarından düşünceden yoksun şeyler olarak mahkum edecektir. – Lazım olan, yeni bir bakış açısı”. Heidegger’i aşmak temel mesele olmuştur Levinas için. Etik sadece varlığın değil Heidegger’in de ‘aşılmasıdır’ bu bakımdan. “Yenilik” tam da burada, bu teşebbüste yatar. Ama Heidegger tersinde de olsa hep belirlemiştir Levinas’ın düşüncesini: etik, zorunlu olarak, bir me-ontoloji’dir.

Levinas’ın düşüncesini onun Heidegger’le aşk ve nefret ilişkisini (yani önce aşk sonra nefret ilişkisini) hesaba katmadan anlamak güçtür. Simon Critchley’in biyografik çalışmasından okuduğumuza göre Levinas bir keresinde “çoğu Almanı affedebiliriz” demiş. Ancak hemen arkasından da eklemiş “ama bazı Almanlar var ki onları affetmek zordur. Heidegger’i affetmek zordur”. “Affetmek” ya da “bağışlamak” kelimelerinin etiğin filozofunun lugatinde merkezi bir yer işgal etmemesi ilginçtir gerçektende de, ilginç ama aynı zamanda da düşündürücü. Bu kelime en önemli kitabı olan Varlıktan Başka Türlü’de hemen hiç geçmez, Bütünlük ve Sonsuz’da ise yalnızca bir pasajda geçer, ama orada kelimeye merkezi bir önem atfedilmez hiçbir şekilde. Levinas etiğin özü ve somutlaşması olarak gördüğü verme anlamında bağışlama’ya (donner) felsefesinde büyük önem atfeder. Ne var ki, ilkiyle açık bir etimolojik ortaklığa sahip olup o da etik ile esastan ilişkili olan ikinci anlamda yani affetme anlamında bağışlama’ya (pardonner) özel bir önem atfetmez hiçbir şekilde. Bağışlama’nın (par/donner) ikinci, ama hiç de ikincil olmayan anlamı ilginç bir biçimde Levinas’ta eksiktir ya da vurgusuzdur en azından.

Bağışlama’nın, affetme anlamında bağışlama’nın Levinasçı etiğin lafzında değilse de zımnında mevcut olduğunu farz etmek mümkündür elbet. Öyle de olsa biz ‘Levinas’ın  Heidegger’le ilişkisi bağışlamanın geçerli olduğu etik düzlemde değil de hesaplaşmanın geçerli olduğu adalet düzleminde yer alsa gerek!’ diye düşünmekten alamıyoruz kendimizi. ‘Heidegger’i affetmek zor’ çünkü.

(YENİ ŞAFAK KİTAP, 03 MART 2011)