Dilimizde “sanat” kelimesiyle, onunla akraba “sınaat” (zanaat) kelimesi; kökensel anlamda yapma’yla (A. san’/sun’), dolayısıyla da bir şeyi yapmada gösterilen “ustalık veya maharet”le (A. sana’) bağlantılıdır. Hemen işaret etmelidir ki “sun’î” ve “sınaî” kelimeleri de aynı kökten gelir. Sun’î ve sınaî; “doğal-olmayan” anlamında “yapma/yapay” olanı, dolayısıyla da “insan elinden çıkma” olanı ifade eder. Sanat ve zanaat, bilme’den ziyade yapma’yı ilgilendirir; bununla birlikte, bu yapmaya içkin kendine mahsus pratik bir bilmeden (savoir-faire) söz edilmelidir: Ele ve elin kullandığı aletlere mahsus bir bilme türü de vardır ki bu “beceri ve maharet”dir.
Benzer bir şekilde Fransızca ve İngilizce art kelimesi her türden “beceri ve mahareti” ifade eder ilksel anlamda. Keza bu kelimenin dayandığı Latince ars, artis “tetkik ve pratik yoluyla kazanılan beceri”yi dile getirir. Daha geniş anlamdaysa kelime, doğa eseri olmayan yani sun’i (art-ificiel) karakterdeki her türlü “beşeri üretim”i anlatır. Sun’i üretim olarak sanat/zanaat (örneğin bir heykel ya da bir masa) doğal üretimden (örneğin bir çiçeğin tomurcuklanışı veya bir koyunun kuzulayışı) özce farklıdır.
Tüm bu çözümlemeler Grekçeye geri götürülebilir. Grekçede poiesis “ortaya-çıkma”, “meydana-gelme” ya da kısaca “üretim” demektir. Burada physis “doğal üretim”i ifade ederken, tekhne beşeri yani “yapay/sun’î üretimi” dile getirir. Sanatı Grekçede karşılayan kelime tekhnedir ve fakat bu kelime zanaatın da, tekniğin (technique, technics) de kökenini oluşturur. Dolayısıyla bilahare vuku bulan ayrışmaya rağmen sanat, zanaat ve teknik, her biri, insan eseri sun’i üretimi ifade ediyor olmaları bakımından ortak bir kökene sahiptir. Başlangıçta bunlar –ya da bunların ilksel biçimleri– bir ve aynı şey olduklarından aynı kelimeyle (tekhne) ifade ediliyordu.
18. asra kadar “sanat” (art) kelimesi ikircikli bir kullanıma sahipti. Ortaçağ’da tinin spekülatif işlemlerini ifade eden liberal sanatların hemen yanı başında ele dayalı mekanik sanatlar yer alıyordu. Bu meyanda mesela şiir liberal sanatlara, marangozluk mekanik sanatlara aitti. Ama son tahlilde ikircikli bir şekilde de olsa bunlar “sanat” başlığı altında bir araya geliyordu. 18. asırla birlikte sanat, zanaat ve teknik arasında bariz bir ayrışma yaşandı. Bu ayrışma bahusus sanat ve teknik arasında ortaya çıktı. Böylece sanat yarar esaslı teknikten ayrışarak münhasıran estetiğin konusu haline geldi. Bugün sanat deyince teknikten (ve zanaattan) net bir şekilde ayrılmış olup güzelliğin keşfini ve tasvirini konu edinen müstakil bir alanı anlıyoruz.
Evet, bugün sanat münhasıran estetik alana işaret ediyor. Buna göre, sanat belli teknikler içerir içermesine ne var ki o bu tekniklerden (ya da kısaca teknik dediğimiz şeyden) fazla bir şeydir. Sanatkâr teknik beceriden fazla olarak dehasını katar sanatına. Böylece sanat eseri bir imalin (fabrication) ötesinde bir yaratım (création) olur. Sanatkârın yaratıcılığına karşın teknisyen bir nesneyi imal (ve/veya tamir) eden kişidir tam da. Bu iş elbet beceri ve maharetle olur ve fakat yaratıcılık gerektirmez. Öte yandan teknisyen estetik bir kaygı taşımaz zorunlu olarak, o imal ettiği şeyde pratiğe yani kullanıma, işlerliğe ve sağlamlığa yönelik bir amaç gözetir evvelemirde.
Öte yandan, teknik üretim bir nesneyi model alarak bunu çoğaltma (seri üretim) peşindeyken, sanatsal üretim ortaya koyduğu üründe özgünlük ve biriciklik derdindedir, öylesine ki (klasik anlamda) bir sanat eseri sanatsal karakterini, dolayısıyla aurasını bu biricikliğinden alır. Bu yüzden özünde çıkarsız oluşuyla sanat eseri amacını kendinde taşır; teknik bir ürünün ise amacı kendi dışında yer alır. Başka bir deyişle, sanat eseri kendi bakımından ve başlı başına anlamlıdır; teknik bir ürün ise ancak sağladığı fayda bakımından ve arz ettiği kullanıma göre anlamlıdır.
Tekniğin sanattan farkına şöyle bir değinmiş olduk. Şimdi bu olguya daha yakından bakabiliriz. Teknik “belli sonuçları etkin bir biçimde hâsıl etmeye yarayan araçlar bütünü” olarak tarif edilebilir. Nedir bu araçlar? Bunlar maddi anlamda aletleri ve düşünsel anlamda da yol-yordam bilgisini ifade eder. Teknikler ilerletilebilir ve geliştirilebilir bir mahiyet arz ederler. Keza teknik bilgideki birikim ve terakki yeni tekniklerin ortaya çıkışına veya mevcut tekniklerin geliştirilmesine zemin hazırlar. Beşeri bir faaliyet olarak tekniği hayvanlara özgü ilkel tekniklerden ayıran şey budur: Bir maymun sopa yardımıyla daldaki muzları düşürür, ama sopanın ucuna çengel takmayı ve böylece daha fazla muzu, daha kolay bir şekilde düşürmeyi akıl edemez. Dolayısıyla birikim ve terakki yalnızca beşeri tekniğin bir özelliğidir.
Teknik farklı düzey ve tarzlarda da olsa bütün toplumlarda ve kültürlerde vardır. Ve fakat Yeniçağ’la birlikte Avrupa’da (münhasıran Avrupa’da) doğup oradan dünyanın geri kalanına yayılan “tekno-loji” ile teknik arasında birincinin hesabi ve/veya temsili bir zihniyete dayanması ve bu surette masumane bir araçsallığın çok ötesine geçmesi bakımından tayin edici bir fark vardır ki bu da bahs-i diğer.
Teknik elin bir uzantısıdır. El, Heidegger’e (ö. 1976) göre “insana mahsus bir organ”, Aristoteles’e (ö. MÖ 322) göre de “insanın ilk aleti”dir ki insan bu alet sayesinde başka aletler üreterek kendine bir yaşam-alanı açar. Evet, insanın teknik faaliyeti onun elinin bir uzantısıdır: İnsan teknik sayesinde bir şeyi ya da bir şeyleri ele alır, ele geçirir, elde eder, elden geçirir, elde tutar vs. Öte yandan el tek bir aletin işlevini görmez, ama aletler çoklusu gibi çalışır. Teknik elin açılımıdır ki bu açılımda beyin ele eşlik eder; böylece çevreden gelen tehlikelerin atlatılmasında, keza çevreye intibakta beşeri “yapa-bilme” yani teknik bilgi ve beceri devreye girer.
Gerçekte zekâ çevreye intibak kabiliyetidir ki zekâ bu intibakı yararlık ve kullanım amacına matuf nesneler ve aletler imale ederek (giderek de aletler imal eden aletler imal ederek) yani teknik faaliyet yoluyla sağlar. Beyin ve elin işbirliğidir bu ya da beynin elde çalışmasıdır. Bergson’a (ö.1941) göre boyuna yeni aletler imal etme, keza daha önce imal edilmiş aletleri geliştirme ve çeşitlendirme kabiliyeti insan zekâsının bir alamet-i farikasıdır.
Demek ki teknik esasta insan zekâsının ve düşüncesinin bir ürünü ve bir icabıdır. Doğanın “eksik bıraktığını” insan teknikle tamamlar ve diğer varolanlara bu yolla galebe çalar. Başka bir ifadeyle, teknik sayesinde insan tabiat karşısındaki güçsüzlüğünü telafi eder ve bu yolla diğer varolanlar arasında beynini işletip alet üreten varlık olarak temayüz eder.
El, biyolojik olmanın ötesinde, varoluşsal bir organdır; evet, varoluşsal. Elin uzanımı olan teknik ile ve teknikte beşeri varoluş açımlanır ve bu surette insan için yeryüzünde ikamet mümkün hale gelir.
Gök ile yer arasında yaratılmışız. Ayaklarımız yere basarken, başımız göğe doğru uzanıyor. (Ayaklarımız yere bastığı için başımız göğe doğru uzanıyor). Yeryüzünün sakinleriyiz biz. Yeryüzünde tutunmak temel varoluşsal tavrımız. Bu tavrın iki veçhesi var: Yeryüzünde maddeten tutunmanın yolu teknikten, orada manen tutunmanın yolu ise (dinin yanı sıra veyahut da din ile birlikte) sanattan geçiyor. Sanat ve teknik yoluyla bir şeyler üretiyoruz, bir şeyler yapıyoruz. Üretmelerimiz ya da yapmalarımız yeryüzünde tutunuşumuzu sağlamaya ya da kolaylaştırmaya matuf.
Vel-hâsıl, Grekçe tekhne kavramına baktığımızda orada sanat-ve-tekniği henüz ayrışmamış olarak bir arada buluruz. Bu ikircikli ve fakat kökensel kavram, insanoğlunun yeryüzünde tutunma serüvenini özetliyor bir bakıma.
Aslına bakılırsa en somutundan en soyutuna, sözgelimi bir kulübe inşa etmekten bir şiir inşat etmeye varana kadar bütün beşeri üretimlerimiz ya da yapmalarımız yeryüzünde tutunma (ve oradan göğe yükselme) amacına yöneliktir. Keza bu amaçla üretiyor ve ürüyoruz boyuna.
Buradan göçüp giderken geride halefler bırakabiliyorsak, bu ancak üre(t)me sayesinde oluyor. Bu, yeryüzünde halife olmanın, dolayısıyla sonlu’da sonsuz’u yakalama yöneliminin bir ifadesi aynı zamanda.
*Kendi İçine Düşmek (Ketebe, 2018)
ÖZKAN GÖZEL