İslam dini açısından “gelenek” fikrinin hakikati tartışılamaz. Ancak gelenek tabirini hangi muhteviyatla ele almalıyız? Modernite fikir ve dünya kurgusu ortaya çıktığında kendini merkeze alarak kendinden önceki bilgi, değer ve vahiy kültürlerini “gelenek” şeklinde değerlendirdi ve Osmanlı’nın yıkılışı üzerinden de vahyin bilgi üretemediği düşüncesinin temelini hazırladı. Bu çerçevede gelenek deyince evvel emirde modernite öncesi tarımsal ekonomik biçimlenmenin belirlediği bir dünya tasavvurundan bahsedilmektedir. Modern öncesi toplum yapılarında kendine özgü bir kapitalistik tavır olsa bile bunun endüstriyel karakter taşımadığı da bu tartışmaların özüne dahil edilerek şu veya bu şekilde vahye dayanan bilginin pre- modern karakteri sürekli gündemde tutuldu. Modernitenin kendini endüstriyel kapitalizmle birlikte konumlaması, vahyin endüstriyel topluma dair bir bilgi üretimini yapamadığı, hatta giderek bu kurguyu bozamayacağı iması ile birlikte gelmektedir. Böylece modernite kendini tarihsel manada vahy sonrası bir zaman dilimine taşımakta ve vahyin bilgi- hikmet özünü bozmakta ya da böylesi bir imâ ile davranmaktadır. Gelenek denildiğinde, moderni beslemeyen ve modernin tayin ettiği politik- iktisadî- sosyal- kültürel dünya sistemine yeni ve farklı alternatifler üretemeyen bir “tarih”ten bahsedilmektedir.
Batı kültüründe “gelenek” tradition şeklinde kavramlaştırılmaktadır. Ancak bu kavrama gelmeden önce Batı toplumlarında modernliğin “gelenek karşıtı” bir konum edinmesinin temellerine değinmek gerekiyor. “Batı” denilince karşımızda önce “Katolik” ve sonra “Protestan” tasavvurla oluşturulmuş iki ayrı ekonomi- politik yapı bulunmaktadır. Batı’da din- toplum (devlet) ilişkileri açısından Katolik ayrım, klerikus [Kilise, Kilise Konsülü, Kilise Adamları, Ruhban] ile laikus [ruhban olmayan, hayatı Kilise dışında geçen] şeklinde bir ayrımdır. Laik kelimesi Latince’den gelme ömrü kilise dışında geçen, ruhani olmayan kişi anlamındadır. Bunun zıttı Klerikus ise hayatı kilise içinde geçen insan demektir. Birinin yüzü dünyaya, diğerinin ki ahirete dönüktür. Biri dünyeviliği diğeri ise uhreviliği temsil eder. Meşrutiyet ve Cumhuriyet aydınları laik deyimini din düşmanlığı, dinsizlik anlamında değil, ladini diye algılamışlardır. Aytunç Altındal da kelimeye benzer bir anlam verir: “Laik kavramı, Grekçe ‘Laos’ kelimesinden türetilmiştir. (L. laicus) Bu kavram Türkçe’ye ‘Halk’ olarak çevrilmişse de, gerçekte ‘Avam’ ya da ‘Ahali’ hatta ‘Reaya’ veya ‘Lalettayin’ kavramlarına daha yakındır. Anlam itibariyle, dinsel olmayan; dine ait olmayan; din-dışı unsurlara ait olandır. Osmanlıca’da ‘La-dini’ (Dinsiz) kavramıyla da karşılanmıştır (NOT: Tanrısız değil). ‘Laik(lik) özellikle Katolik Hristiyanlığın etkili ya da egemen olduğu ülke ve dillerde kullanılmış bir kavramdır. Protestan dini için geçerliliği yok denecek kadar azdır, kullanımı son derece sınırlıdır. ‘Laikos’un karşıtı ‘Clericus’ yani Katolik dininin hiyerarşik bir yapı çerçevesinde Papa’ya kadar uzanan ve tam anlamıyla dinsel emir komuta zinciri içinde yer alan ‘Ruhban(lar)’dır, Kilise babalarıdır” (ALTINDAL, 1986: 25). Dolayısıyla modern ideoloji temelde öncelikle Clericus’un toplum hayatındaki belirleyiciliğini kırmaya yönelik bir tavır olarak gelişti. Laiklerin toplumsal yapıyı modernisation’a uğratmalarına yönelik arayışlarının Fransız Devrimi’ni hazırladığını söyleyebiliriz. Secülerizm ise modernisation değil modernism şeklinde tezahür etti. Yani sekülerizm dine karşıt değilse de toplumun klerikus’a ait sınıf yapısı üzerinden tanzimine son vermek gerekliliğini ifade ediyordu. Yani Batı kültüründe “geleneğin” sınıf yapısı ve kültürü ile, dinin sınıfsal tezahürü ile ilintisi çok güçlüdür.
Oysa İslam vahyinde ve Müslüman toplumlarda “gelenek” birbirinden çok farklı anlamlar içeren kavramlarla ifade edilmektedir. Öncelikle İslam dini ve Müslüman toplum açısından “gelenek” sınıfsal bir öz taşımaz. Gelenek tam anlamıyla zihnî bir bağlılığı ifade eder. Müslüman kültür dünyasında geleneği ifade edecek üç kavramdan bahsedilebilir: 1) Sünne, 2) Urf, 3) Töre, âdet, görenek. Üçüncü anlamıyla “geleneğin” sözlüklerde “Bir toplulukta benimsenmiş, yerleşmiş, eyleme ve yaşama biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin, tutulan yolların tümü.” şeklinde tarifinden söz edilebilir. Bu tarifteki geleneğin “tradition” kavramının konusu ile bir ilgisi yoktur.
Bizi asıl ilgilendiren iki kavram “sünne” ile “urf”dur. Her biri farklı anlam dünyasına sahip olan bu iki kelime ile Guénon- Schuon- Nasr tarafından çalışılan “traditionalism” arasında bir gerilim bulunmaktadır. Guénon’un kavramsallaştırdığı “gelenek- tradition” fikrine göre, insanoğluna “kutsal bilgi” indirilmiştir. Bu bilgiye rağmen, modernite insanın kutsal ile olan ilgisini koparmış görünmektedir. İnsanlığın bu sapması tam bir karanlığa girmektir ve onu bu karanlıktan kurtarmak için “geleneği” yeniden keşfetmek kaçınılmazdır. Frithjof Schuon, Guénon’un gelenek fikrini Budizm, Hinduizm, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin “aşkın birliği” vurgusunda yeniden ele almıştır. Seyyid Hüseyin Nasr ise, Guénon- Schuon’un sistematize ettiği gelenekselciliği İslam düşüncesinin İbn Rüşd’de bitmediği fikri ile meczederek İbn Arabi’ye taşımıştır. Böylece “gelenekselci” ekol “batınî” bir öz kazanmıştır. Nasr’a göre tradition, dini kapsayan “ölümsüz hikmet” ya da “Rahman’ın Nefesi” ve fakat son tahlilde ed-din, hatta din gibi hem hakikat ve hem de bulunuştur. Seyyid Hüseyin Nasr, “Hikmetin ilahi kaynaklı olduğu”nu ileri sürer; “kutsal bilgi Allah tarafından Adem’e verilmiş, bu daha sonra giderek unutulmuş ve ancak, en tam şekliyle prisca theologia olarak canlı kalabileceği bir rüyaya dönüşmüştür. Hedefi (…) kutsal bilginin elde edilmesi olan bu gerçek din ya da felsefe insanlık tarihinin başlangıcından beri var olmuştur ve gerçeğin çeşitli geleneklerdeki ifadeleriyle ya da entellektüel sezgiyle ve felsefi tefekkürle ulaşılabilir olmuştur (…) gelenek, ilahi kökenli ve insanlık tarihinin başlıca dönemleri boyunca iletişim ve vahiy aracılığıyla mesajın yenilenmesiyle varlığını sürdürmüş olan hakikati ifade eder. Gelenek, çeşitli kutsal formların özünde bulunan ve Hakikatin bir olması sebebiyle tek olan batınî gerçeği de bünyesinde bulundurur” (NASR, 1999: 82- 83) diyerek “ezelî hikmet” vurgusunda bulunur. Ancak her halukârda tradition kavramına verdiği gerçek anlam ed-din’dir. Ancak Nasr bu noktada tradition’u ed-din kavramını aşan bir manaya da taşır: “Gelenek, dini ihata eden daha genel bir kavramdır; Arapça ed-din (en evrensel anlamıyla din) deyimi gelenek ve din demektir; religion (Batılı bir kavram olarak din) deyimi ise (en geniş anlamıyla; bazılarınca anlaşıldığı gibi, vazettiği ilkelerin uygulanmasını ve daha sonraki tarihi açılımlarını kapsayacak şekliyle) de gelenek derken kastettiğimiz şeyi ihata edecektir. (…) Guénon gibi bazı gelenekçi yazarların bu deyimi yalnızca Batılı dinler için (…) kullanmalarına ve Hinduizm, Taoizm ve benzerlerinin din olmaktan çok gelenek olarak adlandırılmalarına sebep olmuştur. Fakat (…) prensip itibariyle din (religion) deyiminde bir sınırlama yapmak ve Hinduizmi din kategorisi dışında tutmak için bir sebep yoktur (…) Fakat din deyimi, İbrahimi dinlerde vahiy ve Hinduizmde avatarik denilen Logos’un nesnel tezahürlerinin kaynağından geleni kasteden anlamıyla canlandırılırsa, o zaman dinin, külli ve herşeyi kucaklayan nizamın (ki bu gelenektir) özünde bulunan şey olduğu görülebilir (…) Dinî formların çokluğu, geleneklerin çokluğuna işaret eder.(…) Yalnızca bir tek Gelenek vardır: her zaman var olan Kadîm Gelenek. Bu, tüm gerçeklerin özünde bulunan ve bu gerçeklerin kökeni olan tek gerçektir. (…) Gelenek’ten söz etmek herhangi sahih bir dinin ve geleneğin semavî kökenini red anlamına gelmez; bu, yalnızca akidesi ve sembollerinde değil, kutsaldan ayrılamaz olan ‘huzur’un korunuşuyla da her bir gelenek tarafından teyit edilmiş olan Kadîm Gelenek’ten haberdar kalarak her birisinin ‘orjinal’ mesajıyla kutsallığın teyididir” (NASR, 1999: 86- 88).
Nasr’ın Gelenek gibi bir kavram üzerinden Budizm, Hinduizm gibi Doğu dinlerinin ve Yahudilik, Hristiyanlık gibi Batı dinlerinin “orjinal” Asl’ının ilahi hikmet olduğuna dair ifadesine bir şey söylemek mümkün değildir. Burada asıl problem İslam Vahyi’nin bu kapsamda bir “gelenek” olup olmadığı ile ilgilidir. Kur’an’da sünnet kelimesi ile Nasr’ın işaret ettiği manada bir gelenekten bahsedilmektedir. Ancak Kur’an, yine kendi beyanı içinde eski “geleneğin” izlerinin kaybolduğunu, “öz”ün ve “orjinal” mesajın yitirildiğini ifade etmektedir: ”Allah size açıkça bildirmek, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine iletmek... ister.” (4 en-Nisa 26). Ragıp el- İsfahani’ye göre ayette geçen s-n-n kelimesi, “sünnet kelimesinin çoğuludur; yönelinen yol, Allah’ın öteden beri gelen yasası, bozulmamışlık/değişmemişlik” anlamlarını taşır (RAĞIP, 2006/1: 610- 611). Nasr’ın ed-din kavramını temel alarak Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hristiyanlık gibi asl’arı vahiy olan ama sonradan tahrif olmuş inançları Gelenek kavramı altında eşitlemesi bir zorlama oluşturmaktadır. Nasr’a göre Gelenek, ed-din’dir: “Gelenek deyimi için belki de en uygun kelime olan Arapça ed-din, halidî ve ezeli hikmet (sophia perennis, ki Coomaraswamy çapındaki biri tarafından anlaşıldığı gibi philosophia perennisle de özdeşletirilebilir) fikrinden ayrı olamaz” (NASR, 1999: 87). Oysa Fatiha suresinde geçen “ed-din” kelimesi, sure içinde “magdub” ve “dâllîn” olanlardan ayrılan bir “hadî” talebini ve “sırat el mustakîm” arayışını sistemleştirmektedir. Yalnızca Müslümanların arayışı olan “sırat’el mustakîm” istianesi (nestain) ve yönelişi (n’abudu) bu dini tradition manasında bir gelenek olmaktan çıkarmaktadır. Aksine Fatiha suresi üzerinden başka bir geleneğin, “nimet verilenlerin geleneği” olduğunu söylemek de kabildir: “sırâtallezîne en’amte aleyhim.” Gelenek ile ilgili olarak henüz “urf” meselesine ise henüz giremedik.
- ALTINDAL Aytunç, Lâiklik, Süreç Yayınları, 1986
- RAĞIP el İsfahanî, Müfredat, Çıra Yayınları, c: 1, 2006
- NASR Seyyid Hüseyin, Bilgi ve Kutsal, İz Yayıncılık, 1999