Anadolu’da Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişte yapılaşmış bir çözülme vardı. Edebiyat ve özellikle hikâye, bu çözülmeyi yakalamış bir çalışma alanıdır.
Aile ve mahallenin Çözülmesi
Anadolu’da Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken gözlenen en önemli çözülme aile. Bu çözülmenin bir çok sebebi var. Bunlardan biri savaşın erkek nüfusunu eritmesi. Bir diğeri kentleşme sürecinin başlaması. Ancak bir diğeri de Anadolu’daki eşkiyalıktır.
Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unda ailenin çözülüşünün nedeni eşkiyalıktır. Kaymakam Selahattin, Yusuf’u evlatlık alır. KY, Nazilli kazasına bağlı bir köyde eşkıya baskınında öldürülen bir ailenin geride kalan tek evladıdır. Öldürülen karı kocanın evi tasvir ediliyor ve evin fıkara evi olmadığı izlenimini doğuran eşyalar anlatılıyor: duvarda kılıflarıyla asılmış çift çakmaklı tabanca, konsol, abajurlu iki petrol lambası, bütün duvar boyunca uzanan üzeri halı döşeli sedir, minderler, yastıklar, sırma işlemeli yağlıklar, kapı yanında bir yük, eski usul bir saat. Bir köy evi için hayli “zengin” sayılacak eşya çokluğu ailenin Yakup Kadri’nin Yaban’da anlattığı “köylüler”den sayılamayacağını gösteriyor. Cinayet işlenmiştir. Çocuk anne ve babasının muhtemelen gözleri önünde öldürülmesinden dolayı şoka girmiştir. Çocuk sınıfsal olarak “fıkara- köylü” değildir. Kaymakam bunu “gördüğü için” çocuğu evlatlık alır.
Kemal Tahir’in Arabacı hikâyesinde iki yaşlı kadın ile bir güzel dul anlatılır. Hikâyede erkek kıtlığı ortadadır. Hikâyenin kahramanı arabacı kentleşmenin rantını ahlâkdışı yollarla emmeye çalışan biridir. Kereste kaçakçılığı yapmaktadır. Kadınlar kızlarının evlenememesini ve sahip oldukları toprağın ortakçı tarafından ekilmesini hayat meselesi edinmişlerdir. Arabacının kendisi hakkında söylediği “namuslu kız bulamadığı” yalanına inanıp kızları ile evlenip evlenmeyeceğini sorarlar ve görücü gelmesini isterler. Zira evlenmesi gereken genç-dul ile işlenmesi gereken toprak vardır. Bu hikâyede toprak ile dul genç kadın arasında kurulan sembolizm manidardır. Çünkü Anadolu’da toprak hem namustur ve hem de berekettir. Kemal Tahir’in öyküsünde genç dul kadının ağzından tek kelime çıkmaz. Sükut, izzet, helali arama, saflık, efendisine hizmet değerlerini kadın temsil eder. Bu kadının bakire olmaması da bir sembolizmdir. Anadolu’yu temsil eder, nikahı temsil eder. Batı/Hristiyan değerlerinde boşanmış/dul kadın ile nikah yapılamaz. Çünkü Batı değerlerinde boşanmak mümkün değildir. Batı kültür kodlarında mülkiyet de kadın da Katolik anlamda kutsanmıştır. Ama Anadolu’da dul, iffet ve ekmektir.
Memduh Şevket Esendal’ın Bir Kadının Mektubu başlıklı hikâyesinde de “ev” ideali anlatılır. Kadın ailesinden hayatta kimse kalmayınca ev kurmak ister: “Ninem de bu son yıllarda ölünce tek başıma kaldım. Evimiz kapanır gibi olmuştu. Birini bulup da evlenirsem, birkaç yıl içinde, yeniden bir ocak tütmeye başlar, diye düşünüyordum (…) Bu yeni evi kurmak için önümde tuttuğum örnek, anamın, babamın kurmuş, içinde bizleri yetiştirmiş oldukları evdi. Bu evde başlangıcından bitimine kadar dirlik, düzenlik bozulmamıştır. Bu evde yetişen adamlar şaşkın yahut haylaz olmadılar. Hepsi yüreklerinde ana, baba, kardeş, yurt, ulus saygısı taşıyan kimseler oldular. Sırası gelince kendi paylarına düşen can borcunu da ödediler. Yiğitçe öldüler. Bu ev, ancak geçinecek kadar kazanabilen bir araba yapıcısının eviydi ama ekmeklerini alın teriyle kazanan; yalan dolan bilmeyen, yürekleri doğru, gönülleri geniş insanlar yetiştiriyordu. (…) Her eve bir baş ister, o baş da erkek olur. Yaradılışın töresi böyledir”. Evin “insan yapan” değerleri taşıyıcı rolü, hikâyenin ana temasıdır. “Ev kurmak” denildiğinde “değerler için bir araya gelmek”ten bahsedilmektedir. Bu hikâyenin devamında mektubu yazan kadının eşinden ayrılmak istemesinin asıl nedeninin kocasının memuriyette aldığı rüşvet ve haram parayı yemek istememe iradesini görüyoruz. “Benim sırtımda kürklü manto görmezlerse, “Bunlar çalmıyorlar” demeyecekler ki! “Çalıyor da saklıyor” diyecekler”. Hikâyede “değerler” ile maddi kazanç uğruna usulsüzlüklerin çatışması verilir ve “ev” hakkında değer üretici mekân tanımlaması yapılır: “Hayri’nin attığı temeller üzerine ancak, bir sonradan görme, türedi evi kurulabilirdi. Artık iyice anlamaya başladım ki bu adamla benim istediğim ev kurulmaz. Ne yapmalı diye düşündüm. (…) İyisi mi, yol yakınken herkes kendi evine dönmeli”.
Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale hikâyesinde ise, ev ve mahallenin çözülme sebebi azınlık milliyetçiliğidir. Balkanlarda başlayan bir saldırı var. Ömer Seyfettin (ÖS), o sırada bölgede subay. Osmanlı’nın teba kavimleri, Müslüman nüfusa yönelik saldırı, tedhiş, yıldırma, tecavüz fiilleri içindeler. Osmanlı tebaasının Batı’cı adalet arayışı, ÖS’nin Türkçü düşünceler geliştirmesi için uygun bir vasat oluşmuş durumda. Beyaz Lale, Bomba isimli hikayeye nazaran daha az biliniyor. Tecavüz edilen kadın hikayelerinden. Balkanlarda bu olaylar mükerrer görünüyor. Son Bosna- Sırp savaşında da Sırp askerlerin müslüman kadınlara tecavüz etmesi bölgede bitmez bir Müslüman düşmanlığı fikrini güçlü kılıyor. Bir çaresizlik var. Hikaye şöyle başlıyor: “Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez’den geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi, boş, çimensiz tarlaları, üzerinde henüz taze ve korkak izler duran geniş yolları parlatıyordu. Bu gelenler gidenlere hiç benzemiyorlardı. Bunlar adetâ ürkütülmüş bir hayvan sürüsüydü... Hepsinin tıraşları uzamış, yüzleri pis ve kırmızı, esvapları parça parça idi. Dursalar düşeceklermiş gibi, omuzlarındaki çamurlu tüfekleri altında iki büklüm olmuş, yorgun ve perişan, ağır ağır yürüyorlardı”.
Hikayenin daha başında savaş ortamında “hayvanlaşmış” silahlı adamlar tasvir ediliyor. Hikayenin çok kısa özeti şu: Serez, Bulgarların eline geçiyor. Bulgar komutanı Radko, Büyük Makedonya Ülküsünü gerçekleştirmek isteyen koyu bir Bulgar ulusçusu. Düşmana karşı acımasız ve soykırımcı tavrı ulusçuluğun bir gereği görüyor. Çocukları, kadınları öldürüyor, diri diri fırında yaktırıyor. İvo Andriç’in Drina Köprüsü romanındaki kazığa geçirilmiş esirlere uygulanan vahşetin benzeri Beyaz Lale hikayesinde karşımıza çıkıyor. Radko, kentin en güzel kızına sahip olmak istiyor. Beyaz Lâle lakabıyle anılan genç ve namuslu Türk kızına zorla sahip olmaya kalkışır. Kız direnir; kendini pencereden aşağı atar, ölür. Radko, sapıklığına devam eder; kızın ölüsünün üzerinde, sapık duygularını doyurmağa çahşır.
Anadolu coğrafyasında ev ve mahalle sisteminin yani Farabi’nin hane sisteminin çözülmesinin ortaya getirdiği iki sonuç var: Ya Batı’lı felsefede zemin bulan ferdiyetçi felsefelere kapı açacaksınız ve kapitalizme geçeceksiniz; ya da Doğu’nun aşiret sistematiğinde kimliğinizi sileceksiniz ve feodalizme sapacaksınız. Osmanlı toplum pratiği küçük aile işletmeleri sistemi sayesinde hem doğu’nun aşiret düzenini, hem de batının ferdiyetçi kapitalist zihniyetini Anadolu’da geçerli bir model olmaktan çıkarmıştır. Dolayısıyla “hane”si yitik bir topluma döndükçe dini değerlerinden başlayarak bir dizi değer alanını kaybetmiştir.
Dertli’nin “bir başıma kalsam şaha, sultana kul olmam/ viran olası hanede evlad ü iyal var” beyitinin, rüşvet salgınını meşrulaştıran görevlileri temsil ettiği söylenir. Oysa bu beyit Osmanlı toplumunun hane temelli yapısından bahis etmektedir. İki yorum yapılabilir: 1) Virane, Farsça, yıkıntı anlamındadır. Dünya da insanlık için “hane”dir ve yıkılacaktır, Kıyamet yakındır. Bu dünyanın kaderi, fanilik, yokluk, harap olmaktır. Dolayısıyla tek başıma da kalsam Müslümanca değerlerimi terk etmem, nasılsa bu yıkılması mukadder dünyada benin sözümü sürdürecek evlad- iyal de vardır. 2) Derviş, nefsini tezkiye etmek, afaki güzellikleri değil enfusî hikmetlere varmak ister. Dervişin görünümü de, yaşadığı yer de viraneyi andırırsa da,bu hırpanilikte, “Viranelerde define bulunur” denir. Dervişin tekkesinin yıkılacak gibi durmasına aldanma, o viranelikte müridler vardır. Sufi ıstılahta “evlad” müriddir. Beyitte hem yaşanılan ev/hane içinde değerleri yaşatan evladlar olduğu hem de dini bir kurum olan tekkenin zayıf görüntüsü altında değerlerini koruyan müridler olduğu ifade ediliyor.
Dini Değerlerin ve Ahlâk Algısının Çözülmesi
Sait Faik’in Lüzumsuz Adam hikâyesinde bir mahalle yaşamakta ise de onun profili üzerinden din ve ahlâk değerlerinin çözülmüşlüğü yansıtılmakta. Hikâye kahramanı Mansur’un şehir kalabalığı hakkında niyetini şöyle ifade ettiğini görürüz: “Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar?”. Hikâye kahramanı Mansur toplum için hiçbir değer üretmez, kira geliri ile yaşar ve gün boyu aile dışı bir sevgili bulmak için dolaşır.
Refik Halit Karay’ın Şeftali Bahçeleri hikâyesinde hem bürokratların ve hem de halkın dini ve ahlâkî değerlerinde yitim olduğu açıktır. Hikâyede, aydının geleneksel hayat sürdüren halktan farklılığı, Âgâh Bey’in “iki kadın”la tanıştırılmasında vurgulanır: “İçeride iki kadın vardı. İkisi de şöhret kazanmış, güzel dolgun kadınlardı, erkeğe alışkın görgülü tavırlarla sigara içiyorlar, uzun bir memur nesline böyle yarı gizli hizmet etmekten şiveleri nazikleşmiş, ince lisanlarıyla ferah ferah konuşuyorlardı” . Kadınların “nazik, görgülü, ince lisanlı” olup aydınlara hizmet etmeleri, aydın- halk arasında ayrışmış kültür değerlerinin farklı mecralarda aktığını gösterir. Ancak hikâyenin devamında geleneksel hayat süren halkın da ahlâk kaygılarının zayıflığı tasvir ediliyor: İşsiz güçsüz takımının hafif meşrep hayat süren kadınlar ile ilişki geliştirmeleri asayiş meselelerine neden olmaktaydı. Bunların güvenlik güçleri ile engellenmeleri işledikleri suç nedeniyledir. Cumhuriyet kurulunca devlet, Batılılaşmanın bozduğu ahlâk değerlerinin yerine despotluğa varan bir hukuk dışılık pratiği getirmek zorunda kaldı: “Bazen azılılar bu cins kadınların evleri önünde toplaşırlar, ağızdan dolma, pis barutlu hantal tabancalar patlatarak gece yarısı mahalleyi korkuya verirlerdi. Ertesi günü jandarmalar kabahatlileri yakalar, koğuşta bir temiz döverlerdi; mesele de kapanmış olurdu”.
Yine Refik Halit Karay’ın Yılda Bir hikâyesinde Teselyalı değirmenci Bekir’in Çingene Elif ile beraberliği anlatılır. Bekir, değirmene buğday getiren Elif’i ayartmış beraber olmuştur. Kadını her sene özlemle bekler. Dördüncü sene Çingene kafilesinin içinde kadına rast gelmez. Çeribaşına sorar. Cevap şöyledir: “Ha o mu? Kasabada kaldı, kötüledi.” Bu hikâyede kadının kötülemesi hakkında vicdan muhasebesi göremeyiz. Rus edebiyatında Tolstoy’un Diriliş romanında Prens, beraber olduğu kadının kötülemesinden vicdanî sorumluluk duyar.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Aşk ve İhtiras Faciası hikâyesinde Gaffar Ağa’nın 18 yaşında Necibe’yi ikinci karısı olarak almasından sonra gelişen olaylar anlatılır. Necibe iffetli bir kadın değildir. Daha evliliğinden beş gün önce Garipler köyünün erkekleri önünde raks etmiştir. Evlendikten sonra Karaışık köylüleri onun hakkında bin türlü iftira atarlar. Kocası onu kıskanıp pataklayınca kadın evden kaçar. Ancak adam sevdalıdır, kadın kaçınca sevdası büyür adeta dellenir. Gaffar uzun yürüyüşlere çıkmaya başlar. Köylü kısmı bu duruma üzülürler ve kadını aramaya başlarlar. Nihayet köylülerden biri çoktan beri kullanılmayan ve viraneliğe dönüşen bir mandıradan gelen fena kokuya yönelir. Kapı kilitli olduğundan kırarak içeri girer. Mandıranın ortasındaki direklerden birine şişmiş bir kadın cesedinin bağlı olduğunu görür. Bu Necibe’dir. Gaffar Ağa’ya haber vermeye gider. Lakin adam haftalardır evine dönmemiştir.
Ömer Seyfettin’in Primo Türk Çocuğu hikâyesinde kahraman Kenan Bey, kimliğini kaybetmiş genç bir mühendis olarak karşımıza çıkar ve o dönem aydınların hemen çoğunun Batılılaşma ile içine düştükleri “yabancılaşma”ya ayna tutar. Hikaye Primo’dan bahsetse de, hikâyenin kahramanı gerçekte Kenan Bey’dir. Çünkü burada ilk dönüşüm, Batı kültürüne karşı ilk direniş, ailesini yıkmak bahasına Kenan Bey’den gelmiştir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde idnî ve ahlâkî değer bakımından güçlü bir damar vardır. Örneğin Başını Vermeyen Şehit hikâyesinde bir avuç mücahit, bir ordu dolusu düşmana hücum ediyor. Savaş klasik kahramanlık anlatısı ile tasvir edilmiyor. Okuyucu hikayede “ilahi bir yardım” geldiğine, bir kerametin zuhur ettiğine ikna ediliyor. Nihayet “gövde” başını almak için mücadele ediyor. Bu hikayede fedakarlık mal/ uzuv değil bedendir. Ömer Seyfettin hikâyesinde örneğin Diyet’te değerler için candan ve maldan fedakârlık anlatılır. Tuhaf şekilde Başını Vermeyen Şehit’tede uğruna feda edilen esas, “baş” halinde beliriyor. Yani “gövde” irade sahibi bir varlığa dönüştürülüyor. Fedakârlık baş ile temsil edilirken, bedenin cesede dönmesine rıza gösterilmiyor. Başı muhafaza için olağan üstü bir hamle yapılıyor; baş adeta bayrağa döndürülüyor. Sembolik manada gövdenin başı yerden alıp koltuğunun altında savaşa devamını Kur’anî manada “gözler değil kalpler görür” bildirisine uygun olarak okumak gerekir. Kalp aklı yeniyor, iman güçlü düşmanı zayıflatıyor ve az bir topluluk kuvvetli ama imansız bir çokluğu mağlup ediyor.
Bu hikâyelerde hane sisteminin çözülmesine bağlı olarak gelişen dinî ve ahlâkî değer yitiminden bahsedilmektedir. Dinî ve ahlâkî değerler bozulmuştur. Aile ve mahallenin dinî değerlerin yaşatılması bakımından önemi ortadadır.
Refik Halit’in Cer Hocası başlıklı hikâyesi de dini değerlerin çözülmüşlüğünü belgeleyen önemli bir anlatıdır. Osmanlı’da Cer Hocalığı hem suhtelerin (medrese öğrencilerinin) medrese bilgilerini pratik ettikleri, günümüz kavramlaştırmasında staj konusu ettikleri ve hem de iaşeyi temin için halk huzuruna çıktıkları bir uygulamadır. Hikâyenin kahramanı bir köyde tutunur ve gönülleri gıdıklayan, sadre şifa vaazlar verir. Ama her şey yalan üzerinedir. Medrese öğrencisi değildir. Meşrutiyet’e karşıdır ya da meşrutiyet ilanı ile beraber memurluktan atılmıştır. Köylünün İstanbul’da olup da itibar ettiği bir hocayı tanıyıp tanımadığı sorusuna “benim hocamdır!” diyecektir, tanımamaktadır. Ancak köylüler onu sever ve hatta kaymakamdan eski imamı görevden alıp Cer Hocasını tayinini ister. Ancak Cer Hocasını evine çağıran yaşlı ve hasta imam halini, fakirliğini, çocuklarının muhtaçlığını arzeder. Durumu gören Cer Hocası merhamete gelir ve vicdanının emrettiğini yaparak şehre kendi sefaletine döner. Fakat dönmeyebilirdi de. Sefaletin kentten kıra doğru gelişi kentli adamın asalak hayatının bir sonucu olmuş gibidir.
Osmanlı köyünün kentleri besleyecek takati yoktur. Batılılaşma sonrasında yaşam kalitesinin yükseltilmesi, ithal mallarla gelişen yeni yaşam çeşitleri iktisadî dengeyi bozmuştur. Din bu örnekte eski iktisadî rolünde değildir; bir geçim mevzuudur. Köylünün başına gelen bela işte bu değerlerinin yitimidir, kendi rahminden olup kente boşalttığı nesebidir.
Adalet ve Hak Algısının Çözülmesi
Adalet ve hak algısında da çözülme bulunmakta idi. Refik Halit’in Yatık Emine hikâyesinde Ankara’da fahişelik yapmakta olduğu için asayişi bozan bir kadının kasabaya gönderilmesi ile kasaba idaresi ve halkı tarafından aç susuz barınaksız bırakılması, nihayet soğukta donarak ölmesi anlatılır. Bu ölüm hakkında kimsenin vicdanında hareketlenme olmaz. Toplumun genel adalet telakkisi yıkılmıştır.
Memduh Şevket Esendal’ın Arabacı Ali hikâyesinde asker kaçaklarının eşkiyalığa başladıkları görülür. Kemal Tahir’in de Arabacı hikâyesinde arabacı kereste kaçakçılığı yapmaktadır. Feodal yapılara ve baskı ile haraç toplamaya karşı direnen bir hikâye yazan MŞE’ye göre Anadolu’nun ruhu, kaba kuvveti yenecek kudrettedir. Onun Dövüş adlı hikâyesinde okulun ve mahallenin kabadayısı vardır. Adı Aziz. Bu ismin de sembolik değeri olduğu düşünülebilir. Aziz’le parasını gasbettiği için dövüşen Akif, Aziz’in kendisini dövmesine karşı koyup bir de toplumun vicdanında (çocukların arasında) “onu döverek” şerefini korur. Aziz bu “yenilgiden sonra” bir daha ne Akif’in üstüne gidebilir ve ne de diğer çocuklara zorbalık yapabilir. MŞE’nin bu tür hikâyeleri feodal yapılanmalara da eleştiri şeklinde görülmelidir.
Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf roman-hikâyesinde Yusuf, adalet ve hak mefhumu için dövüşmez. Ancak bu hikâyeyi eşraf ve bürokratın kirli ilişkilerine karşı, Cumhuriyetle kurulan yeni toplumsal düzene karşı başkaldırı gibi okuyanlar ekseriyettedir. Kuyucaklı Yusuf’un böyle okunmaya tabi tutulması özellikle Müslümanca bir nazardan bakıldığında bir temele oturmayacaktır. Çünkü Yusuf’un kullandığı metod toplumsal adalet ve hak mefhumunu ihya edemez.
HikâyedeYusuf, Kaymakam’ın evlatlığıdır ve Kaymakam’ın kızını (Muazzez) sevmektedir. Kızın isminin burada da “Aziz”den gelmesi ilginçtir. Kentte ısırıcı bir eşraf takımı vardır. Şakir onlardan birinin oğludur. Şakir isminin de “zenginliğe şükredenler ve zenginlere kanuni sınır tanımayanlar” sembolizmini verdiğini ifade etmek gerekir. Şakir, bir gün Yusuf’un yanında Muazzez’e laf atar. Yusuf da onu döver. Şakir, intikam için Kaymakam ile kumara oturur ve onu borçlandırır. Borca karşılık Muazzez istenmektedir. Yusuf buna engel olmak için Muazzez’i seven bakkala gider ve ondan aldığı para ile borcu öder. Şakir, Muazzez ile evlenecek bakkalı kaza süsü ile öldürür, ceza da almaz. Bu sırada Muazzez Yusuf’a açılır ve sevgisini söyler. Kaçıp evlenirler. Kaymakam da onlara yardım eder, damadına iş verir. Ancak kalp krizinden ölünce dengeler bozulur. Yeni gelen kaymakam Şakir tarafından yönlendirilir. Yusuf’a yeni bir görev verilir. Kalemden posta işine verirler, geliri azalır, geçim zorlaşır ve posta dağıtımı nedeniyle eve günlerce gelemez olur. Şakir, Muazzez’in annesi vesilesiyle Muazzez’i içki alemine taşır ve fuhşa iter. Yusuf dedikoduları duyunca köye gelir. Durumu da görür. Şakir’i, Şahende’yi, Kaymakam’ı ve karısını öldürür. Ortadan kaybolur. Hikâyede Yusuf’un babalığı olan kaymakamın eşrafla ittifak etmediği görülür. Kaymakam baskıcı devleti temsil etmez. Ancak o ölünce yerine atanan yeni kaymakam için aynısını söylemek zordur. Bu öyküde Cumhuriyet’in yönetici elitinin baskıcı siyasetinden bahsedilemez. Atanan görevliye göre değişen yönetme pratiğ vardır.
Ömer Seyfettin’in Diyet hikâyesinde kahraman erdemli-esnafbir tiplemedir, “ahi” geleneğine uygun bir “ekmek davası” ile yaşamaktadır. Ömer Seyfettin’in hikayelerinde ortak özellik kahramanın meslek erbabı olması, kimseye muhtaç düşmeyecek kadar bir geçimliği kesb etmesidir. Ancak daha da önemlisi kahraman hayatı için en değerli “maddiyatı” değerlerinin karşısında kıymetsiz görmektedir. Örneğin Pembe İncili Kaftan’da Muhsin Çelebi, malını mülkünü rehin bırakarak İran Şahı’nın karşısına çıkacağı eşsiz kaftanı tedarik eder, Şah’ın yer göstermemesi üzerine yere serip üzerine oturduğu kaftanı, devletinin şanını düşündüğünden yerden kaldırmaz ve iflas etmiş olur. Diyet isimli hikayede de haksız yere suçlanıp hırsızlık nedeniyle kolu kesilmek cezasısıyla cezalanan Koca Ali diyet karşılığı kolunu kurtarır ama diyetini karşılayanın ruhunu incitmesi karşısında da koluna baltayı indirip diyeti ödemekten geri kalmaz. “Kaftan veya kol” kalan “gövdenin” selameti için feda edilir. Sembolik anlamda “gövde”nin millet- devlet, kesilip atılanın ise zenginlik- refah olduğunu düşünebiliriz. Değerler maddeye tercih edilmiştir; madde, değerler yaşasın diye terkedilmiştir.
Diyet hikâyesinde demirci ustası örnek bir modeldir ama toplum tarafından ezilir. Kemal Tahir’in Arabacı hikâyesindeki kadınlar yol geçmez kervan gitmez bir köyde silinip yok olurlar. Ahlâk ve adalet duyguları toplumsallık bulamaz. Bunda en önemli sebep adalet ve hak mefhumunu ikame edecek kurumların yok edilmesidir. Refik Halit Karay’ın Ayşe’nin Yazgısı hikâyesinde hikaye kahramanları yalnız başlarına yaşayan ana-kız iki kadındır. Ayşe’nin anası antikacıların evine gündelik temizliğe gitmekte, öyle geçinmektedirler. Antikacının oğlu Ali Bey bir fırtına sonrası ana-kızın evine sığınır. Anne evde değildir. Genç kız, kendisine kötülük etmeye yeltenen adamdan kaçar. Adamın ayağı kayar ve başını ocağın sivri taşına çarpar yıkılır. Ölmüştür. Kız adamın cesedini ahırda derince bir çukur açıp gömer. Ancak aradan bir ay geçer. Genç bir köylü Ayşe’nin anasını işe giderken görür. Ayşe mutfakta odun kırmaktadır. Kız onu da düşürmemek, öldürmemek ve o üzüntüyü bir daha çekmemek için korumasız kendini bırakır.
Sabahattin Ali’nin Kanal hikâyesinde birbirleriyle çocukluk arkadaşı olan Zağar Mehmet’le Dedemköylü Mehmet’in evlenip geçim derdine düşünce dostluklarının zaman içinde soğuması ve sonra da su için anlaşmazlığa düşüp Zağar Mehmet’in Dedemköylü Mehmet ve kardeşi Mustafa’yı öldürmesi anlatılır. Zağar Mehmet, tarlasını sularken arkın boşaldığını ve sarı bir çamurun çıktığını görür. Suyun Dedemköylü Mehmet tarafından kesildiğini anlayan Zağar Mehmet altı yaşındaki oğlunu Dedemköylü Mehmet’in yanına gönderip suyun salınmasını ister. Ancak kendisine cevap verilmez. Dedemköylü Mehmet'in kardeşi Mustafa'yla birlikte iki kişi olması nedeniyle evvela sulh ister. Bu bir bekleyiştir. Su, Dedemköylü Mehmet’in ekinini büyütüp kendisininkine erişmez. Karısının, akşamlara kadar elinde çapa ile iki kat çalışan altmışlık anasının ve altı yaşındaki oğlunun ekinlerle sarardığını görmek canına tak eder. Çumra’da sulama idaresi vardır, bu idarenin müdürü vardır, muhasebecileri vardır, fakat kanal Dedemköylü Mehmet’in tarlasından öteye bir damla yaşlık geçirmemektedir. Nihayet meseleyi çözemez, Dedemköylü Mehmet ile kardeşine pusu kurararak onları öldürür. Eşine de suyu açmasını, çünkü artık yukarıdaki tarlanın erkeğinin kalmadığını, oğlunu da zebil etmeyip arada bir hapishaneye ziyaretine getirmesini, kocakarıya da hakaret etmemesini tembih eder. Hikâyedeki anlaşmazlık köydeki nizamsızlığa aittir. Tımar sistemi kalkıp Cumhuriyet devri bireysel mülkiyete geçilince köylü toprak üstünde “yağma” etmiştir. Sabahattin Ali’nin Kağnı hikâyesinde de bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşında Sarı Mehmet’i vurur. Sarı Mehmet’in bir tek ihtiyar anası vardır. Köylüler hep birden onun davacı olmamasını ve candarmanın köye gelmemesini isterler.
Bu hikâyelerde halkın adalet ve hak kavramına bağlılığı yitirilmiştir. Türkiye’de adalet Osmanlı devri iktisadî nizamın tasfiyesi ile “yağma” fikrine kaymıştır. Değerleri olan insanlar son derece azınlıktadır. Kurumlar çekildiği için halka yabancı bürokrat, o dokunmazsa ceberrut ve kalabalığı olan bir eşraf, o da yoksa iflah olmaz ve namussuz bir eşkiyalık zayıfları ezmektedir. Bu nedenle adalet değil hınç, ihkak-ı hak, hesaplaşma, kan dökme tavrı bütün kesimleri sarmış gibidir. Bu açıkça bir çözülmedir.
Ekonomik Güven Duygusunun Çözülmesi
Ekonomik güven duygusunda da bir çarpılmışlık bulunmaktadır. Ahilere has ticaret zihniyeti yağma fikrine yenilmiştir. Örneğin Memduh Şevket Esendal İhtiyar Çilingir hikâyesinde demirci esnafı, müşterisinin eşeği dövmek için değneğe demir halka takma talebini reddeder. Diyalog şöyledir: “Canım sen tak. Nene lazım.- Takılmaz evladım… Ben kırk yıldır bu sanatı işlerim. - Canım, parasıyla değil mi? Sen takıver, ötesine karışma! İhtiyar, belki ısrar etmeyip takacaktı; ancak “parasıyla” sözüne fena halde içerledi. Daha fazla bir şey demeyerek değneği genç adamın elinden aldı, eski taktıklarını da sökerek iade ettikten sonra: Biz para âşıklısı değiliz, var başka yerde yaptır, dedi.
Düşündüm kaldım. Para için çalışmadığını iddia eden bu fakir ihtiyar, şüphesiz, sanatının aşığıydı.” MŞE’nin bu hikâyede meslek ahlâkını yansıtması Ahi kültürünü ve Fütüvvetname geleneğini yaşatmasını mümkün kılıyor. Ahi kültüründe sanat geleneğin içindeki amacının dışında kullanılamaz. Hatta şöyle denilebilir, esnaf sosyal hayatı belirleyen eşyaları üretirken kamusalı da üretmiş olur.
Ancak bu tür örnekler çok nadirdir. Türk hikâyecileri meselelerini daha çok devlet ve kapitalizmin aşağı tabakaları ezen davranışları bağlamında ele almışlardır. Bu tavır görünüşte doğru bir algılama olsa da çözüm üretici değildir. Mesela Sait Faik Çarşıya İnemem hikâyesinde, “orta hallice bir memurum” der. Sade bir hayat yaşamaktadır: “Param yoksa bile evim var. Sobam var, yemeğim var. Aşağıda radyo var”. Hikâyesinin devamında yeni zengin sınıfı da acımasızca eleştirir: “O fırıncı yok mu, o? O, sabahları, işçi çocuklara kırbaç gibi pis yağlı böreğini otuz beş kuruşa okutan, olur da fazla veririm korkusundan kimselere para bozmayan fırıncı! O sıra sıra kiralık evler yaptıran, keçilerine köyün ne kadar körpe dalı varsa yediren fırıncı!”.
Refik Halit Karay’ın Yatır hikâyesinde İlistir Nuri, vaktini kahvede, gezmede, rakı âlemlerinde geçiren biri olarak köylük-kasabalık yerin gerçek “dilini” bilemeyecek biridir. O sene ilk defa iş tutayım demiş ve hamamcılığa karar vermiştir. Hamamı kiralar, masraf yapar. Ancak o sene bir veba gelir ve kırlık yerin öküzlerini sağ komaz. Savaş da başlamış olduğundan kırın gençleri askere yazılmışlardır. Kasabaya odun getirmek eşek sahibi kadınlara düşer. Onlar da eskiden bir arabaya istedikleri parayı bir eşek yüküne istemektedir. Veba ve savaş kasabanın iktisadî yapısını değiştirmiştir. İlistir Nuri hamamı işletmek için iki senelik kontrat yapmış ve parasını da ödemiştir. Odun bulamazsa işletmesi batacaktır. Onun için köyün manevîyatının sembolü olan yatırın etrafındaki ormanlıktan kendine odun tedarik etmek için köylünün itibar ettiği Abdî Hoca’yı işe dahil eder. Sonunda odunlar alınır ama yatırın kenarındaki su kurur, bereket kaçar. Bu hikâyede din çekilince ekonomik güvenin kaybolduğunu anlıyoruz. Ancak yazarın bunu ifade etmek istemediği söylenebilir.
Sabahattin Ali’nin Kamyon hikâyesinde köylü erkeklerin şehre çalışmaya gidişleri anlatılır. Hikâyenin kahramanı babasına şöyle ricacıdır: “Baba ben gidip şehirlerde çalışayım. Bak köyün yarısı gitti, İzmir’de çok iş varmış. Kışın burada kalıp yük olacağıma, gidip ekmeğimi ararım, harman zamanında gene gelir, tarlada çalışırım”. Kemal Tahir’in Arabacı hikâyesinde de tarlayı işleyecek adam kalmamıştır. Demiryolu çalışmaları Anadolu’nun ekmek ve geçim modelini değiştirmektedir.
Sabahattin Ali’nin bir başka hikâyesi olan Köpek’te Genç Çoban’ın duyguları ve düşünceleri üzerinden toplumun sosyo-ekonomisi verilir. Çoban, Ağa’nın koyunlarına bakmak karşılığında senede on iki lira alacaktır ama, on para alamamıştır. Ağa, “Parayı n’ideceksin? Bende biriksin, toptan veririm” diyesidir. “Bizim kocakarı olmasa, şehre gider, beş on kuruş yapardım” dese de, şehre gidip hamallık, kara amelelik yapıp daha perişan vaziyette köye dönenleri görmekle hevesi kırılmaktadır. Hatta akrabalarından birinin İzmir’de fabrikaya yazılıp, ayağını makinaya kaptırınca kapı dışarı edilmesi onu ümitsizliğe düşürmektedir. Buna rağmen köyde bir baltaya sap olmak büsbütün imkansızlaştı, der. Az buçuk mahsul verir bir tarla sahibi olmak için on sene, bir çift öküz sahibi olmak için ise on beş sene çalışması gerekmektedir. Köpek hikâyesinde mülksüz adamın kırda ağalık ve kentte kapitalizm tarafından suistimali acımasızdır. Osmanlı iktisadî düşünce sisteminde tımar sürdürülebilse idi, çobanın bir dirlik sahibi olması kaçınılmazdı. Ancak feodalizm ve kapitalizm Osmanlı sistemini bozarak kapıp istismar edeceği madunlar yaratmış oldu. Ayrıca yine Köpek hikâyesinde bir aydın eleştirisi vardır. Çoban yerel eşraf tarafından ezilirken aydın tarafından da ezilir. Mühendis sevgilisini arabayla dolaştırırken çobana rastgelir. Mühendisin sevgilisi yavru keçi görmek isteyince çobana yaklaşırlar. Mühendis başta “halkla, köylü ile temas” fikri ile çobana sorular sormaya başlar. Ancak konuşma ilerledikçe ayrışma başlar. Mühendis bunun üzerine “Beni dinle, çoban kardeş. Siz daha çok gerisiniz. Bak! Biz, yerimizden yurdumuzdan kalkıp sizinle konuşmak, dedinizi dinlemek için buralara geliyoruz; siz gözünüzü, kulağınızı dört açıp istifade edeceğiniz yerde, etrafınıza bakınıyorsunuz” diyecektir. Çobanla arasında fark olduğunu düşünüp arabaya yönelirken köpekler havlayıp sıçramaya başlarlar. Mühendis ani bir hareketle silahına davranıp çobanın köpeğini öldürür.
Bu hikâyede aydınlanmanın sınıf farkı oluşturması ile ilgili önemli bir değini vardır. Türkiye’de islamcılık da zaman zaman aydınlanma sayesinde, çobanlık-hizmetçilik-bahçevanlık gibi mesleklerden kendini ayırma eğilimi içinde olduğunu gösteren teorik açıklamalar yapmaktadır. Aydınlanma ile ekonomik güven duygusunun çözülmesi arasında doğrudan ilişki vardır. Dolayısıyla “Sosyal Adalet” mefhumunun aydınlanma meselesi üzerinden hizmet sektörünü hedeflediği düşünülebilir. Sosyal Adalet, üretim sektörünü büyütmeyi hedef almamaktadır.
Diğer taraftan, Türk düşüncesi sosyal alandaki ekonomik dönüşümü uygarlığa geçiş bağlamında ele almış görünüyor. Dolayısıyla yükselen bürokrasi ve yeni zengin tabakalara öfkeli bir bakış var. Ancak köylülerin de kendi mahallerinde “yağma” tavrı geliştirdiği bu yaklaşımlarda değerlendirilmiş değil.
Son Söz: Adalet Arayışı
Sait Faik Karidesçinin Evi hikâyesinde: “Gitgide batağa sapıyorum. Bu pis, leş dünya ortasında (...) uzaklaşıp da nereye gidebilirim? Gideceğim yer, ya bir sinema, güzel erkek sürüsünü ortaya süren sinema; yahut da her şeyi sakinleştiren, asil, muhteşem, dünyada insanın bulabileceği en namuslu yer olan meyhane olabilir. Sanki riyakârlar orada da birkaç misli daha riyakâr, namussuzlar daha namussuz değilmişler... Kaçılacak yer yok” der. Sonra Büyük Hulyalar Kuralım hikâyesinde şöyle devam eder: “Büyük hayaller kuralım sevgilim! Ben şimdi böyle yapıyorum. Tertemiz bir şehirde, asfalt caddeler üstünde, dibinden metrolar geçen, üstünden kolosal otobüsler uçan, muazzam, eğlenceli bir şehirde seninle yaşamak istiyorum. Yazılarım bize yaşamak için lazım olanı getiriyor. Büyük kahvelerde çay içiyor, temiz lokantalarda kolalı peşkirlerle yemek yiyor, latif rahiyalı şaraplar içiyor, tertemiz bir yatakta seni kollarımın arasına alıyor, sana: -Bütün mesut şehir uyudu, uyuyalım sevgilim diyorum. Sabahleyin bitlerle dolu, kimsenin kimseye hürmet etmediği, kimsenin kimseyi hürmete layık bulmadığı, istismar edenin, çalanın zengin ve bahtiyar olduğu, esnafının azgın, zengininin deli, haris, egoist, gaddar, fakirinin kayıtsız, sersem olduğu bir şehirde; işin kötüsü sensiz, oldukça kirli bir yatakta uyanıyorum. Ama sevgilim, olacak, büyük hayaller kuruyorum.”Sait Faik’in kirli ve bitli yatağında ve bu pis, leş dünya ortasında kurduğu mesut dünya hulyası gerçek ile ütopya arasında kalmış bir zihnin açmazıdır. Gerçeği aşamaz ve adalet kavramının mahiyetine de varamaz. Batı toplumlarında görece refaha ulaşmış adamların hayatlarını model edinir.
Türk edebiyat ve düşüncesinde bir adalet arayışı var. Ancak bunu “Sosyal adalet” kavramı içinde aranması Türkiye için bir açmaz oluşturuyor. Bu kavram, Türkiye’nin kapitalistleşmesi süreci ile ilgilidir. Dinin üretim düşüncesinden ve küçük işletme fikrinden koparak modernizmle karşılaşmasından nasıl bir hayat tahsil edileceği, Batılı kavramlarla izah edilemeyecektir. Batı tipi sanayileşme, kentleşme, sosyal eşitsizliği ve hakkaniyetsizlikleri çözmede yeterli gelmiyor. Ayrıca edebiyat açısından kent-endüstriyalizm tek biçimli insan profilleri getiriyor. Edebiyat ve toplumun “Kahraman tipolojisi” yıpranıyor. Tek boyutluluk, kapitalizmi aşamayacak aciz varlıklar üretiyor.
Türk edebiyatı meselesini Doğu-Batı sorunsalı üzerinden yeniden kavramlaştırırsa farklı kahraman profillerine, farklı zihnî inşalara ulaşabilecektir. Türk edebiyatında hikâye marabalık üzerinden feodalimsi yapıları, proleterlik üzerinden kapitalizmi ve küçük adamlık üzerinden despotizmi eleştirmeli, birinden birine iltimas geçmemelidir.