Menu
evlerinin önü akasya
Haberler • evlerinin önü akasya

evlerinin önü akasya



Temmuz ardımızda kaldı. Artık uzak bir hatıra gibi temmuz. Ananlar gitgide azaldı, eski bir söyleyiş, ağustosun yarısı yazsa yarısı da kıştır.

Dün İstanbul'da yaşayanlar çok severlerdi bu sözü.

Eylûl'ü tekrar okuyun; Mehmed Rauf bu ayda sonbaharın başlan­gıcını değil, âdeta bitişini gözlemler. Belki bu yüzden Boğaziçi'ni, denizin hırçınlaşmasını sık sık tasvir etmiş.

Ama eylül henüz yaz değil midir? Hiç değilse, güneyde... Çocukluğumda kalmış yazlarda, İstanbul, gerçekten ağustosun ikinci yarısında sonbaharlar kuşanırdı, hele Yoğurtçu Parkı'nın tarhlarında ateşçiçekleri kıpkırmızı görünür görünmez. Derken eylül bir son yaz olup çıkardı.

Ağustos sonuydu, kim bilir hangi yıl, hangi yaz, eski bir ar­kadaşla Yıldız Parkı'na uğramıştık, toprak yoldan seralara inmiş, karşı kıyılarda günbatımını çok keskin ışıklarla donanmış olarak görmüştük. Daha ağustosta ışıklar yaz mevsiminin bungun puslarından arınıyor.

Seraların orda, bahçe renk renk yıldızlarla doluydu. Yıldız, güz çiçeği, eylül henüz yaz; fakat ağustosun ikinci yarısı mutlaka sonbahar.

Ahmet Haşim'in yarım kalan şiiri sanki ağustos sonları için söylenmiş:

"Bir kuş düşünür bu bahçelerde

Altın tüyü sonbahara uygun."

Yalnızca güzü anlatmak çabasındaki bir roman -bir zamanlar yazmak istemiştim-, mevsimin ışıklarına, saatlerine, günlerin akışına han­gi görüngeden bakmalı? Gençliğimin İstanbul'unda, sonbahar deyince, daima yaprak dökümleri, yağmurlar, taş havuzların kirli, kirlenmiş suları, çürümüş nilüfer yaprakları geliyor akla, daima akik, topaz sarısıyla yakut, ölgün zebercet yeşili.

Bahçelerini hunharca yok etmemiş İstanbul'da, güz başlangıcı, belki renklerin, alacaların son yangını, tutuşmasıydı, önce alev, yalaza, derken sönmek...

Hep söylediğim gibi, ağustos sonunda hissettiğimiz güz, eylül girer girmez bizden uzaklaşır. Bize yeniden yalan söyler mevsim. Eylülün yazdan kalma günleri, akşamları sayılamayacak kadar çoktur, anıların, görüntülerin eşliğinde. Meselâ Fenerbahçe'de plajın son günü, ille eylülde. Meselâ, Beylerbeyi'ndeki iskele kahvesinde rüzgâr püfür püfür yine essin istiyorsunuz. Kapalıçarşı'dan çıkar çık­maz, Nuruosmaniye kapısında limonatacı!..

İstanbul pastırma yazını beklerdi, ilk yağmurlar ürkütmezdi. Çünkü daha pastırma yazı var! Manolya yaprakları kuruyup döküldükçe, ekim, kasım bastırdığında, kıpkısa pastırma yazlarının da -bakalım bu yıl görebilecek miyiz?- gün gün silindiğini ayrımsar, elimizden kaçıp gitmiş zamana iç sızıları duyarız. Sayısız güneş oyunuyla mev­sim güzelliğinden usanmışçasına donuklaşır, mumyaya, kadavraya dönü­şür. Yazdan bir 'an'ın iskeleti bile kalmaz geriye.

Böyle çok güz ortaları yaşadım. Boş yere, güneyde, yazları bi­raz daha uzatmak... Güney de biter, güneyde de hiçbir şey kalmaz. Şimdiyi ve geçmişi aramak için, yıllar sonra yazı masasının başına geri döner insan. Kendine yakın kitaplar aranır durur, yaz sonundan, güzden, sonbaharın çekilişinden söz açmış.

Oktay Rifat, Yeni Şiirler'den (1973) başlayarak, Koca Bir Yaz'a (1987) kadar, son dönem şiirlerinde, handiyse pastel renklerle bo­yanmış bazı İstanbul peyzajları çizdi. Bu solgun İstanbul bazan ta­rihten esinli, bazan da şairin kişisel anılarından.

Genç kuşakların hiç göremeyeceği, ancak hayal edebilecekleri bir İstanbul. Şiirlerde yansıyor ve hemen hep 'bahçeler'den söz açıyor. Çok sevdiğim "Ne Zaman"ı alıntılıyorum:


"Ne zaman kapasam gözlerimi 
bahçeyi düşünsem 


altına sofra kurduğumuz ağaç 


tek tek yapraklarıyla gelir aklıma 


gökyüzü görünür aralardan 


güneş çakıp söner 


küçük kapıdan girerim eve 
kaldığı yerden geçmeye başlar 


sofanın yazında günlerimiz 


pencereler ardına kadar açık 


perdeler sedir örtüleri mis 
gibi çamaşır kokar,

tahtalar sarı, 


bir çiçek bulutunda saksılar."

Eskilerde böyle evler, böyle bahçeler ben de görmüştüm. Kimi­lerinde yaşadım. Kimileri daha uzak.

İstanbul'un ağustoslarında, Yoğurtçu Parkı'nın alev alev ateş-çiçekleri gibi, Şifa'da, Nezihe Hanım'ların bahçesinde öbek öbek papatyalar, çoğu beyaz, ama pembeler, hatta vişneçürüğü papatyalar bile var. Bahçe yolundaki ortancalar biraz yıpranmış, çividîlerine pas renkleri yürümüş. Güllerin neşesi kalmamış.

Sabiha Yenge'lerin küçük ve iyice harap köşklerinin bahçesinde, margaritalar kocaman, yusyuvarlak bir tarhtan fışkırıyor. (Tanpınar onlara margörit demeyi tercih etmiş.) Ağustos muydu mevsimi zamanı, bu iri, toraman papatyaların...

Dedemler Bakla Tarlası Apartmanı'na yeni geçmişler ama, hem ön­de hem arkada bahçe; bahçe düzeni varlığını iyi kötü koruyor. Öndeki küçücük bahçe, girişte, birbirine sarılıp boy atmış hanımeli ve çarkıfelekle başlardı. Ortadaki öbekte arslanağızları, karanfiller, horozibikleri.

Neşecan Yengemizin Göztepe'deki köşkünde akşamüzerleri çay içilir, manolya ağacının altında. Büyükler çay, biz küçükler ille gazoz. Neşecan Yengemiz güzün habercisi yıldız çiçeklerine düşkündür. Yıldızların bütün renkleri bu bahçede. Hanımböcekleri de. Hanımböceklerinin katmer katmer yıldızlarda gizlenişi, şu an yine gözümün önüne geliyor. Her gidişimizde seyrederdim.

Bu köşkün önünde bir akasya ağacı, her yaz, bembeyaz çiçekler açar; Neşecan Yenge de, yakın ahbabı Yesari Asım Arsoy'u, akasyalı şarkıyı anmadan geçemezdi.

Derken akasyanın beyaz çiçekleri kurur, sararır, büzüşür, sandık lekelerini andırırken artık dökülürdü.

Bunları yazmaya oturdum yazı masasının başına, yarım yüzyıl sonra hatıralarını söylemeye çalışıyorum. Ferit Amca'ların Arnavutköyü'ndeki evlerine, bütün yaz açık pencerelerden, bahçedeki kartopları girmeye çalışıyor. İnci çiçekleri Emirgân'daki parkta. Dizeler yine Oktay Rifat'tan:

"Ağaçlı sokaklardı onlar

güneş batmadan önce. Serçeli sokaklardı onlar

gece inmeden önce."

Yalnız şiir olan, yalnız şiirle örülü düzyazı. Ne var ki, ka­yıp gider elinizin altından. Çözülür. Sesler kalır, ayrılığın, dağı­lışın, çözülüşün sesleri, uğultu. Neşecan Yenge akasya ağacının altında durmaz artık. Akasya çoktan göçmüştür.

Hayhuyda oralardan geçerken, eski yazlar belirir kaybolur, be­lirir kaybolur... Ağustosta ışığın keskinleşmesine kim tanık olmuş­sa, bu an onda başlar ve onda biter. Bir başka yazdan kalma kurutulmuş çiçekleri nihayet bir çerçeveye sığıştırırız:

Şu mor, leylâk... Şu sarı, katırtırnağı...

Sonbahar hep başlar, geçmiş yazları düşündürmek için...

(ZAMAN, 08 AĞUSTOS 2009)